KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat, katıldığı Medya Haber TV programında uluslararası kurumların İmralı karşısındaki gerçekliğini, “Önder APO’ya Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm” hamlesinin eksenini, Mayıs Ayı Şehitleri, Kobanê Kumpas Davası kararları ile amaçlananları, Türkiye siyasetini değerlendirdi.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat ile yapılan röportajın tamamı şöyle:
“Sürekli değerlendirmeler yapıyoruz. Önderliğe özgürlük hamlesi de önemli bir aşamaya geldi. Fakat CPT’nin, Avrupa Konseyi’nin, özellikle Uluslararası Komplo’yu gerçekleştiren, İmralı tecrit ve işkence sistemini kuran güçlerin durumunu anlamak, her defasında derinliğine ve çok boyutlu irdelemek ve değerlendirmek çok önemli. İmralı’da soykırım politikaları bu güçlerden bağımsız gelişmiyor. Önderliğe yönelik uluslararası bir komplo geliştirildi. Amaç Önderliğin imhasıydı. Bu başarılamadı. Önderliğin öngörüsü, sezgileri, tedbirleri bunu boşa çıkardı. Aslında 15 Şubat öncesi böyle bir şey hedefliyorlardı. Bu boşa çıktı. Önderlik Türkiye’ye teslim edildikten sonra Amerika tarafından, CIA tarafından; Avrupa, Amerika’nın da içinde olduğu, CPT’nin doğrudan kendisinin de bulunduğu ve düzenlediği bir sistem oluşturuldu İmralı’da. Bu sistem uluslararası bir sistemdir. Ve bu sistem Türkiye’nin sorumluluğuna verildi. Ama bu, bu güçlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor; çünkü bu sistemi kuran, bu güçlerdir. 25 yıldır aralıksız bir biçimde İmralı’da işkence ve tecrit sistemi uygulanıyor. Son dört yıldır da mutlak bir izolasyon, mutlak bir tecrit durumu söz konusu. Önderliğin avukatlarıyla herhangi bir görüşmesi olmuyor. Dışarıyla tümden bağlantıları kesilmiş. İmralı’dan hiçbir bilgi alınamıyor. Tam dört yıldır İmralı’dan hiç bilgi alınamıyor. Ve bu sistem uluslararası güçlerin denetiminde, gözetiminde bu tarzda yürütülüyor.
En son CPT’nin açıklaması oldu. İşte en son Eylül 2022 yılında İmralı’ya gittiklerini, fakat Türkiye onay vermediği için bu raporu kamuoyuna sunamayacaklarını açıkladılar. Yine 2023 yılında da CPT heyetinin Türkiye’ye gittiğini, Türkiye’deki çeşitli cezaevlerine gittiklerini, incelemeler yaptıklarını fakat İmralı’ya gitmediklerini açıkladılar. CPT 2023 yılında niye İmralı’ya gitmedi? Mesela bu bir soru işareti. Bu çok manidar, çok düşündürücü bir durum. Mutlak bir izolasyon var tespitini yaptığı, Kürt Halk Önderi’nin tutsak alındığı bir zindana gitmiyor, inceleme yapmıyor. Niye? CPT bunu açıklamak durumundadır. CPT Başkanı’nın yaptığı açıklamaların hiçbir kıymeti yoktur. Tatmin edici bir tarafı yoktur. Yani kafalarda soru işaretlerini çoğaltmaktan, kaygıları büyütmekten başka bir sonuç ortaya çıkarmadı CPT Başkanı’nın açıklaması. 2022 Eylül raporunu kamuoyuna açıklamıyorlar, 2023’te Türkiye’ye gidiyorlar ama İmralı’ya gitmiyorlar fakat bunun tatmin edici hiçbir açıklaması da kamuoyuna, Kürtlere yapılamıyor, yapılmıyor. Niye? Avrupa Konseyi, Avrupa ülkeleri ne yapmak istiyor? Bu sistemi kuran güçler ne yapmak istiyor? Kürt halkı bunun izahını istiyor.
CPT’NİN KÜRT SOYKIRIM POLİTİKASINA VERDİĞİ DESTEĞİ TEŞHİR ETMELİYİZ
Şu anda Türk devletiyle suç ortaklığı yapıyorlar. Baştan itibaren Önderliği etkisizleştirmeye dönük, Önderliğin tasfiyesini, imhasını hedefleyen bir plan yürüdü. Bu plan 15 Şubat 1999 öncesi boşa çıkınca bu defa zamana yaydırılmış bir imha politikası uygulanıyor. Türk devletinin Kürtlere yönelik yürüttüğü soykırım politikalarına ortak olunuyor. Bu soykırım politikaları destekleniyor. Bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor. Türkiye de, bu güçler de bir iç savaşın çıkmasını istiyor. Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü savaş, soykırım savaşı bu güçlerin çıkarına geliyor. Bu biçimde Türkiye’yi sürekli kontrol edebileceklerini, Ortadoğu politikalarında Türkiye’yi kullanabileceklerini düşünüyorlar. Ve bu politikayı buna göre dizayn etmişler. Fakat bir halk soykırıma uğruyor. Sen bir halka karşı yürütülen soykırım politikalarına destek sunuyorsun, çeşitli maskeler takarak da sanki sen bu işin içinde değilmişsin gibi bir hukuk oyunu oynuyorsun. Toplumu, Kürtleri, dünyayı insanlığını aldatmaya çalışıyorsun. Artık buna kimse kanmıyor, kimse itibar etmiyor. Bu maskeler de düştü. Avrupa’nın bu ikiyüzlülüğü, çıkarcı, pragmatik yaklaşımı çok deşifre oldu. Dolayısıyla Avrupa’nın, Avrupa Konseyi’nin siyasi bir aracı haline gelen CPT’nin ikiyüzlülüğü de aşan bu suç pratiğini daha fazla teşhir etmemiz, buna karşı mücadele etmemiz ve bu güçlerin doğru bir tutum ortaya koyması için mücadeleyi büyütmemiz gerekiyor. Bu çok önemlidir. Bu güçlerin Türk devletinin Kürt soykırım politikasına verdiği desteği mücadelemizle boşa çıkarmamız, engellememiz, değiştirmemiz gerekiyor. Bizim bu mücadele gücümüz var. Bunu çok daha güçlü, örgütlü yürütmemiz gerekiyor.
Yakın süreçte Medya Haber’e, Stêrk TV’ye; Kürt basınına yönelik baskınlar oldu Avrupa’da. Fransa’nın istemiyle Belçika saldırılarda bulundu. Bu saldırıları da bu konseptten bağımsız ele alamayız. Önderlik üzerindeki uygulamalara karşı Avrupa’nın takındığı tavır, bu saldırılardan bağımsız ele alınamaz. Saldırılar da bunun bir parçasıdır. Yani Kürt soykırım politikalarına Avrupa’nın destek veren tutumu her yerde Kürtlere karşı soykırım politikasına destek vermeye getiriyor ve kendi alanlarında da, Avrupa’da da Kürt kurumlarına, Kürt basınına saldırılara dönüşüyor. Bunun Avrupa halklarına da çok büyük bir zararı var. Avrupa ülkelerinin şu anda yürüttüğü politika Avrupa toplumuna çok büyük zarar veriyor. Bu anlamda da bizim Önderlik paradigmasını, Önderlik düşüncelerini Avrupa toplumuna daha fazla yayarak, Avrupa toplumunu mücadele içerisine çekerek Önderliğin özgürlük hamlesini çok daha fazla küreselleştirerek, büyüterek yürütmemiz gerekiyor.
Türk devleti, İmralı merkezli Kürtlere karşı soykırım politikası yürütüyor. Özellikle dört yıldır İmralı’dan hiçbir haber alınamıyor. İşte Adalet Bakanı’nın yaptığı gayri ciddi, saygısızca açıklamaları gördük. Adeta gerçekten Kürt halkıyla, Türkiye toplumuyla, dünyayla alay etti. Halklarla, insanlıkla alay etti. Geçen gün arkadaşlar da değerlendirdi; elbette bir güvence olmazsa, sırtını uluslararası güçlerin yürüttüğü mevcut politikaya, tutumlarına dayandırmazsa böyle pervasızca, alçakça, saygısızca konuşamaz. Diyor, “İmralı’da tecrit yok”. İmralı’da bir işkence, soykırım sistemi var, Mutlak bir izolasyon var, hukuk ayaklar altına alınmış, hiçbir hukuk kuralı işlemiyor, insanlık suçu işleniyor ama diyor; “İmralı’da tecrit yok”! Bu kadar alçakça bir yaklaşım olabilir mi?
ÖNDERLİK ARAÇSALLAŞTIRILMAYA TAVIR KOYDU
Seçim sürecinde gördük, AKP yetkilileri İstanbul’u kazanmak için Kürtlere yalvarıyorlardı. Verilen mesajları az çok biliyoruz. Dediler Murat Kurum’a oy verin, biz gerekirse İmralı’ya bir avukatı göndeririz, Öcalan’la görüşme yapsın. İmralı’yı, İmralı’daki tecrit sistemini, Önderliğin durumunu bu kadar alçakça pazarlık konusu yapmak istediler.
Biz hep söylüyoruz; İmralı’da ne hukuk, ne ahlak ne de vicdan var. Çok ahlaksızca bir siyaset ve uygulama var. Önderliğin durumu tamamen araçsallaştırılmış. Faşist bir iktidarın elinde siyasi araca dönüştürülmek, pazarlık konusu yapılmak isteniyor. Kürtlerin iradesini kırmada, Kürtleri, özgürlük mücadelesini tasfiye etmede, Kürtleri teslim almada bir şantaj, bir tehdit, bir pazarlık aracına dönüştürülmek isteniyor. O yüzden Önderlik tavır koydu. En son kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı konuşmada buna sert tavır koydu. “Suç işliyorsunuz” dedi. “Hukuksal mücadele vereceksiniz, hukuksal işleyişi dayatacaksınız” dedi. “Zaten İmralı’daki işkence bir insanlık suçudur. Buna karşı mücadele edeceksiniz, bunu meşrulaştıran tutumlara girmeyeceksiniz” dedi. Mehmet Öcalan’ın Önderlikle o kısa telefon konuşmasını Önderlik, İmralı’daki tecrit işkence sistemini meşrulaştırma olarak ele aldı. Bu davranışı, yaklaşımı bu girişimi çok tehlikeli buldu. Devletin tuzağına, oyununa gelme olarak değerlendirdi. “Bu tür oyunlara gelmeyin. Bilinçli olun, bilinçli, mantıklı hareket edin” dedi. “İşin ideolojik siyasi boyutlarını çok boyutlu değerlendirin, görün” dedi. Arkadaşlar da uyardı. Doğrudur yani. Bu konuda bizim çok güçlü mücadele yürütmemiz gerekiyor. Önderliğe özgürlük hamlesini özellikle Bakur, Türkiye merkezli çok güçlendirmemiz gerekiyor.
TECRİT TÜRKİYE HALKLARININ DA SORUNUDUR
Şimdi “Özgürlüğe ses ver” eylemleri geliştiriliyor; bu önemlidir. Tutsak aileleri zindan direnişine destek için, İmralı’daki tecride karşı haftada bir-iki gün protesto eylemleri yapıyor fakat bu yeterli değil. Çünkü bu sadece tutsak ailelerini ilgilendiren bir durum değil, milyonlarca Kürt halkını ilgilendiren bir durum. Kırk-elli milyonluk bir halkı, insanlığı ilgilendiren bir durum. Bu bir insanlık suçudur. Bu, Türkiye toplumuna karşı da bir komplodur. Bir tuzaktır. Bu biçimiyle Türkiye halklarının, Türkiye toplumunun geleceği karartılıyor. Gerçekten Türkiye bu biçimiyle bir cehennem ateşinin içine sokuluyor. Zaten sokulmuş durumdadır. Zaten bu tarzda giderse bu durum iç savaşa gider. Öyle anlaşılıyor ki uluslararası güçler de, bu faşist iktidar da bunu istiyor. Bu, Türkiye’nin paramparça olması demektir. Türkiye’nin sürekli adeta bir cehennem ateşinde yanması demektir. Türkiye toplumu bunu görmeli, buna karşı tutum almalı. İmralı’da Önderliğe uygulanan bu soykırım, işkence, tecrit sistemi sadece Önderlik şahsında Kürt halkına uygulanmıyor; Türkiye toplumuna, Türkiye halklarına da uygulanıyor. Kadınlara, insanlığa uygulanıyor. Kürt halkına bir komplo olduğu kadar Türkiye halklarına da bir komplodur. Bir cehennem senaryosudur. Bir karanlık gelecek planıdır. Türk aydınlarının da bu konuda eleştirisel ve mücadeleci olması, Türkiye toplumunu bu konuda bilinçlendirmesi, duyarlı kılması gerekiyor. Tüm demokrasi güçleri İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı koymalı. Hukuksuzluğun temel kaynağı İmralı’daki hukuksuzluktur. Bunu hep söylüyoruz. Bu bir gerçek, bir hakikattir. İmralı’da hukuk uygulansa Türkiye’ye hukuk ve adalet gelir. İmralı’da hukuksuzluğu süreklileştirmek için Türkiye genelinde de hukuk uygulanmıyor. Çünkü şu anda her yerde bir düşman hukuku, bir soykırım hukuku uygulanıyor. