HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Önderliksel çıkışta en temel esin kaynağı, bir anlayış; yaşamın ihanete uğradığı ve bu haliyle yaşanmaya değmeyeceği hususuydu.
Kendini PKK biçiminde bir parti olarak kararlaştırma sürecinden çok önceleri -daha doğru-dürüst toplumla, hatta aile ile tanışmamış- kişilik çıkışında yaşamın pek de arzulandığı gibi yaşanamayacağı, bunun özellikle toplumsal tehdit altında olduğunun, düşmanlarının çok olduğunun, oldukça çirkinleştirildiğinin bilincine varılmıştı. Dolayısıyla çok daha sonraları bilimsel olarak da kanıtlanacak ülkenin harabiyeti kadar, halkın kimliksizleşmesi ve klasik kölecilikte daha kötü bir konuma düşürülmesinin bir ürünü olan bu yaşama tepkili yaklaşım, belki de 70’li yıllar temelinde yakalanan ilk ciddi doğruydu, -önderliksel çıkışın temel doğrultusuydu. Eğer o zamanın mevcut yaşam yaklaşımı böyleyse, önderliksel yaşamın da buna karşı savaşım olarak gelişeceği, her savaşta olduğu gibi, bunun da en ince bir sanat olarak kendisini sürdürmek zorunda olduğu gerçeği ortaya çıktı.
Bugün Kürdistan adına çok söyleniyor, sanattan, kültürden, felsefeden bahsediliyor. Şüphesiz, bunun böyle dile gelmesi yaşamın sanat özelliğinden ileri gelmektedir.
Önderliksel gerçekleşme bir sanat eylemidir.
Eğer Kürdistan’da yaşam hakkında bugün çok şey söyleniyor, yazılıyor, askerliğinden tutalım, halk danslarına kadar yeni biçimler kazandırılmak isteniyorsa; bu, yaşanan kişiliğin kendisinde bunu her şeyden daha önce yoğunlaştırdığı gerçeğine dayanır. Şüphesiz eğer yaşam, düşmanı bu kadar çok olan ve yaşamın sonuç olarak her bakımdan öldürüldüğü, yaşanmaya değmediği bir toplumsal gerçeklik içinde anlam bulmak istiyorsa; dahice bir sanat olarak bunu diriltme, yaşanmaya değer kılma ve en önemlisi de düşmanlarına karşı bunu savunma, ilerletme ve bunun müthiş savaşını vermek kadar savunma da, bir zorunluluktur. Tabii bu da savaşımın zafer tarzıyla bağlantılıdır. Zaferin de kendisi, en ince sanatçı yaklaşımını şart kılar.
Her zaman söylendiği gibi, savaşlar en büyük sanat olaylarının anasıdır. Ve en zor, en dengesiz koşullarda bir savaşa soyunulmuşsa ve bu savaş bir halk için eğer yenilgi ile sonuçlanacaksa, bu bile bir başarıdır. Hiç olmazsa iğrenç yaşamın bir noktalanmasıdır; fakat eğer bir ihtimal, kazanmaya doğru bir şans elde etmişse veya bunun imkanını yaratmışsa, bunun da mevcut genelgeçer beyinlerin ve yüreklerin çok üstünde, olağanüstü bir olay olduğu ve tarihte sıkça peygamberlik gerçeğinde dile getirilen mucizevi bir çıkış olduğu değerlendirmesi yapılabilecektir.
Mucize zaten güncel beynin ve yüreğin duymadığı, duyamayacağı kadar çok ileri, çok farklı olan bir gelişmeyi ortaya çıkarmaya verilen kavram karşılığıdır.
Günün ölçülerine göre düşünmek ve yaşamak, mucizevi olanla çelişir. Mucizevi olan, tam tersine güncel düşünme ve duymanın çok üstünde hatta ona çok ters bir durumu yakalamak anlamına geliyor.
Bugün oldukça anlaşılmıştır ki, sıradan bir insani değerle ilişkisi olanların bile mevcut yaşam tarzından memnun kalması mümkün değildir. Bunun derin sıkıntısı, öfkesi, acısı içindedir. Bu varolan değil, gerçekleşendir, bilince de çakılmıştır. Önderliksel gerçeğe en karşıt olanların bile artık paylaştığı bir durumdur.
