HABER MERKEZİ –
“Gerillayı Düşlemek, Gerilla Olmayı Düşlemek.Çoğumuz bu yüce dağlara ayak basmadan önce bir değil, bin defa dağların, gerillanın, gerilla olmanın hayalini kurmuşuzdur. Duyduğumuz gerilla efsaneleri, hikâyeleri bizleri farklı bir atmosfer içerisinde bu dağlara çekmiştir. Beş yılını doldurmuş bir gerilla olarak, ben bile hala beni bu kutsal mekânlara çekenin tam olarak ne olduğunu çözebilmiş değilim. Evet; dağlara gelmek, gerilla olmak için binlerce, milyonlarca gerekçe saymak biz Kürt gençleri için hiç zor olmasa gerek. İçinden geldiğimiz sistem öylesine insan olmadan uzaklaşmış ki, insan dağlardaki yaşamı tercih etmek için bir değil, bin gerekçeyi çok rahat sayabilir. Ama söylemek istediğim tüm bunların ötesinde. Ulusal, siyasal, toplumsal, ideolojik birçok nedenleri sıralamak zor olmasa gerek. Ama bunlardan da öte bir duygu, bir his bizleri bu dağlara çekiyor. Bu duygu ve his bizleri yalnızca gerilla ile buluşturmaz, insanlığımıza ait hakikat ile de buluşturur.
Ben de birçok Kürt genci gibi, birçok geçerli nedenlerle katılımımı gerçekleştirdim. Katıldığım an şunu fark ettim; yalnızca fiziki katılmak, katılımı gerçekleştirmek ne gerilla olmaya, ne de PKK’li olmaya yetmemekteydi. Gerçek katılımın tanımı ve tarifi bambaşka olmaktaydı. Gerçek katılım çok daha farklı bir durumdu. Bunu ilk gerillaya adım attığım gün fark ettim. Gerilla elbiselerini giydiğimde, şütüğü belime bağlayıp, raxtı sırtıma takıp, silah kuşandığımda inanılmaz duygular yaşadım. Kendimi çok farklı ama bana ait olan bir dünyada hissettim. Yüreğimde ve beynimde inanılmaz müthiş bir yoğunluk ve mücadeleyi bir arada hissettim. Tam olarak tarif edemediğim bu duyguyu zamanla tanımlamaya başladım. Çünkü bu duygular ancak yaşanarak anlama kavuşacak duygular olmaktaydı.
Gerilla yaşamında yaşanan her an unutulmamalıdır. Çünkü her an bir tarihtir. Her an bizleri geleceğe, tarihe taşır. Ama gerillada unutulmayan anların başında herhalde, ilk savaşçılık yılları, ilk anlar gelir. Çünkü her şeyimiz biraz da o ilk savaşçılık günlerinde gizlidir. Sadece gerillaya gelme değil, yıllarca hasret kaldığım Kürdistan topraklarına yeni adım atmış olmak da beni biraz şaşkına çevirmişti. Heybetli ve asi duruşlarıyla dağlar bana sonsuz bir yolculuğu anımsatıyordu. Çünkü öylesine yüksek dağları ilk defa görüyordum. Bu yüzden de bu dağların yürümekle asla bitmeyeceğini düşünüyordum. Bu durum karşısında hemen kararsız düştüğümü düşünmeyin sakın, tam tersi – tamam saklamıyorum, biraz ürküntü vardı ama öyle çok abartılı bir ürkme değildi- bir heyecan yüreğimi sarmıştı. Sanki yürüdüğüm patikalardan daha önce geçmiş, dinlendiğim yerlerde daha önce soluk almış gibiydim. Tuhaf bir duyguydu. Yani hem çok yabancı, hem çok yakındım bu yürüyüşe.
Yeni savaşçı kampına gelene kadar yaşadığım süreç benim açımdan epey renkli olmuştu. Özellikle grubumuzu Haftanin alanından Zap alanına geçiren arkadaşlar benim bu tanımadığım, hatta üzerinde yürümeyi dahi beceremediğim yollardan, yolculuğun zor yanlarının farkına bile çok fazla varmadan geçmemi sağladılar. Özellikle Özkan arkadaş…
Yol boyunca çok fazla konuşmayan Özkan arkadaşı, merakımdan sorduğum sorularla adeta çılgına çevirmiştim. Tabii benim gibi yeni bir gerillaya kuryelik yapmak kolay değildi. Her merak ettiğimi, bilmek istediklerimi soruyordum. Eee tabi heval Özkan da yılların tecrübeli gerillasıydı ve bizim gibi yeni meraklı gerillalara karşı bir yöntem geliştirmişti. Ben ne merak edip sormuşsam, hemen hemen birçoğuna; “ben bilmem örgüt bilir” cevabını veriyordu. Allahtan hemen anladım beni başından savmak için bu cevapları verdiğini yoksa gerillaların hiçbir şey bilmediğine, her şeyi yalnızca örgütün bildiğine inanacaktım. Bir ara nefessiz kalıp yorulduğumda, bir daha yürüyemeyeceğimden korkmuş olsa gerek, hemen yanıma gelerek; “az kaldı bak, birkaç dakika daha…” dedi. Bu söz, hemen hemen tüm kuryeler tarafından yeni arkadaşlara söylenen bir sözdü. Sonra önünde oturduğumuz ceviz ağacını göstererek; “eğer nefesin kesiliyorsa, bu ceviz yapraklarından bir tane kopar ve kokla, nefesin açılır ve daha rahat yürüyebilirsin” dedi. Onun söylediğini yapmaktan başka çarem yoktu. Aldım elime ceviz yaprağını, koklaya koklaya yolu bitirdim. Kısa bir ara için geldiğimiz noktadaki arkadaşlar, bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Özellikle, biz yeni arkadaşlara çok yakın yaklaştılar.
Onlarla sohbet ederken, ben elimdeki ceviz yaprağını bırakmamış, farkında olmadan hala koklamaya devam etmiştim. Bunu yaptığımı gören bir arkadaş; “heval, hayırdır, niye o ceviz yaprağını koklayıp duruyorsun?” deyince, ben yaprağı apar topar cebime atarak; “hiç, ben yolda biraz zorlandım. Nefesim kesilince Özkan arkadaş bu ceviz yaprağını koklarsam nefesimin açılacağını ve yürüyebileceğimi söyledi. Ben de öyle yaptım ve şimdi çok daha rahat yürüyorum” dedim. Tabii herkes söylediklerime gülünce, Özkan arkadaş tarafından kandırıldığımı anladım. Bu ceviz ağacı yaprağının hiç öyle bir kerameti yokmuş. O yalnızca beni yürütebilmek için böyle bir şey söylemiş. Ben dönüp, ters ters ona bakınca gülerek; “aman heval hemen kızma, sonuca bak, nefesin açılmadı mı, yürümedin mi, arkadaşları geride bırakmadın mı? Eee öyleyse kim kandırmış seni?” dedi. Doğru da söylüyordu. Ben öyle inanmıştım ki bu tecrübeli gerillaya o inançla hiçbir etkisi olmayan ceviz yaprağı nefesimi açmış, yürümeye başlamıştım. Hem öyle bir yürüyüştü ki, hiç nefesim kesilmedi…
Bu bir şey bilmediğini, her şeyi örgütün bildiğini sürekli tekrarlayan güzel yoldaş, tüm bilgeliklerini örgüte atfetmişti. Ve aslında herkese şu mesajı veriyordu. Gerilla yaşamında kazanılan tüm bilgiler, tecrübeler bir kişiye değil bir örgüte aittir. Bu yüzden de; “biz bilmeyiz, örgüt bilir…” Aslında örgütün bildikleri bizlerin parça parça bildiklerinin bir bütünüdür. Bu yüzden çok fazla konuşmuyor, bilmeyenler üzerinden, her şeyi çok iyi bilen bir atmosfer yaratamıyordu. Hem de bildiği halde… Neden bilmiyorum ama Özkan arkadaşın bu ‘bilmeme’ durumu bende acayip bir düşünce yarattı. Kendi kendime “bu arkadaş aslında çok şey biliyor, zaten çok şey bilmese her şeyi örgütün bildiğini de söylemezdi” diyordum. Belki yalnızca tek bir cümle sarf etmişti ama sarf ettiği bu cümle ile onu biraz da olsa tanımamı sağlamıştı. “Her gerilla böyle olmalıdır” diyordum kendi kendime. Her gerilla asıl bilenin kim olduğunu bilmeli ve bilgilerin peşinden her daim koşmalıdır. Gerilla bu noktada doyumsuz olmalı, her şeye doymalı gerilla, hem de yemeden doymalı ama bilgiye, bilmeye asla doymamalıdır. İşte Özkan arkadaş hep bu gizli bilgeliliği yansıtıyordu o kısa yürüyüş anında. Utangaç, mütevazı ve insanın içine işleyen gülümseyişi… Sanki gülümseyen o değil de sensin, senin yüreğinin ortasından gülen birisi gibi.
Yolculuğumuz bittiğinde “bir daha görüşür müyüz” diye geçirirken aklımdan, sanki düşüncelerimi okur gibi; “ben bilmem örgüt bilir” dedi. Ben yine şaşkın; “neyi?” diye soru verdim. O ise yine kaçamak bir gülümseyişle; “bir daha görüşür müyüz, ben bilemem” dedi.
O yolculuktan sonra bir daha Özkan arkadaşı hiç görmedim. Sadece gülümsemesi kaldı aklımda, sımsıcak sarmalayan gülümsemesi. En içten, en samimi ve en gerillaca olan… O gülümsemeyi en son televizyon ekranında gördüğümde, içimin öyle acıdığını hissettim ki, sanki o günü tekrar yaşar gibi oldum. O an Özkan arkadaşın televizyondan bana yeniden gülümseyeceğini ve tıpkı o gün ki gibi; “kızma şaka yaptım” diyeceğini hayal ettim. Buna bütün yüreğimle inanıyordum. Olmadı! Çünkü bu yaptığı diğer şakalara benzemiyordu. Bu sonsuz bir ayrılığın gülümsemesiydi. Gerçekleşen Zap operasyonunda şehit düşmüştü. Ama ölüm onun bedenini bizden uzaklaştırmış olsa da, asla o çocuksu, saf gülüşünü bizden alamamıştı. Çünkü O buna izin vermemişti…
Ve ben şimdi yolda nefesi kesilen her yeni arkadaşa bulduğum ilk ceviz yaprağını veriyorum. Çünkü doğru olmasa da, ben ceviz yaprağının nefesleri açtığına inanıyorum, hele hele nefesi sistemin atmosferinden dolayı kesilenlerin nefesi kesinlikle bu ceviz yaprakları ile açılıyor. İnanmıyor musunuz? Ben inanıyorum. Çünkü ben bilmem ama Özkan yoldaş bilir…”
Derşin Mirza