Bayık: AKP iktidarı çözüm süreci denilen sürece taktiksel yaklaşmıştır. Kürt meselesi var ve ben bu sorunu çözeceğim biçiminde ele almamıştır. Ne çatışmasızlığı ne de görüşmeleri Türkiye’yi demokratikleştirme amacıyla değerlendirmemiştir.
HABER MERKEZİ-NÛÇE CIWAN
İspanyol Publico gazetesine konuşan KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, “Acaba neden 2002’ye kadar terör listesine alınmadı da 2002’de alındı? Halbuki 2002 koşullarına baktığımızda PKK’nin terör listesine alınmasını gerektiren herhangi bir ortam ve eylem yoktu. 2002 yılında ne gibi gelişmeler vardı acaba hatırlayalım? Öncelikle siyasi durum bağlamında baktığımızda Önderliğimize yönelik bir komplo geliştirildi. 1999’da gerçekleştirilen uluslararası komplo ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinin tasarlandığı ve düşünüldüğü bir dönemde geliştirildi. Bu komplo Ortadoğu’ya bir müdahaleyi içeriyordu. Bu müdahale uluslararası konsept gereği PKK’nin tasfiyesini esas alan bir ihtiyaç ve gereklilik üzerinden gerçekleşti” dedi.
PKK’nin Avrupa Birliği’nin “terör örgütleri” listesinde olmasından, “çözüm” sürecinin AKP tarafından “Çöktürme” planına dönüştürülmesine, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin paradigmasına kadar birçok konuyu İspanyol gazetesi Publico’ya değerlendiren Bayık şöyle konuştu:
Sayın Cemil Bayık, biz gazeteciler PKK hakkında bir şeyler yazdığımızda, bazı ülkelerin ve örgütlerin, örneğin İspanya’nın, PKK’yi terörist bir örgüt olarak gördüğünü açıklamak zorundayız. Sizden PKK’nın neden terörist bir örgüt olarak görülmemesi gerektiğini açıklamanızı rica ediyorum?
PKK’nin “terörist bir örgüt” olmadığı, esas olarak PKK’nin çıkış koşulları ve nedenleriyle ortaya konulmalı ki daha iyi anlaşılabilsin. PKK’nin ortaya çıkışı Kürt halkının ve ülkesinin durumuyla ilgilidir. Kürdistan Ortadoğu’da dört parçaya bölünmüş ve dört devlet tarafından sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. Ayrıca, Türkiye’de “Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil ve Kürdistan diye bir ülke yoktur” stratejisi ve politikası izlenen soykırımcı bir zihniyet hakimdir. Kendisine “Kürdüm” diyenlerin 1980 yılında Diyarbakır Cezaevinde katledildikleri bilinmektedir. Yok sayılan, dili yasaklanan, ülkesi parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş bir halk gerçekliği vardır. Kürtler dört parçaya bölünmüş bir ülkenin sömürgeciliğinin baskısı altında yaşayan bir halktır. PKK esas olarak parçalanmış bir Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğünü hedef alan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Böyle baktığımız zaman ilk önce mevcut Kürdistan’ı parçalayan, bölen ve Kürt halkını esaret altına alarak soykırım politikasına tabii tutan bir dünya veya bölge sisteminin, bölgedeki hegemonik ve sömürgeci sistemin kendisini sorgulamakla işe başlamak gerekiyor.
Kürdistan coğrafyası ve Kürt halkının içinde bulunduğu duruma bakıldığında mağdur olanı mı, yoksa mağdur edeni mi esas almak lazım? Kürdistan esaret altındadır. Kürt halkının üzerinde bir baskı ve sömürü düzeni kurulmuştur. PKK esaret altında olan bir halkın ve parçalanmış bir ülkenin özgürlüğü temelinde ortaya çıkmıştır. PKK’nin Kürt halkını bu esaret koşullarından kurtarıp özgürlüğü için mücadele eden bir halk haline getiren karakterine bakıldığı zaman terörist gibi bir sıfatla damgalamak ya da bu tür kavramları kullanmak ancak Kürtler üzerinde soykırımcı sömürgecilik uygulayan ülkelerin kullanacağı bir dil olabilir. Öncelikle meşru haklı ve gerekli bir zeminde ortaya çıkan bir güç perspektifi ile PKK’yi ele almak ve bu temelde mevcut durumu değerlendirmek daha doğru sonuçlara götürebilir. PKK’nin şu anda da Kürt sorununun çözümü konusunda kullandığı yöntemlere ve araçlara bakıldığında bu tür değerlendirmelerin amaçlı bir çarpıtma olduğu görülür.
PKK ideolojik ve siyasi bir hareket olarak ortaya çıktığı ilk günden bu yana programıyla, hedefleriyle tüzükleriyle ve kullandığı araçlarla demokratik karakterini oldukça net olarak ortaya koyan bir harekettir. Kürdistan’ın ve Kürdistan’da yaşayan halkların özgürlüğünü esas alan milliyetçilikten uzak bir programatik yapıya sahiptir. Bu programatik yapısıyla Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yürütüyor ve sorunu çözmeyi esas alıyor. Ancak karşıdaki gücün zihniyeti ulus devletçi, inkârcı, ceberut; demokratik yollarla sorunun çözümüne fırsat vermiyor. Özgürlük mücadelesi veren PKK’ye silahlı mücadele yöntemini kullanma dışında başka bir seçenek bırakmıyor. En küçük demokratik yol ve yöntem bile kullanılmak isteniyor, ama soykırımcı sömürgeci Türk devleti silahlı mücadele dışında başka seçenek bırakmadığı için, zorunlu olarak ulusal kurtuluşun ve özgürlüğün kazanılması için yöntem olarak silahlı mücadele temelinde bir gelişim sağlanıyor. Silahlı mücadele temelinde bir savunma ekseniyle bunu geliştirmek zorunda kalıyor. İnkarcılığı, asimilasyonu ve soykırımcı sömürgeciliği kırmaya yönelmek bunu gerektiriyor. Bunu uluslararası kriterleri dikkate alarak yapıyor. Eğer uluslararası anlaşmalara uyuluyorsa o zaman bir direnişin hangi araçlarla yürütüldüğü sorun olmaz. Bir meşruiyeti olur. Silah kullanmak da zor kullanmak da silahlı mücadele vermek de belli bir meşruiyet kazanır. PKK hareketi ortaya çıktığından beri asimilasyon ve inkâra karşı silahlı mücadele temelinde kendisini örgütleyen ve uluslararası savaş kurallarına göre mücadele eden bir harekettir.
PKK, Cenevre Savaş Sözleşmesine imza atan ve uluslararası sözleşmelere uyacağını beyan eden bir çizgi izliyor. Daha 1994 yılında Cenevre Savaş sözleşmesine uyacağını yazılı olarak imzalamış ve gerekli yerlere sunmuştur. Pratiğine baktığımız zaman bu kuralları dikkate aldığını çok iyi görebiliriz. 30-40 yıldır süren bir savaş gerçekliği bulunmaktadır. Bu savaş içerisinde istenmeyen bazı talihsiz olaylar ortaya çıkabiliyor. Ama bir çizgi olarak ele aldığımız zaman PKK’nin geliştirmiş olduğu silahlı mücadele sadece sömürgeci güçlerin askeri yapılanmalarını etkisizleştirme çizgisinde yürütülmektedir. Sivil alanlara şiddet kullanma gibi bir çizgisi de uygulaması da olmamıştır. PKK 40 yıldan fazladır mücadele veriyor. 40 yıllık mücadele içerisinde nereden başlayıp, hangi güce ulaştığı malumdur. 40 yıllık mücadele tarihinde PKK’nin kasıtlı olarak Türkiye’deki sivillere yönelik şiddet ve katliam içeren tek bir eylemi yoktur. Sadece Türkiye’de değil, bulunduğu hiçbir alanda böyle bir yaklaşımı olmamıştır. Türkiye’de sadece devletin kolluk kuvvetlerine, polis, asker ve istihbarat gibi güçlerine yönelik eylemleri bulunmaktadır. Bu güçler de bizzat Kürt halkını soykırıma uğratmak istiyorlar ve bu soykırım için her türlü insanlık dışı yöntemi kullanıyorlar. Dünyanın gözü önünde 1990’lı yıllarda binlerce köyü boşalttılar, on binlerce sivil Kürt insanını faili meçhul cinayetlerle katlettiler. 6 milyondan fazla insanı Kürdistan’dan Türkiye’nin metropollerine ve dünyaya göçe zorladılar. Yüz binlerce insanı göz altına aldılar, on binlercesini işkence yapıp tutukladılar. 1990’lı yıllarda köyleri yakıp yıkarak Kürt halkını göçe zorlayanlar, 2015 ve 2016 yıllarında şehirleri yakıp yıkarak, yüzlerce sivili katlederek Kürdistan’daki nüfus dengesini Kürtler aleyhine bozma saldırısı yürüttüler. Tüm bunlar dünyanın gözü önünde olmuş ve sessiz kalınmıştır. Dünyanın başka yerinde olsa kıyamet koparılacak bu uygulamalar, sıra Kürtlere geldiğinde Türkiye ile ilişkiler nedeniyle sessizce karşılanmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi böyle yöntemleri kullanan katliamcı güçlere karşı savunma savaşı yürütüyor. Bunun dışında sivillere zarar verici tutumlara girilmemeye özen gösterilmiştir, gösteriliyor.
PKK dünya çapında çok yaygın bir örgütlenme ağına sahiptir. Başta Avrupa olmak üzere Ortadoğu’nun bütün ülkelerinde PKK’nin müthiş bir örgütlenmesi vardır. Bunların uluslararası ilişkilerine baktığımız zaman birçoğu Türkiye’yi fiili destekleyen pozisyona sahip olmasına rağmen, PKK bu ülkelerin çıkarlarına yönelik şiddet kullanmamıştır. Bunları hedef olarak görme veya bu ülkelerin çıkarlarına yönelik şiddet kullanma gibi bir politikası olmamıştır. Böyle bir durum da söz konusu değildir. Bu ülkelerde demokratik yol ve yöntemlerle Kürdistan’daki saldırıları protesto etme dışında bir yaklaşımı da eylem biçimi de yoktur. Bu perspektifle baktığımız zaman PKK’nin terörist bir örgüt olarak görülmesinin kesinlikle PKK gerçeğiyle, PKK’nin oluşumu ve yürütmüş olduğu siyasi mücadeleyle ilgili bir yaklaşım olmadığı görülür.
PKK’nin terör listesine konulması tarihine bakıldığı zaman bile bu kararın tamamen Türk devletiyle ilişkili siyasi bir karar olduğu anlaşılır. PKK’nin çıkışına baktığımız zaman 1970’li yıllar, ama terör listesine alındığı tarih ise çatışmaların durduğu ve gerilla güçlerinin Türkiye sınırları dışına çekildiği 2002 yılıdır. Yani PKK ortaya çıkıp uzun yıllar mücadele yürüttükten 30-35 yıl kadar bir süre sonra! Bu 30-35 yıl süre içerisinde büyük bir mücadele verildi, büyük bir direniş yürütüldü. Büyük savaşlar ve eylemler yapıldı. Acaba neden 2002’ye kadar terör listesine alınmadı da 2002’de alındı? Halbuki 2002 koşullarına baktığımızda PKK’nin terör listesine alınmasını gerektiren herhangi bir ortam ve eylem yoktu.
2002 yılında ne gibi gelişmeler vardı acaba hatırlayalım? Öncelikle siyasi durum bağlamında baktığımızda Önderliğimize yönelik bir komplo geliştirildi. 1999’da gerçekleştirilen uluslararası komplo ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinin tasarlandığı ve düşünüldüğü bir dönemde geliştirildi. Bu komplo Ortadoğu’ya bir müdahaleyi içeriyordu. Bu müdahale uluslararası konsept gereği PKK’nin tasfiyesini esas alan bir ihtiyaç ve gereklilik üzerinden gerçekleşti. Önderliğimizin esaretiyle sonuçlanan komployla bölgeye müdahalede Türk devletinin daha fazla kullanılması hedefleniyordu. Bu komployla birlikte Önderlik, örgüt ve 40 yıllık mücadelenin yaratmış olduğu değerlerin de tasfiye olacağı hesaplanıyordu. Ancak Önderliğin esaret altına alınması onların beklediği sonuçları vermedi. Tam tersine Önderlik esaret koşullarını büyük bir düşünce yoğunlaşması ve mücadele alanına dönüştürerek paradigmasal değişimi gerçekleştirmiştir. PKK de bu değişimleri esas alan bir yaklaşımla tutumunu ortaya koydu.
Komplodan 2-3 yıl sonra PKK terör listesine alındı. Örgütün terör listesine alındığı bir dönemde önemli bazı sonuçlar da ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi: örgüt ideolojik ve teorik yenilenmeyle paradigmasal değişim yaşamıştı. İkincisi: Kürt meselesinin demokratik çözümü temelinde Önderliğimizin tek taraflı ateşkes çağrılarına hareketimizin uyduğu ve çatışmasızlığın yaşandığı bir dönemdi. Gerilla güçleri Türkiye sınırları dışına çıkarılmıştı. PKK’nin paradigmasal olarak değişim sürecini yaşadığı, demokratik siyasal yollardan çözümü öne çıkardığı, silahlı mücadeleyi durdurduğu bir dönemde neden PKK terör listesine konuluyor? Tabii ki tamamen politik bir durumdur. Dolayısıyla PKK’nin varlığıyla, programıyla, tüzüğüyle, gerçekliğiyle, kullandığı araçlarla PKK’nin bir terör örgütü olduğunun iddia edilmesi mümkün değildir. Yani PKK’nin terör listesine alınması siyasal atmosfer ve devletlerin çıkar politikaları sonucu gerçekleşmiş bir durumdur.
Birçok gazeteci Türkiye ile olan ateşkesin bozulmasının gerçek nedenini merak ediyor. Biz birçok nedeni duymuşuz ancak sizin bu konudaki resmi tutumunuzu öğrenmek istiyorum.
İlan edilen ateşkesler PKK’nin başından beri Kürt meselesini diyalog ve müzakere yoluyla çözmek istemesinde ne kadar samimi olduğunu ortaya koymaktadır. Şu soruyu sormak gerekiyor; Türkiye gerçekten de Kürt meselesini kabul etme ve Kürt sorununu çözmeye inanarak mı bir politika yürüttü, yoksa bunu taktik bir yaklaşım olarak mı ele aldı? Çatışmasızlık sürecine ve ortaya çıkan sonuca baktığımızda PKK’nin tasfiye edilmesine ve Kürtleri Türkleştirmeye yönelik bir politika yürüttüğü tartışmasızdır. Bütün verilere bakıldığı zaman şu rahatlıkla görülür; AKP iktidarı çözüm süreci denilen sürece taktiksel yaklaşmıştır. Kürt meselesi var ve ben bu sorunu çözeceğim biçiminde ele almamıştır. Ne çatışmasızlığı ne de görüşmeleri Türkiye’yi demokratikleştirme amacıyla değerlendirmemiştir. Bazı yumuşak söylemlerde bulunmuşsa da bunu gerçek niyetini gizlemek için yapmıştır. İlk dönemlerde iktidarı zayıf olduğu için demokratik çevrelerin ve Kürtlerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Kürt sorununa bakışı ise başından itibaren PKK’yi etkisizleştirip Kürtlerin onlarca yıla dayalı mücadele birikimini ve kazanımlarını yok etmeye yönelik olmuştur. Ateşkeslerin bozulmasına neden olan da bu niyet ve zihniyettir. Ateşkeslerin bozulduğu ortama bakılırsa bu rahatlıkla görülür. Önderliğimizin çabalarıyla 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de hem Önderlikle görüşen HDP heyetinin hem de hükümet yetkililerinin katıldığı bir basın açıklamasıyla Türkiye’yi demokratikleştirme ve Kürt sorununu çözme protokolü kamuoyuna sunuldu. Bu protokol Türkiye kamuoyunda büyük bir heyecanla karşılandı. Öyle ki, AKP iktidarına yakın gazeteler bunu AKP iktidarının büyük bir başarısı, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümündeki iradesi olarak ortaya koydular. Önder Apo ve Özgürlük Hareketimiz Türk devletinin 30 Ekim 2014 tarihinde gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında savaş kararının alındığını bildiği için bunun karşısına 2015 7 Haziran seçimleri öncesi demokratikleşme hamlesini koymayı amaçladılar. 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe’de kamuoyuna sunulan protokol bu çabaların sonucudur. Hükümet de Erdoğan’ın ve çevresindeki derin güçlerin gerçek niyetinden habersiz olarak seçimlere çatışmasızlık ortamında girmek için böyle bir protokolü kabul etmişti.
Ancak Tayyip Erdoğan ve çevresindeki dar bir grup hem alınan savaş kararı gereği hem de böyle bir protokolün 7 Haziran seçimlerinde demokratik güçleri güçlendireceğini görerek bu protokolü reddetmişlerdir. Bu protokolün demokrasiyle alakası yoktur, Kürt sorunu da kalmamıştır, bütün hakları verilmiştir, vereceğimiz başka şey de yoktur diyerek Kürt sorunu ve demokratikleşme konusundaki tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Zaten protokolün reddedilmesinden hemen sonra Önderliğimiz üzerinde de 5 Nisan 2015’e bu yana ağırlaştırılmış tecrit uygulanmaktadır. Bu süreçte savaşı tırmandıran provokasyonlar olmuş ve Tayyip Erdoğan DAİŞ yoluyla yaptırdığı katliamlarla demokrasi güçlerini sindirmek istemiştir. Ancak hareketimiz sabırlı ve soğukkanlı davranarak 7 Haziran seçimlerinde demokrasi güçlerinin güçlü çıkmasını hedeflemiştir. Bu amacına da ulaşmıştır. Ancak Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği kesimin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda bir politikası olmadığından Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından tarihi fırsat olan 7 Haziran seçimlerini yok saymıştır. Demokrasi güçlerinin güçlenmesi karşısında Türkiye’deki tüm faşist güçlerle ittifak yaparak savaş politikasını devreye koymuştur. 2013 ve 2014 yılları Kürt halkının özgürlük mücadelesinin hem Türkiye’de hem de Rojava ve Başurê Kurdîstan’da güçlendiği yıllar olmuştur. Tayyip Erdoğan DAİŞ yoluyla Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmayı hedeflemiştir. Ancak bu amaca ulaşmayıp çatışmasızlık ortamında Kürt Özgürlük Hareketi’nin güçlendiğini görerek bu gücü tasfiye etme politikasına yönelmiştir. Gelinen aşamada ya Kürt sorununun çözümü doğrultusunda demokratikleşme adımları atacaktı ya da güçlenen Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek için savaşa başvuracaktı. Kürt sorununda çözüm politikası olmadığından savaş seçeneği devreye girmiştir. 30 Ekim 2014’te alınan savaş kararı, 24 Temmuz 2015’te yoğun hava saldırılarıyla topyekun biçimde pratiğe konulmuştur. 2015 ve 2016’da şehirlerin yakılıp yıkılması ve yüzlerce sivilin katledilmesi bu politikanın sonucu gerçekleşmiştir.
Bir ay kadar önce Türkiye meclisinde HDP Milletvekili Osman Baydemir’in Kürdistan kavramını kullanması üzerine AKP’nin en yumuşak milletvekillerinden olduğu söylenen kadın Meclis Başkanvekili “Kürdistan diye bir yer yoktur” demiş, arkasından da Osman Baydemir’e meclis oturumlarına katılmama cezası verilmiştir. Zaten son iki buçuk yıllık politikalar çatışmasızlığın ve görüşmelerin neden sonuçlandığını açıkça gözler önüne sermektedir. Birkaç ay önce yakalanan MİT sorumlularının yaptığı açıklamalar, AKP iktidarının 2013 başında Önder Apo’yla İmralı’da görüşmeler yaptırırken aynı zamanda bu görüşmelere katılanlara 9 Ocak 2013’te Paris’te gerçekleşen katliamları yapma görevi verildiği ortaya çıkmıştır.
Çatışmasızlığın son bulması, İmralı’daki görüşmelerin sonuç almaması Türk devletinin Kürtleri soykırıma uğratma politikasının sonucudur. Eğer Kürt sorununun varlığı tanıyan bir çözüm zihniyeti olsaydı Önder Apo’nun ve hareketimizin çok makul yaklaşımları karşısında Kürt sorunu rahatlıkla çözülürdü. Dünyanın hiçbir yerinde bizler kadar çözüm konusunda makul yaklaşım gösteren bir muhatap bulunamaz. Biz kesinlikle üzerimize düşen her şeyi yaptık. Dolayısıyla sorun, Türk devletinin zihniyetinden kaynaklanmaktadır. Sadece Türkiye sınırları içinde değil, Suriye’de de Irak’ta da, İran’da da Kürt sorununun çözümünü istemeyen bir Türk devleti vardır. Türk devleti Ortadoğu’da Kürt düşmanlığında öncülük yapmaktadır. Rojava’ya yönelik politikaları ortadadır. Yakın zamana kadar PKK’ye karşı ortak mücadele yürüttükleri, KDP’ye referandum sırasında neler söyledikleri bilinmektedir. Türk devletinin tek bir politikası vardır; o da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edip Kürtleri soykırıma uğratma politikasıdır.
Müzakereler yoluyla Türkiye ile bir çözüme ulaşma ihtimalinin var olduğunu düşünüyor muzunuz? Ya da Kürt halkının daha fazla zülüm ve katliama maruz kalacağını bilmesini gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Bizim yürüttüğümüz mücadelenin hedefinde ve mantığında Kürt sorununun çözümü var. Biz sorunun çözümünü kaçınılmaz bir müzakerede görüyoruz. Biz mücadelemizin başından beri Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin koşulları olgunlaştığında Kürt sorununun müzakere ile çözülebileceği yaklaşımı içinde olduk. Önder Apo daha 1988 yılında merhum gazete Mehmet Ali Birand’a verdiği röportajda Kürt sorununun demokratik temellerde çözülebileceği mesajını vermiştir. Bugüne kadar da bu çizgisinde ısrar etmiştir. Bu anlayışı nedeniyle on defa tek taraflı ateşkesler ve çatışmasızlık içinde olmuştur. Ancak böyle bir sorunun tek taraflı niyetlerle ve tutumlarla çözülemeyeceği açıktır. Kürt sorununun çözülememesinin nedeni herhangi bir siyasi anlaşmazlık ya da taleplerde uzlaşmama değildir. Türkiye Kürtlerin varlığını kabul etmiyor. Böylece hiçbir müzakere imkanı kalmıyor. Böyle bir politikada olan sadece ezmeyi ve bastırmayı düşünür. Nitekim yüzyıldır yaptığı da budur, on beş yıldır yaptığı da budur. Türkiye’de Kürt inkarcısı bir zihniyet, strateji ve politika vardır. Kürt sorunu dünyadaki hiçbir siyasi sorunla karşılaştırılamaz. Zaten dünyadaki başka sorunlarla karşılaştırıldığı için de doğru anlaşılamıyor. Bir sorunun varlığı kabul edilmezse çözüm olabilir mi? Kürt halkının varlığını, özgür ve demokratik yaşamını kabul etmeyince faşist ve despotik saldırı süreklileşiyor. Öyle ki, Kürtler nefes almasın ve verdikleri mücadele bastırılsın anlayışı nedeniyle Türkiye’de de demokratikleşme adımı atılmıyor, Türkiye toplumu üzerinde de bu nedenle baskıcı otoriter bir rejim kuruluyor. Özcesi sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’deki tüm kötülüklerin kaynağı ve çözümsüzlüğün nedeni Türk devletinin inkarcı Kürt politikasıdır. AKP iktidarı zaman zaman “biz inkara ve asimilasyona son verdik” demesi tamamen demagojidir. Kürtler üzerindeki zulüm ve soykırım politikasının örtmenin söylemidir. Günümüzde soykırım araçları arttığından Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında zorlanınca TRT 6 ve Kürtçe kurslar gibi soykırım politikasını örten bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Bunlar, soykırımdan vazgeçmenin adımları değildir. Tam aksine, Kürt soykırımının üstünü örtmenin argümanları olarak kullanılmaktadırlar.
Dolmabahçe Mutabakatını reddeden ve Önder Apo üzerinde ağır tecrit uygulayan bir iktidardan çözüm beklenebilir mi? Kürt halkının iradesi ezilecek, Kürt halkı teslim olacak, ondan sonra çözüm mü gerçekleşecek? Böyle bir çözüm olabilir mi? Bu zaten soykırım politikasının ta kendisidir. Bir taraftan görüşmeler yapılacak, bir taraftan görüşmeleri yapan heyetler ya da yönetimler yok edilmek istenecek. 2008’de Oslo görüşmelerine katılan PKK heyeti bombalanarak yok edilmek istendi. 2013’te PKK’nin kurucularından olan Sakine Cansız ve iki kadın yoldaşı katledildiler. Bunlar çatışmasızlık ortamında gerçekleşti.
Her gün tek millet, tek vatan diyen ve Türkiye’nin en gerici, en faşist güçleriyle ittifak yapan ve iktidarını bu ittifaka bağlayan bir siyasi güçten çözüm beklenebilir mi? Dünyadaki tüm soykırımlar milliyetçilikle dinciliğin birleştirildiği iktidarlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Şu anda da AKP iktidarı dincilik ve milliyetçiliği birleştirerek Kürtler üzerinde soykırım politikası yürütmekte, Türkiye demokrasi güçlerini ise ezmeye ve susturmaya çalışmaktadır. Tüm farklılıkları yok sayan ve yok etmek isteyen bir zihniyetten demokratikleşme adımı beklenebilir mi? Demokratik zihniyete sahip olmayan tek bir kişinin dudağının arasından çıkan politikaların uygulandığı bir yerde demokratik gelişme beklenebilir mi? Demokratikleşme ve çözüm demokratik zihniyeti olanlar tarafından yapılır. Türkiye’deki AKP iktidarında da böyle bir zihniyet yoktur. Onların demokratik anlayışı, biz çoğunluksak o zaman bu çoğunluk dışında kalan herkes bizim gibi düşünecek, bizi gibi yaşayacak, yönündedir. Nitekim politika da pratik de bu yönlüdür. Kendileri dışındaki en küçük muhalefeti ve sesi bile hainlikle suçluyorlar. Bu suçlama da doğal olarak zulüm ve baskı politikasını getiriyor.
AKP iktidarı Kürt düşmanlığı üzerinden şovenizmi körükleyip iktidarını ayakta tutmaya çalışıyor. Şu anda tek politikası budur. Kürtlerin varlığını tahammül edemiyor. Kürtlük adına kim talep de bulunuyorsa ve siyaset yapıyorsa hepsini zulümle, baskıyla zindanlara atıyor. Türkiye tarihinde hiçbir dönem bu düzeyde siyasi tutuklama olmamıştır. AKP iktidarı döneminde Kürtlere yönelik siyasi tutuklamalarda rekor kırılmıştır. Dünya tarihinin hiçbir döneminde hiçbir ülkede nüfus oranı dikkate alındığında bu düzeyde tutuklama olmamıştır. AKP iktidarı “biz 1990’lı yıllar gibi öldürmüyoruz, tutukluyoruz, buna şükredin” demektedir. Kaldı ki AKP iktidarı döneminde de binlerce siyasi cinayet vardır. Bu katliamı yapanların hiçbirinden de hesap sorulmamıştır. Zaten bu cinayetlerin çoğunluğu devlet ve devletin yönlendirdiği çeteler tarafından yapılmaktadır.
Kürdistan’da siyasi bilinci olan her Kürt tutuklanıyor. Tüm belediye eşbaşkanları ve meclis üyeleri tutuklanmış durumda. Birçok milletvekili tutuklandı. Bazılarının milletvekilliği düşürüldü. Diğerlerinin üzerinde de baskı ve tutuklamalar Demokles’in kılıcı gibi kafalarında sallandırmaktadır. Kürdistan’da hiçbir kimse düşüncelerini ifade edemiyor. Zaten düşüncelerini ifade eden her Kürt düşman muamelesi görüyor.
…
Gelinen aşamada Kürtler ya 40 yıldır bölgesel anlamda yürütmüş oldukları demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ısrar ederek bir sonuca gitmeyi başaracaklar ya da mevcut soykırımcı iktidarlar onları yok edecektir. Kürtleri yok etmek isteyen iktidarların ve rejimlerin başında da Erdoğan ve faşist müttefiklerinin iktidarı geliyor. Bu açıdan bu zihniyet sahiplerine karşı mücadele verilip geriletilmeden Türkiye’de de demokratikleşmenin önünün açılması ve müzakerelerle sonuca ulaşılması mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut iktidardan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü için bir şeyler beklemek yanlıştır. Böyle bir yaklaşım Türkiye halklarını ve kendimizi kandırmaktan başka bir sonuç vermez. Türkiye’de demokrasi güçlerine yapılan saldırılar ortadadır. Bırakalım Kürtleri, CHP gibi devletçi, hatta AKP iktidarına koltuk değneği olan bir partiye bile tahammül edemeyen bir iktidardan demokratikleşme ve çözüm beklenemez. Şu anda yapılması gereken, bu iktidara karşı mücadeleye yoğunlaşmak olmalıdır. Kürt demokratik güçleriyle Türkiye’nin demokrasi güçleri ortaklaşarak bu iktidarı geriletebilir ve demokrasi güçlerinin önünü açabilir. Bu yapılmadığı takdirde Kürtler üzerinde baskı, zulüm ve soykırım politikası devam edecek, Türkiye’deki demokrasi güçleri de sürekli baskı altında tutulacaktır.
DAİŞ teröristlerinin şu anda Türkiye üzerinden kaçtığını ve şu veya bu şekilde hala Erdoğan’dan destek aldıklarına dair kanıtlarınız var mı?
DAİŞ’liler ortaya çıktığı dönemde de bu dönemde de Türkiye-Tayyip Erdoğan tarafından desteklendiler. Bunlar açık ve belgeli. Bütün dünya da bunu biliyor. Ortadoğu’da birçok selefi gücü ya da DAİŞ, El-Nusra, Ahrar El Şam vb. güçlerin ortaya çıkması kendiliğinden bir durum değildir. Selefi güçleri DAİŞ’e, El-Nusra’ya dönüştüren bölgesel güçler vardı. Bölge dışında da bu güçleri yönlendiren ülkelerden söz edildi. Bölgede başından beri Türkiye bu güçlerle bir ilişki içerisindedir. El Nusra ve özellikle de DAİŞ ile ilişkileri herkes tarafından bilinmektedir. Bu ilişkilerini çeşitli bölgesel güçlerle ittifak biçiminde yürüttü. Bunların yaratmış olduğu kaostan yararlanarak Ortadoğu üzerinde güç olma politikası izledi. Bu konuda başarılı olamadı. Suriye’de belgeleri ile ispatlanmış, ayyuka çıkmış bir ilişki içindeydiler. Bunun için belge sormaya gerek yok. Her şey dünyanın gözleri önünde cereyan etti. Türk devletinin gizli servisi MİT, binlerce TIR’la silahlar ve patlayıcıları DAİŞ için Suriye’ye taşıdı. DAİŞ’in patlayıcılarda kullandığı gübreyi Türk devletinden aldığı uluslararası kurumların raporlarında yer aldı. Öte yandan DAİŞ ve El Nusra’ya ÖSO denilen güçler üzerinden silahlar gönderildi. ABD ile birlikte yapılan eğit-donat programı da DAİŞ ve El Nusra’ya silah göndermenin zemini yapıldı. Öyle ki, ÖSO denen güçlere verilen silahların DAİŞ ve El Nusra’ya gitmesi için özel ilişkiler yaratıldığını söyleyenler bile oldu. Çünkü ABD ve DAİŞ’e karşı koalisyon yapan güçler ÖSO’ya giden silahların, eğit-donat projesi çerçevesinde verilen silahların büyük bölümünün DAİŞ ve El Nusra’ya gittiğini bilmektedirler. Zaten bu nedenle bu proje daha sonra sonlandırıldı. Eğer bilinçli bir çaba olmasaydı bu silahlar DAİŞ ve El Nusra’nın eline geçebilir miydi? ÖSO’ya gönderildiği söylenen TIR’lar bizzat Türkiye’de savcı ve polislerin operasyonuyla el konulduğu bilinmektedir. Bu silahların bir kısmı ÖSO denilen çetelere gönderilirken, önemli bir kısmı ise El Nusra ve DAİŞ’e ulaştırılmıştır.
DAİŞ’in uluslararası cihat çağrısıyla DAİŞ’lilerin dünyanın dört bir yanından Suriye’ye ve Irak’a geldiği görüldü. Türkiye DAİŞ’lilerin bu alana geçişinde otoban olarak kullanıldı. Bütün dünya buna şahittir. Bunun inkar edilecek bir yanı var mıdır? Bu bile başlı başına Türkiye’nin bu çetelerle suç ortaklığını ortaya koymuyor mu? Daha başka hangi belgeye ihtiyaç var? Kuzey Afrika’dan, Avrupa’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, Çin Uygur bölgesine kadar birçok ülkeden sayıları 15-20 binlerle ifade edilen DAİŞ’liler Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a geçmişlerdir. Bunların Türkiye’de nasıl karşılandığı ve bu karşılananların bölgeye nasıl taşırıldığı belgelerle ispatlanmıştır. Hatay, Antep ve Urfa DAİŞ’lilerin Suriye’ye geçiş üs noktaları ve lojistik destek alanları olarak kullanılmıştır. Bu şehirlerde Suriyeli göçmenler adına kurulduğu söylenen kamplar El Nusra ve DAİŞ’in üslendiği alanlar olduğu gibi, bu kamplar üzerinden de MİT bu örgütlere sızmış ve kontrol altına almıştır. Bu şehirlerin, kasabaların Selefi örgütlerin kamp alanları haline getirildiğini en iyi buralarda yaşayan halk bilmektedir. Öte yandan Türkiye’den de binlerce genç MİT’e bağlı kişi ve çevrelerin örgütlendirmesiyle Suriye’ye aktarılmıştır. Savaş içerisinde yaralanan birçok DAİŞ’li ve El Nusra’lının Türkiye de tedavi gördüğü de açık bir biçimde ispatlandı. Özcesi AKP iktidarı başından beri bu DAİŞ ve El Nusra gibi örgütleri kullanan, yönlendiren, büyük ölçüde sevk ve idare eden ve bunları besleyen bir konumdadır. Bunları Rojava devrimini bastırmak için besledi. Hatta Türkiye içinde Kürtleri ve muhalifleri bastırmak için de DAİŞ’i kullandı. DAİŞ Türkiye sınırları içinde yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan katliamlar yaptı. Bu hedeflerin tümü de AKP iktidarına karşı olan demokrasi güçleri ve Kürtlerdi. Son dönemlerde bu siyaset iflas ettiği için taktik değiştirdiler. Bilindiği gibi bir iki yıl öncesine kadar El Nusra’ya ve DAİŞ’e “terörist” demedi. Bunlara karşı “öfkeli gençler” tabirini kullandılar. Çünkü bunların üzerinden Suriye’de siyasi etkinlik sağlamaya çalışıyordu. Ancak şimdi DAİŞ’in yenilgiye gittiğini görünce DAİŞ karşıtı güçlerle bölgede politika yapmak için terörist olarak değerlendirmeye başladı. DAİŞ’e karşı herhangi bir mücadelesi olmadı. Sadece Kobanê kantonuyla Afrin kantonu birleşmesin diyerek Cerablus’a girdiler. DAİŞ buralarda hakimken rahatsız olmayan AKP iktidarı Kürtlerin buralara yöneleceğini düşünerek Cerablus’a girdi. Dünya da biliyor ki DAİŞ sınırlarındayken rahatsız olmayan Türk devleti, Kürtler bu alanlara hakim olunca dünyada görülmedik bir düşmanlık gösterdi. DAİŞ’e karşı en fazla mücadele eden Kürtleri terörist gösterip hedeflemeye başladı.
ABD de Avrupa da Türkiye’nin DAİŞ’le çok sıkı ilişki içinde olduğunu biliyordu. Bugün de AKP iktidarının söylemleri ve politikaları bırakalım DAİŞ’i beslemeyi, yeni DAİŞ’leri ortaya çıkaracak zemini yaratmaktadır. Ancak uluslararası güçler çıkarları gereği doğrudan Türkiye’yi hedeflemiyorlar. Türkiye’nin bugün hala Suriye ve Irak’ta var olan DAİŞ ile bağlantıları var. Türkiye’de çok ciddi bir DAİŞ örgütlenmesi vardır. Türkiye’deki mevcut iktidarın politikası, içerde çok ciddi bir DAİŞ üretti. Şu anda DAİŞ zihniyetinde olanlar biçim ve kılıf değiştirmiş halde AKP iktidarı muhaliflerine karşı kullanmaktadır. Bugün Türkiye’de DAİŞ zihniyeti ve potansiyeli fazlasıyla bulunmaktadır. Zaten Tayyip Erdoğan’ın ve AKP-MHP iktidarının sürekli dış düşman yaratması, İslam düşmanlığından söz etmesi, DAİŞ gibi örgütlere en fazla zemin sunan ve destek veren çabalar olmaktadır. Türkiye’de halklara ve tüm insanlığa karşı kullanılacak DAİŞ’çilik vardır. Bunlara yönelik bazı operasyonlar yapılıyor görüntüsü verilse de bunlar esas olarak gerçeği örtme amaçlıdır. Bugün Türkiye içinde silahlı kamplardan söz ediliyorsa, Osmanlı gençliğinden söz ediliyorsa bunları DAİŞ dışı oluşumlar olarak değerlendiremeyiz. Bunlar DAİŞ’in çizgisinde Türkiye gerçeğinde direkt örgütlendirilmiş güçlerdir. Türkiye’de kendilerine başka ad verenler Suriye’ye geçtiklerinde hepsi DAİŞ ve El Nusra oluyorlardı.
Irak’ta ve Suriye’de artık DAİŞ yenilgiye uğramıştır. Dikkat edilirse bu yenilgi ardından DAİŞ’çiler daha çok Türkiye’ye döndüler. Bunların bir kısmı Türkiye’de MİT kontrolünde kullanılmak için korunurken, bir kısmı da Avrupa’ya, sağa-sola yönlendirildiler. Avrupa’ya, Rusya’ya, Çin’e, Kuzey Afrika’ya Kanada ve Amerika’ya kadar DAİŞ’çilerin yayılması Türkiye üzerinden oluyor. Merkezi de Hatay’dır. Hatay’daki birçok dernek ve sivil toplum örgütü bunları korumanın ve sağa sola göndermenin örtüsü oluyor. AKP ile ilişkide olan SADAT bunları kullanıyor.
Irak’ta da DAİŞ yenilgiye uğradı. DAİŞ’in elinde binlerce insanı barındıracak alanlar bulunmamaktadır. Bu nedenle Musul’dan ve başka yerlerden çıkan DAİŞ’liler dünyaya dağıldılar. Irak’tan çıkanlar da Türkiye’ye yöneldiler. Irak’ın dağlık alanları Özgürlük Hareketi’nin kontrolünde. Buradan geçemeyeceklerine göre, bazı aracılar üzerinden Türkiye’ye geçtikleri anlaşılıyor. Türkiye’ye bu kadar DAİŞ’çi gidiyor, ama bunların Türkiye’ye yönelik herhangi bir eylemi yok! Bu bile Türkiye ile DAİŞ’in ilişkilerinin hangi düzeyde olduğunu ortaya koyuyor. Son zamanlarda Rojava’da birçok DAİŞ’çi yakalandı ya da teslim oldular. Bunlar verdikleri tüm ifadelerde Türkiye’den destek aldıklarını söylüyorlar. Yıllarca DAİŞ’in Türkiye’ye petrol satarak büyük bir gelir elde ettiğini vurguluyorlar. DAİŞ çözülme içinde olduğu için bundan sonra daha da fazla itiraflar gelecektir. Türkiye’nin DAİŞ’le ilişkileri daha fazla sorgulanacaktır.
PKK’nin İspanya’daki varlığının artmasına dair bazı duyumlar almışız. Bu doğru mu? İspanya’daki varlığınız hangi düzeydedir? Muhtemelen bu bir şaiyadır ancak ülkemizdeki değerlendirmek istediğinizi, ülkemizdeki PKK’ye olan büyük sempati göz önüne alındığında bazı insanlar sizin bu imkanı değerlendirmek istediğinizi söylüyorlar bu doğru mu? Yoksa sadece bir şaiya mıdır?
İki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Kürt halkının yaşadığı gerçeklik nedeniyle kendi anayurdundan göçe zorlandığı ve dünyanın birçok bölgesinde sürgünde yaşamak zorunda olduğu bir gerçektir. Baskılar, siyasi ve ekonomik nedenlerle Kürtler Kürdistan’dan Türkiye’nin metropollerine ve tüm dünyaya yayılmışlaradır. Almanya, Hollanda, Belçika, İngiltere hatta İspanya’da da Kürtler var. Buralara yayılmış olan Kürtlerin ülkelerinin özgür ve demokratik yaşama kavuşması için yürüttükleri demokratik mücadeleleri var. Bu temelde demokratik örgütlenmeler içine girdikleri de bilinmektedir. Bunlar doğrudan PKK örgütlenmeleri değildir. Kuşkusuz içlerinde Önder Apo’ya ve PKK’ye sempati duyan Kürtler bulunmaktadır. PKK’nin kendisini örgütlediği alan Kürdistan’dır, Türkiye’dir. Kürdistan’ın diğer parçalarında Önder Apo’ya ve PKK’ye sempati duyan yoğun bir Kürt nüfusu bulunmaktadır. Sürgüne uğramış Kürt halkının da kendi kimliğine sahiplenmesi, Kürdistan’da yürütülen mücadeleden etkilenmesi ve bu mücadeleyle gönül bağı içinde olması, çeşitli biçimlerde destekte bulunmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz.
Avrupa’da da Kürlerin birçok sorunu var. Sadece siyasal, ulusal sorunları değil, kaldıkları ülkelerden dolayı toplumsal sorunları ve başka sorunları da bulunmaktadır. Gittikleri her yerde bu sorunları çözme temelinde bir araya gelmeleri, kendi kültürlerini sahiplenmeleri, kendi ulusal ve politik taleplerini ileri sürebilmeleri normal bir durumdur.
Almanya’da bugün Kürtler örgütlüdür. Peki, Almanya’daki Kürtlerin örgütlülüğünün kapsamına baktığımız zaman neyi ifade ediyorlar? Sivil Toplum Örgütleri, Demokratik Örgütler, kültürel oluşumlardır. Kendi demokratik taleplerini en yasal yollarla ifade edebilen kurumsal çerçevededir. Bunun ötesine geçiliyor mu? Geçilmiyor. Peki, oradaki rejimlerle bir sorunu var mı? Yok. Oradaki rejimlerin yasalarıyla bir sorunu var mı? Yok. Zaman, zaman Türk devletiyle ilişkileri nedeniyle Kürtlere yönelik tutumları sonucu bazı sorunlar ortaya çıksa da bunlar Kürtlerin yarattığı sorunlar değildir. Almanya’da da başka ülkelerde de her toplumun kendi sorunları çerçevesinde ve geldikleri toplumların sorunları ekseninde duyarlılıkları ve örgütlenmeleri normal karşılanmaktadır. Peki, Kürtlere gelince niye sorun oluyor? Neden kriminalize edilmeye çalışılıyor? Bu kesinlikle başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki ülkelerin Türkiye’yi memnun etme yaklaşımıdır. İspanya’da da Kürtler var. Kürtlerin İspanya’da toplumsal ve ekonomik sorunları vardır. Mülteci olmaktan kaynaklı sorunları vardır. Kendi kültürlerini ve kimliklerini koruma sorunları vardır. Yine diğer ülkelerde olduğu gibi Kürdistan’daki siyasal, toplumsal sorunlara karşı duyarlılıkları bulunmaktadır. Bu duyarlılıklar ve bu temelde gerçekleşen örgütlenmelerin İspanya’ya ya da başka bir ülkeye yönelik hiçbir hedefi yoktur, olamaz da. Türk devletinin ya da İran, Suriye, Irak devletlerinin Kürtlere yönelik baskıları karşısında protesto haklarını kullanmaları kadar doğal bir durum olamaz. Şunu da vurgulamak gerekir ki, Avrupa’da toplumsal ve insani değerlere saygılı biçimde yaşamını sürdüren, hiçbir topluluğa zarar vermeyen bir Kürt toplum gerçeği vardır. Hatta Avrupa ülkelerinin böyle bir Kürt gerçeği olma konusunda teşekkür etmeleri gerekir. Kürtler Avrupa’ya sadece zenginlik katmaktadırlar. Bu açıdan Kürtlere yönelik baskılar Avrupa halklarının da çıkarına değildir.
Kuşkusuz Kürtlerin yürüttükleri özgürlük mücadelesi, öngördükleri yaşam projeleri Avrupa’da halkları da gençleri ve kadınları da etkilemektedir. Bu kesinlikle olumsuz bir etkileme değildir. Kürtler tabii ki bulundukları yerlerde halklardan ve demokrasi güçlerinden dost kazanmak isterler. Bu açıdan Almanya’da da Fransa’da da İngiltere’de de İspanya’da da Kürt dostları vardır. Özellikle Kürt kadınlarıyla Avrupa’daki kadın hareketleri arasında güzel ilişkiler vardır. Sadece Avrupa’da değil, Güney Amerika’da da önemli Kürt dostluk grupları bulunmaktadır. Bu açıdan İspanya halkı, gençleri ve kadınları içinde Kürtlerle dost olan insanların bulunması rahatsızlık verecek bir durum olamaz. Aksine İspanya halkı açısından güzel bir ilişkidir. İspanya halkıyla Kürt halkı arasında ilişkiler kurulması kadar güzel bir şey olabilir mi? Sadece ülkeler ve halklar arasında çıkar ilişkileri mi olsun? Özgürlük, demokrasi ve insanlık değerleri temelinde kurulan ilişkiler, olması gereken ilişkiler değil midir? Kürtler DAİŞ’e karşı büyük bedeller ödeyerek mücadele verdiler. Böyle bir halka ve onun özgürlük mücadelesi veren hareketlere sempati duyulmaz mı? Ortadoğu’da özgürlükçü ve demokratik zihniyete sahip bir halka sempati duyulmaz mı? Siz sempati duymaz mısınız?
Abdullah Öcalan’ın durumu hakkında neler biliyorsunuz? Hala onunla bir iletişim içerisinde misiniz?
Çatışmasızlık ve devlet heyetiyle görüşmeler döneminde İmralı’dan bilgi alınıyordu. Şu anda 7 yıla yakındır avukatlarıyla görüştürülmüyor. 5 Nisan 2015 tarihinden bu yana da ne avukatlarıyla ne siyasi bir heyetle ne de insan hakları kuruluşlarıyla bir görüşmesi olmuştur. Sadece 2016 yazında halkın büyük tepkileri karşısında kardeşiyle kısa bir görüşme yaptırılmıştı.
İmralı’da Önder Apo üzerinde uygulanan ağır tecrit politikası esas olarak ABD, Avrupa, hatta bazı uluslararası kurumların onayı ve bilgisi dahilinde oluşturulmuş bir sistemdir. Türk devleti bu kadar ağır bir tecrit politikası izliyorsa bunun nedeni Avrupa’nın, ABD’nin ve kimi uluslararası kuruluşların onayı ve sessizliğiyle oluyor. Açıkça Önder Apo’dan ve PKK’den intikam almak için bir adada tek kişilik bir cezaevinde Önder Apo’ya karşı çok yönlü bir savaş yürütülüyor. Önder Apo’dan PKK’yi yarattığı, özgürlük mücadelesini geliştirdiği ve Ortadoğu’da halkların kardeşliğine dayalı özgürlükçü demokratik bir zihniyet ortaya çıkardığı için intikam alınmaktadır. Önder Apo’ya yönelik zulüm, baskı ve izolasyon politikasıyla Kürtler üzerinde uygulanan soykırım politikası madalyonun iki yüzü gibidir. İmralı’daki uygulamalar, Kürtler üzerinde uygulanan soykırım politikalarının doğrudan yansımalarıdır. Önder Apo üzerinde uygulanan politikaya bakarak Kürtler üzerinde uygulanan politikayı anlayabiliriz; Kürtler üzerinde uygulanan politikaya bakarak İmralı’da uygulanan politikayı anlayabiliriz. Önder Apo üzerinde uygulanan politika herhangi bir siyasi tutuklaya uygulanan politika değildir. Bir halkın önderliğine uygulanan politikadır. Tek kişiye yönelik yasalar ve yönetmelikler uygulanıyor. İmralı’da uygulanan sistemin ne Türkiye anayasası ve yasaları ne de evrensel normlarla alakası vardır. Tayyip Erdoğan son yıllarda bürokratlara ve askerlere ‘anayasa ve yasalara takılmayın, Kürt halkının özgürlük mücadelesini ve demokrasi güçlerini bastırmak için ihtiyacınız neyse o anayasa ve yasadır’ diyor. İşte Tayyip Erdoğan’ın bu zihniyeti 19 yıldır İmralı’da uygulanmaktadır. Şu anda Kürtlere yönelik nasıl bir kirli savaş varsa İmralı’da da benzer bir baskı sürdürülmektedir. Aslında en büyük düşmanlık da Önder Apo’ya karşı yapılmaktadır. Önder Apo üzerinde dünya tarihinde görülmemiş bir psikolojik savaş ve baskı düzeni uygulanmaktadır. 19 yıldır bir adada ve tek kişilik hücrede tutulmaktadır. 2-3 yıldır bu ada cezaevine 2-3 kişi götürülmüştür. Bunlarla da nadiren görüştürülmektedir. Bu ağır tecridi yaşamayanlar kolay sanır. Normal insanlar için dayanılmaz bir durumdur. Ancak Önder Apo büyük bir iradeyle bu baskı düzenine karşı direnmektedir.
Önderliğimizin izole edilmesinin iki stratejik amacı var. Birincisi; örgüt ve halkın Önderliğiyle bağını koparmak, ikincisi ise; Önderliğimizin Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı ortamında halklar ve insanlık açısından rolünü oynamasını engellemek. AKP’nin şu anda Kürtlere ve demokrasi güçlerine yönelik yürüttüğü savaş ortamında bu tecrit ve baskılar bu savaşın parçası olarak daha yoğun biçimde yürütülmektedir. Bizim Önder Apo’yla herhangi bir iletişimimiz yoktur. Durumu hakkında bilgimiz yoktur. Bu konuda sorumluluk duyması gereken uluslararası güçler de bu ağır tecrit karşısında sessiz kalmaktadırlar. Geçen yaz CPT’nin İmralı’ya gittiği söylendi. Ancak CPT bu konuda hiçbir bilgi vermemiştir. Bu da tabii ki halkımız tarafından tepkiyle karşılanmaktadır.
Son dönemlerde özellikle de Avrupa’daki halkımız ve dostlar Önderliğimiz üzerindeki izolasyonun kaldırılması ve Önderliğimizin sağlığı konusunda bir eylemlik içerisine girmiştir. Fakat bu konuda Türkiye de herhangi bir esneme ortaya çıkmıyor. Uluslararası kurumlar da bu konuda Türkiye’nin siyasetini aşan yeni bir bakış açısına sahip değiller. Onlar da Kürtlerden çok faşist ve soykırımcı AKP iktidarının hassasiyetlerini dikkate almaktadırlar. Halbuki İmralı’da hem Türkiye’nin anayasası ve yasası hem de uluslararası hukuk çiğnenmektedir. Türkiye açıkça suç işlemektedir. 6,5 yıldır hiçbir avukatın görüşmemesi, aile ziyaretlerine yasak konulması, başka tutuklu ve hükümlülerin kullandığı imkanları kullanamaması zaten açık bir suç işlemedir. Uluslararası kurumlar da tek kişiye yönelik yasa ve uygulamalara sessiz kalarak bu suça ortak olmaktadırlar.
Önder Apo’nun sağlığı ve güvenliği konusunda da hiçbir bilgiye sahip değiliz. DAİŞ ve El Nusra ile ilişki içinde olan, şu anda MHP başta olmak üzere Türkiye’deki tüm Kürt düşmanlarıyla ittifak kuran bir AKP iktidarının Önder Apo’ya yaklaşımının ne olacağı açıktır. Bu konuda halkımız sürekli bir duyarlılık ve mücadele içindedir. Bizim açımızdan da Önder Apo’nun sağlık ve güvenliğinin nasıl bir hassasiyet konusu olduğu bilinmektedir. Ancak şu anda İmralı’daki durumun faşist AKP-MHP ittifakıyla Kürt halkının özgürlük mücadelesi arasındaki mücadele çerçevesinde nasıl olacağı da anlaşılır. Önder Apo’nun duruşu direniştir; AKP-MHP faşizminin de çok boyutlu bir baskı yürütmedir.
Türkiye hHükümeti PKK ve PYD-YPG arasında herhangi bir farkın olmadığını söylüyor ve bunda ısrar ediyor. Rojava’daki Kürtler gerçek anlamda otonom mudurlar ya da alınan kararlarda PKK’nin payı var mı? Yoksa PKK’nin etkisi sadece manevi moral etki midir?
PKK Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan bir örgüttür. Kürt sorunun çözümünün de Türk devlet zihniyetinin değişmesi sonucunda gerçekleşeceğine inanıyoruz. Türkiye’de demokratik zihniyet gelişmeden Kürt sorununun çözülemeyeceği netleşmiştir. Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt sorununun çözümü önündeki en temel güç de Türkiye’dir. Türkiye’de Kürt sorunu çözülse Kürdistan’ın diğer parçalarındaki sorunlar da kısa sürede çözülür. Bu açıdan PKK’nin öncülük ettiği mücadele aynı zamanda Kürdistan’ın bütün parçalarının özgürlük mücadelesidir. PKK’nin diğer parçalardaki siyasal mücadeleler açısından etkisi hem Türkiye’de yürütülen mücadelenin karakteriyle bağlantılıdır, hem de Önder Apo’nun ideolojik ve siyasi çizgisinin diğer parçalarda yarattığı etkiyle bağlantılıdır. Önder Apo’nun 20 yıl Suriye Kürtler içinde çalıştığı bilinmektedir. Önder Apo’nun toplumu etkileme gücü çok fazla olduğundan burada gelişen siyasal mücadeleyi de etkilemiştir, etkilemektedir. Özellikle Kürt kadınlarının bu alanda önderliğe bağlı olduğu bilinmektedir.
Suriye’de Rojava denilen Kürdistan parçasının özgünlüğü bulunmaktadır. En küçük parça olduğundan buradaki halkın diğer parçalardaki mücadeleye her zaman ilgisi olmuştur. Kürdistan’ın diğer parçalarındaki özgürlük mücadelesinin kendilerini de etkileyeceğini düşünmüşlerdir. Bu yönüyle birçok Kürt hareketiyle ilişkilenen bir Kürt toplumsal gerçeği bulunmaktadır. Ancak doğal olarak Kuzey Kürdistan’ın bir parçası olduğundan en fazla da PKK’nin öncülük ettiği özgürlük mücadelesinden etkilenmişlerdir. Önder Apo’nun bu alanda çalışması ve ideolojik-siyasi çizgisinin Kürt sorununun çözümü açısından en çözümleyici nitelikte olması da Rojava’da gerçekleşen devrimi etkilemiştir. Ancak Suriye’de de bir Kürt sorunu vardı, Kürtler orada da kimliğini, kültürünü geliştirme imkanı bulamıyordu. Hatta birçoğunun kimliği bile yoktu. Bu yönüyle hem diğer parçalarla ilgilenmesi ve etkilenmesi Rojava toplumunu ulusal düzeyde politikleştirdiği gibi, tüm parçalardaki mücadeleden etkilenerek özgürlük ve demokrasi eğilimleri gelişmiştir. Öte yandan binlerce Kürt genci Kürdistan’ın tüm parçalarında yürütülen mücadelede yaşamlarını yitirmişlerdir ya da yaralanmışlardır. Bu açıdan savaşa uzak bir topum olmamıştır. Suriye’de kriz ortaya çıktıktan sonra erkenden örgütlenmeleri, hemen her türlü saldırıya karşı kendilerini koruyacak konuma ulaşmaları bu karakterleriyle bağlantılıdır.
Şu açıktır, PYD hem Önder Apo’nun Suriye’de yarattığı etkiyi, hem de Önder Apo’nun ideolojik çizgisinin güçlü etkisini kullanarak kendini örgütlemiş bir partidir. Ancak PKK ile doğrudan bağı olan bir parti değildir. PKK’nin yoğunlaştığı alan Bakurê Kurdîstan’dır. Bu yönüyle örgüt, program ve mücadele çizgisi farklıdır. Farklı konumu olan bir Kürdistan parçasının PKK tarafından yönetilmesi ve yönlendirilmesi söz konusu olamaz. Hele Suriye gibi Üçüncü Dünya Savaşının yoğun olarak sürdüğü bir alanda o alanın koşullarına göre bir örgüt ve yönetim gerçeği ortaya çıkmazsa, ortaya çıkan ne siyasi ne de askeri sorunlara çözüm olabilir. Toplumsal sorunlara zaten dışarıdan bakışla çözüm bulunamaz. Bu yönüyle PYD’nin PKK ile bir olduğunu söylemek var olan gerçekliği çarpıtmaktır. İdeolojik-siyasi olgular ne sınır tanır ne dağı ne denizi, ne de okyanusu engel tanır. Kaldı ki Önder Apo 20 yıl orada çalışmış, halkın çoğunluğuyla gönül bağı kurmuştur. Buna bir de ideolojik etki eklenince ortaya çıkan tablo belli olur. PKK’nin oradaki devrimle ne doğrudan ilgisi vardır, ne de aldıkları kararlar üzerinde örgütsel bir etkisi vardır. PKK’nin Rojava Devrimiyle ilişkisi moral destektir.
Rêber Apo’nun geliştirmiş olduğu paradigma sadece PKK’nin siyasal programına hitap etmemektedir. Önder Apo’nun çizgisi ve paradigması ne sadece PKK ile ne de Kürtlerle bağlantılıdır. Önder esas olarak Ortadoğu halkları ve insanlık açısından bir paradigma ortaya koymuş bulunmaktadır. Böyle bir paradigmaya da herkesin sahiplenmesi ve bu paradigma doğrultusunda mücadele etmesi anlaşılır bir durumdur. Türkiye’deki devrimciler de İspanyollar da bu paradigmayı alıp İspanya’nın demokratik toplumcu bir sisteme kavuşması mücadelesi verebilirler. Biz sadece Kürtlere ve Ortadoğu halklarına değil, İspanya, Avrupa ve tüm dünya halklarına da bu paradigma temelinde yeni bir demokratik ve özgürlükçü sistem yaratma mücadelesi vermelerini öneririz. Bu da bizim hakkımızdır.
İspanya’ da Önder Apo çizgisinde bir örgüt ortaya çıkarsa bu örgütü PKK’nin yönettiği söylenebilir mi? Böyle bir örgüt ancak ideolojik-politik yaklaşım nedeniyle PKK ile ilişkilenmek ister. PKK ile PYD ilişkisini böyle değerlendirmek gerekir. Türk devleti böyle bir durumu gerekçe yaparak PKK ile PYD’yi özdeşleştirmeye çalışıyor. Öte yandan PKK bazı ülkeler tarafından Türkiye ile çıkar ilişkileri nedeniyle terör örgütü listesine konulmuş. Türkiye böyle bir bağlantı yaratıp PKK’nin terör listesine alınması ekseninde Rojava Devrimini de boğmak istiyor. Diğer ülkeleri de Rojava Devrimiyle karşı karşıya getirmek istiyor. Kürt düşmanlığını böylece örtmeye çalışıyor. PKK ile PYD’yi ilişkilendirmesi kesinlikle Kürt düşmanlığıyla ilgilidir; Kürtlerin Rojava’da özgür ve demokratik yaşama kavuşmalarını engellemeyle ilgilidir. Eğer Türkiye ile çıkar ilişkileri temelinde olguya bakılmayacaksa gerçek böyledir. Bu yönüyle Türk devletinin bu tür söylemlerini dikkate almak ve bunu bir sorun haline getirmek doğru bir yaklaşım değildir. PKK Türk devleti ile 40 yıldır bir savaş yürütüyor. Bu açıdan PKK’ye terörist demesi anlaşılırdır. Zaten terörizm kavramı da herkese göre değişiyor. Her iktidar ve en çok da baskıcı güçler kendi muhaliflerini terörizm söylemiyle engelliyorlar. Böylece halklara karşı yaptıkları zulmü meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Kaldı ki Rojava Devriminin Türkiye’ye karşı yönelik eylemleri olmamıştır. Aksine Türk devleti sürekli Kuzey Suriye alanlarını bombalamaktadır. Sınırda birçok insanı katletmiştir. Bunun hesabını vereceğine PYD’yi ve Rojava Kürdistan halkını suçlamaktadır. Türkiye’nin Kürt düşmanlığının sorgulanması gerekir. Sadece kendi sınırları içinde değil, tüm diğer parçalarda Kürtlerin mücadelesine karşıdır. Suriye’de Kürtler hak kazanır ve demokratikleşme gerçekleşirse bunun Türkiye’deki soykırımcı rejimi sarsacağını düşünmektedir. Kürt düşmanı gerici siyasi sistem kendini ayakta tutmak için Rojava’daki halkın mücadelesini terörizmle suçlayıp buna dayanarak Kürt halkının özgürlük ve demokrasi özlemini bastırmak istiyor. Türk devletinin PKK ile PYD ilişkisi şöyledir, böyledir demesi tamamen bu anlayışın sonucudur.
PKK’nin Suriye’de bulundurduğu savaşçı sayısı ne kadardır? Sincar, Kandil ve Irak içerisinde PKK’nin savaşçı sayısı ne kadardır? PKK’nin Sincar’daki pozisyonunu koruma isteminin nedeni nedir?
PKK’nin Suriye’de savaşçısı bulunmamaktadır. Kuşkusuz daha önce PKK içinde olup Suriye’de siyasi kriz ortaya çıkınca Rojava’ya geçen savaşçıları olmuştur. Bunlar bizzat Rojava halkının gençleridir. Siyasi kriz olunca haklı olarak oraya gitmek istemişlerdir. Kimseyi de zorla tutamayacağımıza göre PKK içinde olan bir kısım kadro ve savaşçı gitmiştir. Sadece krizin çıktığı dönemde gidenler olmuştur. Bunun dışında hareketimizin oraya gönderdiği savaşçı bulunmamaktadır. Ancak Kobanê kuşatmaya alındığında nasıl ki tüm dünya Kobanê halkına sahip çıktıysa, PKK ve kuzey Kürdistan halkı da sahip çıktı. Kobanê sınırında halk sürekli destek verdi. Bu destek sırasında yüzlerce PKK sempatizanı Kobanê’de gitti savaştılar, şehit düştüler. Yine Türkiye sınırları içinde Türkiye’ye karşı savaşan az sayıda gerilla da Kobanê direnişine giderek Kobanê direnişçileriyle omuz omuza savaştılar. Bunlar dışında PKK’nin Rojava’da ve Kuzey Suriye Federasyonunda bulundurduğu savaşçı yoktur.
HPG gerillalarının Şengal’de bir soykırımı önlediği açıktır. HPG gerillaları bu fedailikleriyle sadece Irak ve güney Kürdistan yönetimini değil, tüm dünyayı da bir utançtan kurtarmıştır. Bu açıdan Irak’ın da Güney Kürdistan yönetiminin de tüm dünyanın da Êzidîleri soykırımdan kurtaran gerillalara minnet duyması ve teşekkür etmesi gerekir. PKK ve bir bütün olarak Kürt Özgürlük Hareketi Êzidî halkına karşı tarihi bir sorumluluk duymaktadır. Tarihin en eski inancı ve halkımızın en fazla ezilen parçası olan Êzidîlere karşı hem ahlaki hem de siyasi sorumluluğumuz bulunmaktadır. Artık Êzidîlerin bir daha soykırıma uğramayacak düzeyde kendilerini yönetecekleri bir özerk yaşama kavuşmaları gerekmektedir. Kendilerine ait öz savunma oluşturmaları gerekmektedir. Eğer 12 gerilla Êzidî soykırımını önlediyse, bu 12 gerilla direnerek hem Rojava’dan hem de Kandil’den desteğe gelen savaşçılarla soykırımı önlediyse, Êzidîlerin de öz savunması olsaydı bu soykırımı önlerdi. Hem de fedaice direnirlerdi. Ancak DAİŞ saldırdığında ne Irak ordusu ne KDP’nin peşmergeleri Êzidîleri savunmuştur. Bu gerçek ortadayken Êzidîlerin konumunun 3 Ağustos 2014 öncesi gibi olması kabul edilebilir mi? Biz kabul etsek bile insanlık kabul etmemelidir. Bu açıdan biz Êzidîler özyönetime ve kendilerini savunacak duruma kadar Şengal’de ve çevresinde kalma sorumluluğunu taşıyoruz. Tüm insanlık adına bu sorumluluğu taşıyoruz. Gerillalar oraya müdahale ettikten sonra Êzidî halkının kendi kendini yönetmesi ve öz savunma gücüne kavuşması için gerekli desteği sunmuştur. Şu anda Êzidîler kendi öz savunma güçlerini (YBŞ) kurmuşlardır. Binlerle ifade edilen bir YBŞ savunma gücü vardır. Şengal’deki esas askeri güç bunlardır. Birkaç yüz gerilla da bunlara eğitim vermekte ve bazı stratejik yerleri korumaktadırlar.
Kandil’deki gücümüz konusunda herkes bir sayı söylemektedir. Türk devletine göre Kandil ve Türkiye içinde 7-8 bin civarında gerilla bulunmaktadır. Dışarıdaki gözlemciler ise 10 bini aşkın olduğunu belirtmektedirler. Kuşkusuz Medya Savunma Alanlarında sadece gerilla güçleri yoktur; birçok çalışma içinde olan birimlerimiz de bulunmaktadır. Bunlar da eklendiğinde sayının ne düzeyde olduğu anlaşılır.
Irak içinde askeri güçlerimiz ise Maxmur ve çevresinde bulunmaktadır. Çünkü DAİŞ oraya da saldırmıştı; orada da bir Kürt katliamı gerçekleşecekti. Ancak orada halktan milisler direnerek bu saldırıyı püskürttüler. Bu süreçte gerillalar da onların yardımına gittiler. Böylece sadece Maxmur’u korumadılar, Hewler’in DAİŞ tarafından ele geçirilmesini de engellediler. Eğer Maxmur düşseydi Hewler’in kapısı da açılacaktı. Nitekim bunun bilincinde olan Mesut Barzani daha sonra Maxmur’a giderek gerillalara teşekkür etmiştir. Şu anda Maxmur’u koruyan birkaç yüz civarında gerilla ve yine o sayıda Maxmur halkından milisler bulunmaktadır. Oradaki gerilla varlığının da hem tüm Kürtler açısından hem de insanlık açısından bir değeri olduğu açıktır. Türk devleti hem Şengal’de hem de Maxmur’da katliamları önleyen gerillaya düşmanlık yapmaktadır. Türk devleti Kürtlerin kendini savunan güçlere sahip olmasını istememektedir. Türkiye’ye göre Kürtler iradesiz olmalı, her gelen Kürtlerin kafasına vurmalıdır. Biz bu yaklaşımı bildiğimizden tabii ki her yerde olduğu gibi Başurê Kurdîstan’da da halkımızı savunmaya devam edeceğiz.
Batı medyasının birçoğu PKK’den söz ederken ondan halen Marksist bir örgüt olarak söz ediyorlar. Apoizmin kendi ilk ideolojik faraziyelerini tadil ettiğini ve konfederalizme kaydığını görüyoruz. Anarşistlerin vasıflarını kabul ediyor musunuz? Bugünlerde PKK anarşist bir eğilimli örgüt müdür? Muray Bookchin ideolojik doğrultusunda etkisi gerçek midir yoksa bir söylence midir?
PKK ortaya çıktığında Marksist bir örgüt olarak ortaya çıktığı doğru. Ancak hem reel sosyalist ülkelerin ortaya çıkardığı pratik ve yaşadıkları sorunlar; arkasından bunların birer birer çözülüşü klasik sosyalizmin teorisinin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Reel sosyalizmin çözülüşünü sadece dış güçlere bağlamanın doğru olmadığı düşünülerek teorideki eksiklikler üzerinde yoğunlaşıldı. Önceden de Sovyetler Birliğindeki pratiğe yönelik eleştiriler vardı. Ancak bu eleştiriler köklü olmuyordu. Köklü eleştiri yapmanın zemini bulunmuyordu. Aslında bizler de sosyalist çevrelerin reel sosyalist pratiğe yönelik eleştirel yaklaşımları yetersiz kalıyordu. Ancak reel sosyalizmin dağılması eleştiri yapma önündeki engelleri kaldırmış oldu. Öte yandan Önder Apo da bütün çabalarına rağmen mücadelede bazı sıkıntılar yaşanmasını zihniyet ve pratikte tekrarlar olmasını da köklü ele almak istiyordu. Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte Önder Apo felsefe, ideoloji, paradigma ve bir bütün olarak zihniyet konusunda sorgulamalar içine girdi. En başta da örgüt içinde demokratik yaklaşımı geliştirmeye çalıştı. Eskiden beri eleştiri ve özeleştiri düzeyi vardı, ama bunu daha da derinleştirdi. Kadın konusunda da erkek egemenliğini kırma yaklaşımı ve pratiği geliştirmeye çalıştı. Tüm bunlar hareketin ideolojik olarak özgürlükçü ve demokratik temelde gelişmesinin önünü açmaya yönelikti. Ancak yoğun pratik içinde olunması ve örgüt içinde bazı tasfiyeci eğilimlerin çıkması bu çabaların daha köklü olmasını engelliyor, sekteye uğratıyordu. Önder Apo, uluslararası komployla esaret altına alınınca yoğunlaşmalarını daha da derinleştirdi. Komployla karşı karşıya gelmenin bir yanının da partinin ideolojik, teorik ve bu temelde de pratikte yaşanan tıkanıklıklar olduğunu düşünerek bu yoğunlaşmalarını hem reel sosyalizmin pratiğini eleştirme hem de hareketin pratiğinin özeleştirisini verme temelinde daha da kapsamlılaştırdı. Önder Apo bu temelde paradigmanın en başta da devletçi ve iktidarcı olmasının hem reel sosyalizmi başarısızlığa götürdüğünü hem de hareketimizin yaşadığı tıkanıklıklara neden olduğu tespitini yapmıştır. İktidarcı devletçi anlayışın bütün sorunların kaynağı olduğunu vurgulayarak bu temelde ele alınan ulusal kurtuluşçu yaklaşımların da yanlışlığını ortaya koymuştur. Her ulusa bir devlet anlayışının özgürlük ve demokrasiyle, ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla alakası olmadığını, devlet olmadan da özgür ve demokratik yaşamın sağlanacağını ve ulusal özgürlüğe kavuşulacağını ortaya koymuştur.
Öte yandan dar sınıf yaklaşımının doğru olmadığını, sınıflaşmanın ve sömürünün var olması gerçek olsa da esas olarak da toplumu savunmanın amaç olması gerektiği vurgulanmıştır. Zaten sosyalizm toplumculuk ve toplumu savunmak demektir. Toplumculuğu geliştirmek açısından da sadece sınıf yaklaşımının yeterli olmayacağını, kadın özgürlükçü yaklaşımın ve ekolojinin de sosyalizmin temeli olması gerektiğini tarihsel toplumu çözümleyerek ortaya koymuştur. Bunu yaparken daha önce feminist hareketlerin, ekolojistlerin düşünce yoğunlaşmalarından da yararlanmıştır. Bunları yaparken onların eksik yanlarını da kapsamlıca eleştirmiştir. Önder Apo’nun demokratik sosyalizm mücadelesinde feministler, çevreciler, çeşitli kültürel akımlar, barış hareketleri, anarşistler ve birçok demokratik eğilimi ve devlet dışı kurumları da sistem karşıtı hareketler olarak ele almaktadır. Bunları da demokratik sosyalizm mücadelesinin bileşenleri olarak görmektedir. Marksizm en temelde iktidar ve devlet anlayışı konusunda eleştirilirken, sosyalizme de ancak demokrasiyle ve demokratikleşmeyle ulaşılabileceği vurgusu yapılmıştır. Bu yönüyle sosyalizmin büyük önderleri olan Marks ve Engels’in emeklerine büyük değer verilirken, ama teorilerinin eksiklikleri de ciddi biçimde eleştirilmiştir. Bu açıdan klasik Marksizm’den farklı bir ideolojik-teorik duruş ve paradigma ortaya çıkarılmıştır. Kuşkusuz bu paradigmanın ortaya çıkmasında Marks, Engels ve bu çizgide yoğunlaşan ve mücadele edenlerin de büyük emeği vardır. Hareketimiz de o gelenekten beslenmiş, yeni paradigmayı da onların teori ve pratiğinin eleştirisi üzerinden geliştirmiştir. Marksizm’in eleştirisi yanında, anarşistler de eleştiriye tabii tutulmuştur. Onların devleti eleştirmeleri anlamlı bulunmakla birlikte, alternatifi ortaya koyamamaları eleştirilmiştir. Öte yandan anarşistlerde örgüt ve siyasal mücadele açısından mücadeleyi başarıya götürecek bir kurumlaşma ve tutarlılık zayıftır. Marksizm’e ve anarşizme yönelik eleştiriler temelinde ahlaki-politik değerlerle yüklü örgütlü demokratik topluma dayalı demokratik konfederalizmi devletçi ve sömürücü sisteme karşı alternatif olarak ortaya koymuştur. Bu alternatif sistemi yaratan paradigmaya da kadın özgürlükçü demokratik ekolojik toplum paradigması denilmiştir. Özcesi Önder Apo’nun çizgisinde inkarcılık yoktur. Marksizm’in de Anarşizmin de yarattığı önemli değerler ve Önder Apo’nun yeni paradigmasını yaratmada önemli katkıları olduğu gibi, bu akımların eleştirilecek ciddi yanları da vardır. Bunlar da çok kapsamlı ideolojik-teorik çözümlemelerle ortaya konulmuştur.
Marks ve Engels’in kapitalizm çözümlemeleri anlamlıdır ve değerlidir. Sosyolojik olarak da toplumsal ve siyasal mücadelelerin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak kapitalizmin daha çok ekonomik olarak ele alınması, kapitalizme karşı mücadelenin bütünlüklü verilmesinde ciddi yetersizlikler ortaya çıkarmıştır. Hatta kapitalizme karşı çıkılırken onun yaşam biçiminin ve zihniyetinin birçok bakımdan bırakılmaması durumu ortaya çıkmıştır. Sosyalizmle bağdaşmayacak biçimde endüstriyalizmin kutsanması, kadın özgürlüğünün sosyalizm açısından öneminin yeterince farkına varılmaması, toplumculuğun ancak demokrasiyle sağlanabileceğinin görülmemesi pratiğin ciddi eksiklikler yaşamasını beraberinde getirmiştir. Sosyalizmin demokrasi temelinde değil de proletarya diktatörlüğüyle sağlanacağının söylenmesi zaten teorideki yetersizliğin çok ciddi olduğunun kanıtı olmaktadır. Böylece sosyalizmin özü zedelenerek özgürlükçü ve demokratik yanı olmayan bir siyasal sistem ortaya çıkması, kapitalizmin eleştirilerinde de yetersizlik olduğunu, bu temelde de öngörülen sosyalizmin yetersiz kaldığı ortaya çıkmıştır.
Önder Apo’nun geliştirdiği paradigmayı anlamaya çalışırken eski anlayış ve algılarla değerlendirmek doğru olmaz. Önderliğin paradigmasını Marksist ya da anarşist bakış açısıyla anlayamayız. Biz şimdi Marksizm’den, anarşizmden birçok tarihsel direnişten ve şahsiyetten de yararlanıyoruz. Birçok feminist hareketin kadın özgürlüğü konusundaki görüşlerinde olumlu yanlar olmakla birlikte ciddi eleştirilecek yanlar da bulunmaktadır. Özcesi Marksizm, anarşizm, feminizm ve çevrecilerle sorunların ele alış ve çözümünde köklü yaklaşım farklılıklarımız bulunmaktadır. Önemli olan bütün bu farklılıkları ve ortak yanları çok iyi görüp bunların bir potada doğru değerlendirilmesidir.
Önderliğimiz bu paradigmasının temelini “Bir Halkı Savunmak” adlı eserinde şu cümleler ile dile getiriyor: “Kişisel ve toplumsal temelimin teorik güce ulaşmamda rolü olmakla birlikte, esas etken tarihsel toplumu tüm sistematik yapısı içinde anlayabilmemdir. Anlayabilmenin altında ise yaşadığım mücadelenin özellikleri ve sorumluluk sahibi olmayı başarabilmem yatmaktadır.” Yani yaşadığı pratiğe, tarihe ve topluma karşı sorumlu bir davranış göstermiştir. Tarihe ve topluma karşı bu sorumlu davranışı, sosyalizme de sosyalist ideolojiye de, bunun için emek veren, fedakârlık yapan, şehit düşenlere karşı da sorumluluk duymak olarak ele almak gerekir. Sadece sosyalist önderlere değil, tarih boyu toplumcu değerlerle yaşayan, toplum için düşünen tüm düşünce insanlarına ve toplum için verilen mücadelelere de gereken değer verilmiştir.
Muray Bookchin’in de Önder Apo’nun paradigmasının oluşumunda katkıları olduğu açıktır. Bookchin’in en fazla da konfederalizm ve ekoloji değerlendirmelerinden yararlanmıştır. Ama sadece Muray Bookchin’den değil birçok siyasal akımdan, aydın ve entelektüel kişiden de yararlanmıştır. Wallerstein, Nietzsche, Foucault, Gunter Frank’tan, Broudel ve daha birçok entelektüel, sosyalist, devrimci, anarşist felsefeciden yararlanmıştır. Bunlardan yararlanırken tabii ki eleştirel yaklaşımı bırakmamıştır. Birçok düşünce insanından ve akımlardan yararlanmıştır, ancak bunların hiçbirisinin Önder Apo’nun ideolojik doğrultusunu belirleyen olmadığı açıktır. Paradigmada Önder Apo’nun özgünlüğü baskındır.
Siz ulusalcı mücadeleyi sadece stratejik nedenlerden dolayı mı ret etmişsiniz yoksa gerçekten bir ulus-devlet kurma mücadelesinden tamamıyla mı vazgeçmişsiniz? Başka bir deyişle, siz Kürt halkının ulusal kurtuluşu için savaşmayı durdurmuş musunuz? Öyleyse, niye ve kimin için savaşıyorsunuz?
Biz Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesinden vazgeçmiş değiliz. Aksine ulusal kurtuluşu en doğru ve etkili biçimde yapmayı hedefleyen bir hareketiz. Ulus devletçiliğin 20. Yüzyılı nasıl kana buladığını biliyoruz. 20. Yüzyıl, insanlık tarihinin en kara yılıdır. Bunu sağlatan kapitalizmin ulus devlet anlayışıdır. Ulus devlet, kapitalizmi var eden siyasal formdur. Devlet zaten insanlık açısından baskı, sömürü ve zulüm getirmiştir. Bu açıdan Önder Apo’nun paradigmasında devlete yer yoktur. İdeolojik, teorik ve paradigmatik olarak devleti dışlayan bir hareketiz. Devlet, hiçbir halka ve insanlığa yarar getirmediği gibi, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halklar açısından da özgürlük ve demokrasi getirmemiştir. Birçok ulusal kurtuluş hareketi emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele vermiş, ama sonunda ortaya çıkan devletler ulusal kurtuluş mücadelesi veren halk üzerinde zulüm ve baskı uygulayan otoriter devletler haline gelmişlerdir. Bu açıdan insanlık için her türlü baskıdan kurtulmanın yolu demokrasidir. Tabii ki gerçek demokrasidir, toplumcu demokrasidir. Yerel özerkliklere dayalı toplumcu demokrasinin olduğu yerde herhangi bir halk baskı ve sömürü altında olmaz. Yerel özerkliklere dayalı toplumcu demokrasinin olduğu yerde farklı kültürlerin, kimliklerin ezilmesi ve soykırıma uğratılması olmaz. Bu açıdan biz ulusal kurtuluş mücadelesinden vazgeçmiş değiliz. Zaten hala çok şiddetli mücadele vermemiz ve en ağır saldırılar altında bulunmamız bunun ifadesidir. Türk devletinin Kürtleri soykırıma uğratmak isteyen soykırımcı sömürgeciliğe karşı mücadele ettiğimiz için çok ağır saldırılar altındayız. Çünkü Türk devleti bırakalım Kürt halkının demokratik özerklik temelinde kendi kendini yönetmesini tanımayı, var olmasını bile tanımıyor. Demek ki, demokratikleşme temelinde halkların özgür ve demokratik yaşamını kazanmak açısından da büyük mücadele vermek gerekiyor.
Biz yeni paradigmamızdaki ulusal kurtuluşçuluğu demokratik ulus temelinde özgür ve demokratik yaşamı kazanmak olarak ifade ediyoruz. Bir ulus devleti hedeflemiyoruz. Ancak Kürtlerin devlet olmadan kendi kimliği ve kültürüyle, özyönetimiyle ve öz savunmasıyla özgür ve demokratik yaşama kavuşmasını hedefliyoruz. Bunu da bölge ülkelerinin demokratikleşmesiyle iç içe ele alıyoruz. 19. Ve 20. Yüzyıllarda ulusal sorunları esas olarak yaratan kapitalizmi var etmenin formu olan ulus devlet anlayışıdır. Ulus devlet anlayışı, Avrupa halklarına da hayır getirmemiştir. Ortadoğu’da sorunları ağırlaştırmıştır. Bu açıdan biz ulusal sorunların ve farklı etnik ve inançsal sorunların çözümünü ulus devleti hedeflemeyen demokratik ulus anlayışında görüyoruz. Demokratik ulus anlayışı doğal olarak yerel özerklikleri esas alan bir demokrasi anlayışıdır. Zaten günümüzde bu sorunların başka türlü çözülmesi mümkün olmadığından birçok yerde yerel demokrasiye dayalı özerklikler ya da federasyonlar bu tür sorunların çözümü için esas alınmaktadır. Ulus devlet, Ortadoğu’da sorunları bu kadar ağırlaştırmışsa, biz neden sorunları ağırlaştıran ulus devlet anlayışıyla hareket ederek sorunları daha ağırlaştıran ve çıkmaza sokan bir zihniyet ve politikayla hareket edelim? Bizim bu anlayışımız taktik değildir; ideolojiktir, teoriktir ve paradigmatiktir. Bu yönüyle stratejiktir. Bu strateji de demokratik ulus anlayışıyla demokratikleşme temelinde sorunları çözme stratejisidir. Biz sosyalist bir hareketiz. Aslında sosyalist harekette başından itibaren ulus devlet anlayışının olmaması gerekiyordu. Sosyalistler halkların kardeşliğini esas alır. Sosyalistlerde milliyetçilik yoktur. Uluslararası karşıtlık ve düşmanlık da yoktur. Bu yönüyle başından itibaren ulusal sorunun çözümünü her ulusa bir devlet olarak ele almak yanlıştı. Aslında bu zihniyet kapitalizme ve ulusal burjuvalara dayanan zihniyetti. Bunun da halklara nasıl yıkım getirdiği açıktır. Artık Avrupa bile her ulusa bir devlet anlayışını bıraktığı gibi, ulus devlet anlayışıyla farklı ulusların ve kimliklerin iradesini kıran ideolojik zihniyeti ve siyasi anlayışı da bırakmıştır. Nitekim Avrupa’da bu tür sorunlar özerklik ve federasyonlarla çözülmektedir. Doğru çözümün bu olduğunu düşünüyoruz.
Kürtler Önder Apo çizgisindeki ulusal kurtuluşçulukla devletçi zihniyetle kazanacaklarını düşündüklerinden kat kat fazla kazanacaklardır. Kürtler demokrasi ve özgürlüklerdeki öncülükleriyle Ortadoğu’da 20. Yüzyılın yükselen halkı olacaklardır. Demokratik zihniyetleriyle Kürtler üzerindeki tüm soykırımcı oyunları bozacaklardır. Kürt halkının özgür ve demokratik yaşama mücadelesi, ulusal özgürlük mücadelesi Ortadoğu’da demokrasi ve demokratik devrim mücadelesi haline gelmiştir. Ulusal özgürlüğü devlet dışı aramak mücadeleyi gerektirmiyormuş gibi bir anlayış yanlıştır. Bizlerin demokratikleşme temelinde ortaya koyduğumuz Kürt sorununun çözümünü hala Ortadoğu’da hiçbir soykırımcı sömürgecilik kabul etmiş değildir. Irak’ta bile Irak demokratikleşmediği için Kürtlerin kazanımları güvencede değildir. Ya da Kürtler Irak’taki kazanımlarını Başurê Kurdîstan’ın demokratikleşmesi ve Irak’ın demokratikleşmesi temelinde güvenceye alma yaklaşımı içinde olmadıklarından tehlikeye atmışlardır. Irak’ta Kerkük ve tartışmalı bölgelerin Irak ordusu tarafından işgal edilmesi Güney Kürdistan’daki siyasi güçlerin devletçi ve milliyetçi yaklaşımlarının sonucu olmuştur. Eğer demokratik ulus anlayışıyla hareket etselerdi Kürtler bırakalım kazanımlarını kaybetmeyi, mevcut kazanımlarını daha da çoğaltır, Irak siyaseti üzerindeki etkilerini de arttırırlardı.
Tekçi zihniyetleri aşmak lazım. Ulus devlet tekçiliği ifade ediyor. Bu nedenle sorunları ağırlaştırıyor. Bu yönüyle özgürlük ve demokrasi kazanmak isteyenlerin tekçi, farklılıkları yok eden, milliyetçi ulus devletçi anlayışı savunmaları doğru ve tutarlı olmaz. En başta da kendilerine zarar verir. Bu açıdan bütün farklılıkların kardeşliğini, birbirini inkar etmeden birbirini tamamlayan ve demokratik birliğini sağlayan demokratik ulus anlayışıyla özgürlük ve demokrasi mücadelesini vermek çözümleyici bir mücadeledir. Bu yaklaşım sorunların çözümünü ağırlaştırmaz, kolaylaştırır. Bu yaklaşım aynı zamanda düşmanları azaltır, dostları çoğaltır. Öte yandan halklar, topluluklar binlerce yıldır yan yana yaşamışlardır, iç içe yaşamışlardır. Bunları keskin sınırlarla bölmek de birbirleriyle hasım haline getirmek de doğru değildir. Ulus devlet ve klasik ulusal kurtuluşçuluk halklar arası sorunları ağırlaştırdığı gibi, ulusal özgürlük kazandım diyen halklar da otoriter baskıcı rejimler altında yaşamaya mahkum olmaktadırlar.
Özcesi Kürtler özgürlük mücadelesinden vazgeçmemişlerdir. Ama bu mücadeleyi devleti hedefleyerek değil de demokratikleşmeyi hedefleyerek ve tüm komşu halkları da özgürleştirerek yürütmektedirler. Çünkü demokratikleşme sağlanmadan ve birlikte yaşanılan halklarla ortak mücadele vermeden özgürlüğün kazanılamayacağı açıktır. Ya da özgür ve demokratik yaşamın en doğru yolu devleti hedefleyerek değil de demokratikleşme temelinde olacağı yaklaşımıyla hareket edilmektedir. Bu nedenle bugün Kürtler Ortadoğu’da diğer halklarla düşmanlığı değil, kardeşliği geliştirmektedirler. Bunun da Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesini güçlendireceği ve kolaylaştıracağı açıktır.
Kürt kamuoyu için ne diyorsunuz? Ulusallık ve “Kürtlük” kimliği sıradan Kürtlerin zihniyetinden silinmeyeceğine dair hissim var. Biz sıradan insanların hala ulusalcı ve kabile kimliğine bağlı olduğunu seziniyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biz Kürtlerin ulusal kimliklerinin silinmesini savunmuyoruz. Hiçbir ulusun da kimliğinden, kültüründen vazgeçmesini kabul edemeyiz. Kürtlerin tarihsel olarak Kürtlük bilinçlerini reddetmiyoruz, hatta bu konudaki yetersizlikleri eleştiriyoruz. Kürtler ulusal kimliklerine ve kültürlerine sahiplenmeli ve bunun mücadelesini vermelidirler. Bu da yetmez; bulundukları alanlarda kendi kendilerini yönetmeleri ve öz savunmalarını kavuşmaları gerekir. Bırakalım Kürtlerin, biz başka kimliklerin bile kendi ulusal, kültürel, inançsal kimliklerini inkar etmesini kabul edemeyiz. Onlar da kendi kimlikleri ve kültürleri için özgürlük mücadelesi vermelidirler. Zaten bizim çizgimizde tüm farklılıkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini vermek vardır. Özgürlükçü ve demokratik karakteri de bundan kaynaklanır. Milliyetçilik sanki daha fazla Kürtlüğe sahiplenmekmiş, ulusal değerlere sahiplenmekmiş gibi bir yaklaşım var. Bu yanlıştır. Aksine milliyetçilik en başta da ezilen halklara ve kimliklere zarar vermektedir. Hala 20. Yüzyılın parametreleri ve paradigmasıyla düşünmek doğru değildir. Eğer 20. Yüzyılın ulus devletçi paradigması temelinde düşünme bırakılırsa doğru özgürlük anlayışının ne olduğu ortaya çıkar. 20. Yüzyılın paradigmaları özgürlük ve demokrasi iddiasında olan, bu temelde mücadele ettiğini söyleyen reel sosyalizmi ve bu temelde verilen ulusal kurtuluşçuluğuna da hayır getirmemiştir. Hepsinin akıbeti bellidir. Kürtlerde de ulusal haklar konusunda 20. Yüzyıl paradigması ekseninde düşünme vardır. Doğrudur, bu düşünme biçimi hemen giderilemez. Nitekim bu düşünce biçimi nedeniyle halk güney Kürdistan’da KDP’nin ulus devlet anlayışlı referandumuna destek vermiştir. Ama şimdi bundan büyük pişmanlık duyulmaktadır. Demek ki ulusallık, Kürtlük, özgürlük ulus devletle özdeşleştirilecek kavramlar değildir. Dolayısıyla da bu yönlü yanlış anlayışların giderilmesi tabii ki özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren aydınlara, yazarlara ve öncülere düşmektedir.
Özcesi, Kürtlerin temel ulusal özelliklerini açığa çıkarmak, geliştirmek ve bu özellikleri Ortadoğu halklarının ve insanlığın hizmetine sokmak bizlerin en temel görevlerindendir. Bu yönlü büyük bir çaba verdiğimiz ve önemli gelişmeler sağladığımız da açıktır. Ancak biz bunu Kürt’ün zihniyetini değiştirerek ve doğru özgürlük anlayışına kavuşturarak yapmaya çalışıyoruz. Artık aşılmış zihniyetleri ve politik anlayışları bırakarak Kürtlere daha fazla kazandıracak demokratik ulus ve demokratikleşme hedefli mücadeleyi geliştiriyoruz ve Kürtlerin temel mücadele biçimi haline getirmeye çalışıyoruz.
Birçok kişi Rojava devrimini savaş ve ABD ile işbirliğinden dolayı çalındığına inanıyor. Savaş durumunun sizin kardeşlerinizin bu konuda taviz vermeye zorladığınızı düşünüyor musunuz? Sizin Suriye’deki kardeşleriniz Amerikalıları rahatsız etmeden bir devrimi nasıl destekleyebilir yürütebilirler?
Savaş gerçekten Rojava devriminin çok tercih ettiği bir araç mıdır yoksa kendisini dayatan bir zorunluluk mu? Kürtlere dayatılmış bir savaş söz konusudur. Rojava Devrimi gerçekleştikten sonra Türk devleti ilk önce El Nusra’yı, sonra da DAİŞ’i Rojava devrimine saldırtmıştır. Türk devletinin de Kürtlerin varlığına düşman olduğu açıktır. Dolayısıyla Kürtlerin savaşı da bir var olma yok olma savaşı haline gelmiştir. Kuşkusuz savaş insanlık açısından zararlı bir olgudur. Ancak gerektiğinde de halkları ve toplulukları koruyan ve gelişmeleri yaratan bir olgu haline gelmektedir. Kürtler kendilerine dayatılan yok etme savaşına karşı ya direneceklerdi ya da sessiz kalıp yok edilmelerine razı olacaklardı. Yok etme savaşına her türlü savaş araçlarıyla gelen, hem de dünyanın en acımasız ve insanlık dışı olan El Nusra ve DAİŞ’e karşı sadece haklılıkla ya da doğru ideolojik-teorik söylemlerle varlık savaşı verilemezdi. Kuşkusuz savaşın getirdiği olumsuzluklar vardır. Savaş bazen toplumsal ve siyasal oyaların gerçek zeminden çıkmasını da sağlar. Savaş olmadan devrim korunsaydı, yine Rojava devrimine karşı düşmanlık yapılmasaydı, şiddetli süren savaş ortamı nedeniyle dış güçler devreye girmeseydi tabii ki doğru olan bu olurdu. DAİŞ öyle bir savaş gücü haline gelmişti ki, sadece Kürtlere için değil, tüm insanlık için tehlike arz etti. Bu nedenle de kendileri için tehlike görenler DAİŞ’e karşı tutum aldılar. Böylece DAİŞ’in bulunduğu alanlarda DAİŞ’e karşı olanlar arasında ilişkiler oluştu. Böyle ele alındığında dış güçlerin DAİŞ’e karşı mücadele nedeniyle Suriye ve Rojava alanına girmeleri Rojava Devriminin çalınması anlamına gelmez. Kuşkusuz Suriye’deki savaşı ve siyasi durumu karmaşık hale getirmiştir. Ancak Rojava devrimcilerinin DAİŞ’e karşı savaşmaları zorunluydu; DAİŞ karşı savaşan diğer güçlerle de karşı karşıya gelmeme politikası izlemek zorundaydı. Hatta DAİŞ’in insanlık dışı karakteri düşünüldüğünde Kürtlerin DAİŞ’e karşı savaşan güçlerle ilişki kurmaları da anlaşılır ve anlaşılması gereken bir durumdur.
Rojava’daki devrim sadece savaşla ilgili bir olgu değildir. Rojava Devriminin gücü ideolojik, siyasi ve toplumsal karakterinden gelmektedir. Savaş sadece silahlı araçlarla yürütülmüyor. Bu açıdan Rojava Devrimini çalmak kolay değildir. Kuşkusuz ABD ya da başka güçler Rojava Devrimini çizgisinden saptırmak, kontrol altına almak isterler. Aslında birçok güç şimdiye kadar bunu denedi. Ancak orada Önder Apo çizgisinde bir ideolojik mücadele var. Bir siyasal anlayış ve toplumsal sistem var. Kürt halkı Suriye’nin bölünmesinden yana değildir. Suriye’nin demokratikleşmesi ve Kürtlerin özgürlüğü temelinde Suriye’nin birliğinden yanadırlar. Rojava Devriminin ideolojik, politik ve toplumsal çizgisi sadece Kürtler açısından değil, Suriye halkları açısından da özgür ve demokratik yaşamın, barış ve istikrarın temelidir. Rojava devriminin güçlü yanı, askeri yanından çok ideolojik çizgisidir, siyasal ve toplumsal projesidir. Bu açıdan Rojava Devrimi bu güçlü yanıyla hem dış güçlere karşı hem de bölgesel güçlere karşı mücadele edeceklerdir. Kuşkusuz Rojava Devriminin eksik ve yetersiz yanları bulunmaktadır. Önder Apo çizgisinde pratikleşmede yetersizlikler bulunmaktadır. Ancak Rojava Devriminin ideolojik-politik çizgisini yenilgiye uğratmak kolay değildir. Öte yandan Rojava Devriminin savaş içinde ayakta kalması da onu güçlendirmiştir. Bu yönüyle ideolojik güçlenmesi yanında öz savunma olarak da güçlü bir pozisyon kazanmıştır. Rojava Devrimi bu iki gücünü de kullanarak Rojava Devrimini saptırmak isteyen tüm güçlere karşı direnecektir.
Türk devleti ve Suriye hala Rojava Devrimini tehdit etmektedirler. Özellikle Türk devleti Rojava Devrimini ve Kuzey Suriye’deki demokratik güçleri ezmek için fırsat kollamaktadır. Bu açıdan Rojava Devriminin askeri güç olarak da kendini güçlü kılması gerekiyor. Bu açıdan Rojava Devrimcilerinin ve Kuzey Suriye Devrimci güçlerinin öz savunmalarını güçlendirmesi devrimin zayıflaması ve çalınması değil korunmasıdır. Öte yandan bu savaşı yürütürken dünya ve Ortadoğu’daki çıkar mücadelesinden yararlanması da doğal karşılanmalıdır. Rojava’da hala öz savunma olmadan devrimin diğer boyutlarını korumak ve geliştirmek de mümkün değildir. Kuşkusuz Rojava Devrimcileri zor bir mücadele vermektedirler. Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı esas olarak Suriye üzerinde sürmektedir. Suriye’de Amerika, Rusya, Avrupa, İran, Suudi Arabistan, Mısır ve başka ülkeler de bir güç mücadelesi içindeler. Türkiye zaten başından beri savaş içinde aktif olarak yer almıştır. Hatta savaşın yıkıcı hale gelmesinde Türkiye’nin rolü belirleyici olmuştur. Tüm bu güçler kendi istedikleri doğrultusunda bir Suriye arzuluyorlar. Bu yönüyle PYD’nin Suriye’deki sorunlara bakışıyla tüm bu güçlerin Suriye’deki sorunlara bakışı farklıdır. Bu açıdan Rojava Devrimcileri ve Kuzey Suriye Demokratik Güçlerinin tüm bu güçlere karşı bir mücadelesi sürmektedir. İlişki içinde oldukları güçlere karşı da mücadeleleri sürmektedir. Tüm bu güçler ulus devlet anlayışındadır. Demokrasiden anladıkları da ulus devlet çerçevesindedir. Ancak Rojava Devrimcileri demokratik ulus çizgisinde örgütlü topluma dayalı demokratik konfederal sistemi hedeflemektedirler. Bu açıdan tüm bu güçlerle bir mücadele sürecektir. Belki Rojava Devrimcileri öngördükleri tüm amaçları bütünüyle gerçekleştiremeyeceklerdir. Ancak Rojava Devrimi çizgisi Suriye’yi de değiştirecektir; demokratik devrimci karakteriyle Ortadoğu’yu değiştirmede de rolünü oynayacaktır.
Suriye üzerinde de Rojava üzerinde de Amerika ve Rusya’nın mücadelesi vardır. Bunlar hem Rojava Devrimiyle ilişkilenmek istiyorlar hem de çelişki içindeler. Her iki güç de Rojava Devrimini etkileme yol, yöntem ve araçları kullanıyorlar. Ancak onların Rojava Devrimini çalmaları ve tasfiye etmeleri kolay değildir. Bu, ancak ve ancak askeri olarak şiddetli bir savaşla olabilir. Öte yandan Kürt halkı önderliğe bağlıdır. Kadınlar Önder Apo’nun çizgisine bağlıdır. Onlarca yıla dayalı demokratik devrimci bir gelişme vardır. Bu yönüyle Rojava Devrimcileriyle ve Kuzey Suriye Demokratik Güçleriyle ilişkide olmak isteyen her güç halkların demokratik ve özgür yaşamına saygılı olmak durumundadırlar. Rojava Devrimi kendi iradesini hiçbir gücün inisiyatifine bırakmayacaktır. DAİŞ’e karşı ortak mücadele verilmiştir. Bu mücadeleden herkes kazançlı çıkmıştır. Bu açıdan Rojava Devrimini kendi çizgilerine getirmek isteyen her güce karşı Rojava Devrimcileri direnir. Rojava ve Kuzey Suriye’de ciddi bir ideolojik, politik ve toplumsal mücadele sürecektir. Esas mücadele bu alanda sürecektir. Bu alanda da avantajlı olan ne ABD ne Rusya ne de mevcut Suriye rejimidir; Rojava Devrimcileridir. Rojava Devrimcilerinin iradesi hiç kimsenin elinde değildir. Kendi düşündükleri ideolojik ve siyasi çizgiyi, toplumsal yaşamı hakim kılmak için bundan sonra da mücadele edeceklerdir. Şu veyahut da bu gücün değil, halkın ve halkların çıkarını ve ihtiyacını karşılayan bir mücadele ve çalışma içinde olacaklardır. Önder Apo’nun çizgisiyle başka çizgiler karıştırılmamalıdır. Bu çizgiyi hiçbir güç kolay kolay kendi kontrolü altına alamaz. Aksine başka güçleri kendi mücadele çizgisine ve amaçlarına hizmet ettirir.
PKK’nin din konusunda resmi tutumu nedir? PKK dinci zihniyet ve özellikle İslam’ı kendi siyasi projesinin en büyük düşmanlarından birisi olarak görüyor mu? İslam’a saldırmadan halkın zihniyetini değiştirmek mümkün mü?
PKK’nin dine yaklaşımı Önder Apo’nun savunmalarındaki çözümlemelerde kapsamlıca ortaya konulmuştur. PKK’nin ilk çıkışından itibaren dini doğru anlama ve doğru yaklaşma anlayışı vardı. Önder Apo esaret altına düşmeden önce de dine devrimci yaklaşımı ortaya koymuştu. Önder Apo’nun yeni paradigması ve yoğunlaşmalarıyla dine yaklaşımda kapsamlı ve derin çözümlemeler geliştirilmiştir. Bunlar dini ya savunmak ya da karşı olmakla ilgili değildir. Dinin, tarihsel toplum içerisinde ortaya çıkışı ve işleviyle ilgilidir. Din tarihsel olarak ortaya çıkmış ve bir toplumsal ihtiyacı karşılamıştır. Din, bir dönemin temel zihniyet yapısıdır ve etkisi günümüzde de yoğunca görülmektedir. Nasıl ki bilimcilik bizim dönemimizin temel zihniyet yapısını oluşturuyorsa, din de ilk ve ortaçağ toplumlarının temel zihniyet yapısını oluşturmaktadır. Totem, toplumun kendi gücünün farkına varması ve insanlaşmasını ifade etmektedir. Toplumun kendi gücüne varması ve insanlaşmasının ifadesi olan toteme çıktığı koşullar itibariyle olumsuz yaklaşılabilir mi? Mesela animizm, doğal toplumun doğayı, evreni ve kendisini açıklama biçimi olmak kadar, toplumsal yaşamını örgütlemesinin de en temel zihniyet yapısını oluşturmaktadır. İnsan toplumlarının ilk ve en temel zihniyet biçimi olan animizm, bugün de birçok toplumun zihniyet kalıpları içerisinde varlığını sürdürmektedir. Hala günlük yaşamda birçok şeyin ruhlarla veya başka gizemli güçlerle ifade ve izah edilmesi, toplumların bu en eski zihniyet biçiminin günümüz toplumsal zihniyetleri içerisinde de varlığını sürdürmesiyle ilgilidir. O tarihsel ve toplumsal dönemde animizin üstünde bir düşünce biçimi yoktur. Toplum onunla kendisini var ediyor. Onun için inançlara bugünkü gözle bakmakla ve onları toptancı olarak geri bir zihniyet durumu olarak nitelemekle toplumu doğru çözümlemek ve doğru inşa etmek mümkün değildir.
Animizmden sonra mitoloji hakim inanç biçimi haline geldi. Toplumlar, mitolojik bakış açısıyla doğayı, evreni ve yorumlamaya ve yaşamlarını bu temelde oluşturmaya yöneldiler. Bu durum toplumlardaki zihniyet yapısının aşama kaydettiğini ifade eder. Bunu reddetmek toplumu reddetmektir. Bugün bilim neyse o zaman da mitoloji ve din oydu. Bugün doğa, evren ve toplum bilimle izah edilip örgütlendirilmeye çalışılıyor, o gün ise aynı şeyler mitoloji ve dinle izah ve inşa ediliyordu. Bunları çözümleyerek pozitif yönlerini toplumsal inşada değerlendirmemek kapitalist modernist bakış açısıdır. Daha önceki tarihsel toplumların değerlerini yok sayarak yeni toplumlar inşa etmek mümkün değildir. Kaldı ki toplumlar hem temel düşünce yapıları ve kültürleri, hem de kurumları itibariyle sıfırdan yaratılamazlar. Biz olguya böyle bakıyoruz. Tarihsel toplum olarak toplumların kendi dönemlerinde oluşturmuş olduğu zihniyetlerin gerekliliğine de inanıyoruz. Her tarihsel dönemi kendi gerçeği içinde kabul etmek gerekiyor. Animizm de, mitoloji de, dinler de tarihsel gelişimin zihniyet evreleridir. Bu perspektifle baktığımız zaman, genelde dine, özelde de İslam’a karşı olmak toplumsal olguyu anlamak kadar, toplumu çağdaş koşullarda inşa etmede de ciddi sorunlar ortaya çıkarır. Doğru olan şey, tarihsel toplumun hem zihniyet dünyasını, hem de maddi kültürünü iyi anlayarak, bunların pozitif ve negatif unsurlarını ayrıştırmak ve toplumu bu zihniyetlerin pozitif yanları ve çağdaş değerlerle birlikte yeniden inşa etmek gerekir.
İslam’a toptancı bir bakış açısıyla bakıp kökten reddetmek veya kutsamak son derece yanlıştır. Zaten bugün İslam dini etrafında yaşanan sorun ve kanlı çatışmalar da bu bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bir yandan İslam’ı tüm kötülüklerin anası gibi gören modernist bir bakış açısı var, bir yandan da İslam’ın en gerici yorumuna ve tutuculaşmış yanlarına en büyük kutsallığı atfeden bir anlayış vardır. Oysa İslam’ı veya başka herhangi bir dini, böylesi bir ikileme mahkum etmek, tarih ve toplum gerçeğinden kopmaktır. Dinin sınıflaşma, iktidarlaşma, devletleşme ile bağı olduğu gibi toplumsal ahlak ve kültürle de bağı vardır. Bütün inançların zaman içinde iktidarların toplum üzerinde hakim olma aracı olarak kullanıldığını bilmekteyiz. Bu çerçevede biz İslam’ı Kültürel İslam ve İktidar İslam’ı olarak ikiye ayırıyoruz. Kültürel İslam, esas olarak iyi, güzel ve doğru gibi temel ahlaki öğelere vurgu yapan, ritüelleri de bu değerlerin sürekli canlı tutulmasının bir ifadesi olarak ifa eden bir İslam’dır. Bu, tüm Müslüman toplumlarında yaygınca yaşanan İslam biçimidir. Bu İslam, hiç kimse için bir tehlike ve tehdit oluşturmamaktadır. Nitekim dünyanın her tarafından yüzbinlerce, milyonlarca insan günlük olarak İslam’ı bu tarzda yaşamaktadır. Asıl tehlikeli olan iktidar İslam’ıdır. Bu, iktidarcı ve devletçi güçlerin, dini kendi iktidar amaçlarının üzerini örten bir örtü olarak kullanma ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Tarihin her döneminde devlet ve iktidar kendi gerçek ve çirkin yüzünü mitoloji, din ve çağdaş ideolojilerle maskeleme ihtiyacı duymuştur. Aksi halde toplum üzerinde hakimiyet kurmaları mümkün değildir. Nitekim kapitalist zihniyetli iktidarlar liberal ideolojiyi ve milliyetçiliği iktidarlarını maskelemek için kullanmışlardır. Onun için nasıl ki reel sosyalizm, iktidar güçlerinin sosyalizm ideolojisini istismar etme biçimi haline gelmişse, iktidar İslam’ını da iktidar ve devlet güçlerinin kültürel İslam’ı istismar biçimi olarak görmeliyiz. Bunların arasındaki farkı iyi görmeli soruna bu temelde yaklaşmalıyız. Kuşkusuz iktidar ve devletin dini kullanması ve yönlendirmesi nedeniyle ve dinlerin karakterinde olan dogmatik yanlar toplum içindeki İslam’da da tutucu ve dogmatik anlayışlar ortaya çıkarmıştır. Ancak bunların aşılamamasının ve yeni yaşama uygun olarak yorumlanmamasının da iktidar güçlerinin İslam’ı kullanması ve yönlendirmesiyle bağı bulunmaktadır. Eğer iktidarcı devletçi sisteme karşı demokratikleşme güçlü biçimde yürütülürse kültürel İslam içindeki tutucu ve dogmatik yanlar da demokratik değerlerle aşılır ve yenilenme yaşanır.
ABD ve müttefikleri sizi terörizmle suçlarken, nasıl oluyor da YPG ile yakın işbirliği içerisindeler? Bu acayip çelişkiyi göz önüne aldığımızda, acaba sizi terör listesinden çıkarmayı talep etmek için onlarla hiç konuştunuz mu, görüştünüz mü? Başka bir deyişle, YPG ve Amerikalılar arasındaki işbirliği PKK’nın terörist bir grup olmadığına dair Amerikalıları ikna etmede yardımcı olabilir mi?
PKK’nin “terör listesi”ne alınması tamamen siyasi bir karardır. Daha çok bölgedeki güçler ve uluslararası güçlerin kendilerine göre bir terörizm tanımlaması var. PKK’nin terör listesine konulması da birçok gücün çıkarlarını ifade ediyor. PKK’ye terörist denilerek ve Türkiye’ye terörizme karşı mücadelede yanındayız yaklaşımı gösterilerek Türkiye ile çıkar ilişkilerini sürdürmektedirler. Ancak onlar da PKK’nin bir terörist örgüt olmadığını biliyorlar. Biz PKK neden terörist denildiğini bildiğimiz için bu tür yaftalamaları ciddiye almıyoruz. PKK’nin onların ölçülerine göre bile terörizmle damgalanacak eylemleri yoktur. PKK’nin sivillere yönelik eylem yaklaşımı hiçbir zaman olmamıştır. Geçmişte bazı eylemlerde bazı sivillerin zarar görmesi olmuşsa da Özgürlük Hareketi hem özür dilemiş, hem de bu tür eylemlerin sorumlularını yargılamıştır. ABD’nin YPG’liler üzerinde PKK konusunda baskı yaptıklarını duyuyoruz. Ancak YPG’lilere böyle uydurma ve politik olarak alınmış kararlar üzerinden baskı yapıp sonuç almaları zordur. Soğuk savaş döneminde ABD’nin, batının ve NATO’nun Türkiye ile ilişkileri nedeniyle PKK’ye karşı ortak mücadele içinde oldukları biliniyor. Yakın zamana kadar Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik savaşta Türkiye’nin en büyük destekçisi ABD’ydi. Hala da bu destek sürmektedir. ABD ve batının silahlarıyla ve siyasi desteğiyle Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşmaktadırlar. Bu açıdan YPG ABD’lilere ne söylese de onlar kendi çıkarına göre hareket eder. Kapitalist dünya çıkar dünyasıdır. Özellikle Ortadoğu politikasında ahlaki değerler tümden bir tarafa bırakılmaktadır. Tüm dünya da biliyor ki PKK’nin yürüttüğü mücadele özgürlük mücadelesidir. Türk devletinin Kürt düşmanı olmadığını kim söyleyebilir. Eğer bir terörizm varsa bu Türk devletinin Kürtler üzerinde uyguladığı devlet terörüdür. Biz hiçbir siyasi güçle bizi terör listesinden çıkarın ya da çıkarmayın pazarlığı içerisine girecek değiliz. Özgürlük mücadelesini geliştirirsek bu tür çıkara dayanan ilişkileri ve kararları etkisiz kılarız. Biz bu soruna böyle bakıyoruz.