Burda daha önemli olan şüphesiz bir tek kişiliğin bu çıkışı nasıl sağlayabildiği hususudur. Sanat tanımı burada mevcut inceliği yakalayabilirse belki kendisi lehine önemli sonuçlar çıkarabilir. Bu; araştırma-inceleme kadar, duymayı da gerektirir. Hatta bizzat bu gerçeği yaşayan kişinin söylediğinden, duyduğundan daha fazla anlamayı ve duymayı da gerektirebilir. Bunu temsil eden kişilik mutlak doğru düşünce ve duygu değildir, yetersiz de olabilir; ama en yoğun kişiliği olduğu için, büyük bir sanat olayı gibi incelenmesi oldukça yerindedir. Duyumsanması da hakeza son derece heyecanlandırıcıdır. Yine gerçekliğe güncellik içinde bakarsak, en büyük heyecanın böyle bir önderliksel kişilik etrafında yaşandığı; büyük öfkelerin ona yönelmesi kadar, sevgilerin de ona yöneldiği; yüreklerin amansız büyüklüğü kazanması kadar, cüceliğin de bunun etrafında gerçekleştiği; kahramanca kişiliklerin gerçekleşmesinde olduğu kadar, en aşağılık kişilerin de bu çelişkili önderlik savaşımında ortaya çıktığı çok açıktır. Bunun muhtevası ve biçimi ne kadar kapsamlıysa, tabii ki etrafındaki artık sadece düşünceyle izah edilemeyecek duygu anlatımıyla, yani sanatsal yaklaşımların da giderek anlam bulması imkan dahiline girecektir.
İddialı olanlar gerek kendileri için, gerek yürütmek istedikleri herhangi bir toplumsal, siyasal, askeri faaliyetinde bu gerçekleşmeyi bütün yönleriyle değerlendirmek zorundadırlar, -hem de en ince bir sanat olarak. Aksi halde aşamayı yakalayamadıkları, ya sağından, ya solundan teğet geçtikleri için, başarılı olma şansları yoktur. Böyle bir çelişki de yaşanıyor. Sözkonusu olanın, en kapsamlı ve kendini en çok açıklayan bir önderlik olduğu açıktır. Binlerce kitaba konu olabilecek derinlikli açıklamalar herkese şunu dedirtyiyor: “Eğer ben anlamamışsam, en büyük şuçlu benim.” Neden? Çünkü inkarcı yanı ağır basan güncelliğe, hatta onun düşman gerçeğine müthiş batmıştır. Beyni batmıştır, yüreği batmıştır ve anlayamaz. Sözler, gözler, kulaklar hep yalan tarzında işlev görür. Dolayısıyla, eğer ille önderlik kişiliği ve sanat, önderlik kişiliğinde askeri sanat, siyasi sanat, toplumsal alanlardaki çok çeşitli sanatçı yaklaşımlarıyla bağ kurulmak istenilirse; ortaya çıkışın günümüze kadar derinleşen, kapsamlılaşan ve biçim kazanan bütün özelliklerine, eleştirel olduğu kadar duygu boyutlarıyla yaklaşmak; gerçeklerin izah edilmesinde, günceliliğinde; hem kavranıp, hem de onda etkin bir yer tutmasında iddiası olanlara son derece büyük güç kazandırabilir.
Önderlik dehasının duygu kaynaklı bir deha olduğu biçimindeki bir iddia genel bir iddiadır.
Her önderde duygular şüphesiz büyük bir rol oynar, ama kendi gerçekliğimizdeki duygu düzeyi oldukça yine incelemeyi gerektirir. Verili ölçülerle bu duygu düzeyini izah etmek pek zor görülmektedir.
Önderlikteki dehanın duygusal kaynaklı olması bir defa ne demektir?
Deha, daha çok düşünsel yanı çağrıştırır. Duygu ise azim, heyecan, kin, öfke, sevgi, tutku, velhasıl irade diye genelleştirebileceğimiz kavramı ilgilendirir. Burada dehanın düşünce kaynağı kadar, duygu kaynağının ve bunların birbirlerini nasıl beslediği anlaşılmaya ihtiyaç gösterir.
Duygu kaynağı ne kadar düşünce kaynağına götürdü, düşünebilmek ne kadar duygu gelişimine yol açtı?
Yanlış yapmamak açısından kaynağı ve aralarındaki bağlantıları gerçekçi değerlendirmek önem taşır. Şu çok açık, duygu yanı çok ağır basan bir kişilik olmadan neredeyse yüreklerin kuruduğu, gözlerin gerçeği en ilkel bir yaratık kadar bile olsa anlamlı göremediği, yanlış gördüğü, düşmanın istediği gibi gördüğü, aynı biçimde kulağın da düşmanın istediklerini duyduğu, bütün duygu yüklü yeteneklerin de böyle çürüdüğü, normal işlevini yerine getirmekten çok uzak olduğu bir konumda; duyguya büyük bir yer vermek kaçınılmazdır. Duygularda doğrultu, duygularda derinlik, duygularda keskinlik, duygularda çarpıcılık olmadan; böylesine bir ölü yatağında, bir dirilişe yol açılamaz.
Halkımızın yaşadığı toplumsal zemin, bir ölüler yatağıdır.
Hani bazen işte, Hitler katliamının gerçekleştirildiği kamplardaki kemik yığınlarını görürüz. Bana göre o görünüş bile bizim gerçeğimizde yaşanandan daha çok ibret verici değildir. Bizim keşke öyle bir kemik yığını gibi kalma yönümüz olsaydı! İşler bizde daha amansızdır. Yaşar gibidir, ama içinde yüzdüğü kenefte tek bir damla temiz su yoktur. Gırtlağına kadar batmıştır, ama “of” diyor, “ne kadar yudum temiz su içtim!” Kulağına gelen sesler de öyle, gözlerine giren görüntüler de öyle. Artık buna alıştırılmıştır. Demek ki bu tarz bir ölüm yatağı olmak son derece dehşet vericidir. İşte önderlikte böyle bir duygunun olduğundan bahsetmek mümkündür. Yani toplumsal gerçeğe böyle duygu yüklü bir yaklaşım içinde olmak; her şeyin kokuştuğu, göze görünene, kulağa seslenene pek tahammül edilemeyeceği; ama ille görmekten, duymaktan, işitmekten veya bir bütün olarak insan duyarlığından vazgeçilmek istenmiyorsa, duygu gücüne yüklenmekten başka çare yoktur. Aslında “önderlik kişiliği çok iyi görüyor, dahi gibi seslerden, duygulardan anlam çıkarıyor” demek, bana göre abartmadır. Yalnız burada gerçekleşen bir durum vardır. Ölüler denizinde veya bataklıkta yaşayanların yaşam gerçeğinden bir fark ortaya koymuştur. “Ben bu denizde yüzmeyeceğim, ben bu batakta gezmeyeceğim”. Bu fark işte duygu dehası denilen durumu açıklayabilir. Asla sizin gibi yaşanmayacaktır. Eğer bir deha ilkesi varsa, o da herhalde bu olabilir. Tabii bunu herkes söylüyor, ama yaşamında, duygularında gerçekleştiremiyor. Yenik düşüyor kısaca.
Bu konuda en iddialıyım diyenin bile çok yenik düştüğünü belirtmem yerindedir. Bir defa varsa bazı olumlu duyguları zayıftır, başarı şansı yoktur ve çoğu da kirlilikle içiçedir, fazla ayrıştırdığını söyleyemeyiz ve bu anlamda da önderlikte fark büyüktür.
Sanıyorum bir ülke veya ülkedeki halkın yaşam gerçeği ile bu önderliği karşılaştırırsak, mevcut duygular bir batakhanedeki kirli sularda yüzen, ama son nefesini veren, neredeyse ha öldü-ölecek balıkların durumuna benziyor. Ama yine mucizevi bir sıçrama mı desek, bu balık artık fırlıyor ve kendisine göre bir temiz kaynak buluyor. Burda yaşama iddiasını sürdürüyor. Daha da söylenmesi gereken çok şey var. Geliştirilecek hayli eleştiriler var duygulara yönelik.
Bazıları ne kadar sevdiklerini, hatta karasevdalı olduklarını çok söylerler, çok gözyaşı dökülür. Bizim toplumsal gerçeklik içinde inatlar, kıskançlıklar dizboyudur; bizden üstünü yoktur; ama bütün bunların ifade ettiği sadece bu sığ, pis bataktaki, bu yaşanmaz sulardaki çırpınışlardır.
Bunlara maalesef ben duygu diyemem, saygılı da olamam ve herhalde bana göre en güçlü yanlarımdan biri olarak da bunu görürüm.
Sizler gibi yaşamayacağım.
Bunun içine her şey girer. Oldukça aykırı olacağım. Alternatifini buldum mu, bulabildiğim kadar yaşarım. Hiç bulmazsam, hiç olmazsa bir takva sahibi, bir zikir sahibi kişi gibi, herkesin yanından bile geçemeyeceği soyut bir tarzı tercih ederim, sadece soyut yaşarım. Bu kirli somuta katılmam. Daha da yine söylenebilecek olanlar, her ne kadar “acısı, gözyaşı, sözümona yürek yanı çok çarpılan kişilerden oluşuyoruz, duygularımız kabarıyor sürekli” denilse de; vurgulandığı gibi yüce duygulara ihanet kesindir ve oldum olası ben kendimin de önemli oranda olmak kaydıyla birçok sözde duygu gösterisinden nefret ediyorum. Yaşanmaya değmez buluyorum. Bende yine ikinci temel bir doğrudur. Böyle yaşamama, ama nasıl yaşanılır sorusuna da kendine göre büyük bir duygu yaradılışı ile cevap verebilme. Bunun sınırlı yaratılışından bahsedebiliriz. Bu beni biraz tatmin ediyor. Ama tabii bunun ulusallaşması, bütün bir ülkeye egemen olması da büyük bir savaş istiyor. Zaten bu yürütülen savaş da bunun içindir.
Savaş, aynı zamanda duyguların yaratılması eylemidir, büyük ve doğru duyguların. Aynı zamanda savaş ateşi, içinde yüzülen kirli suları arındırma eylemidir. Bu; bulunduğumuz kültürü temiz, artık içinde yüzülür, içilir hale getirme; yani toplumsal yatağımızı bu duruma getirme eylemidir. Yüceliği de bu nedenledir. Adına büyük kahramanlıkların sergilenmesinin de böyle anlaşılması gerekir. Özellikle tarihe mal olmuş kadın-erkek şahadetlerimiz var. Zilan, Mazlum, Kemal, Hayrilerden tutalım, Agitlere kadar binlerce savaş kahramanlığı böyle bir anlamı temsil ediyorlar.
Önder APO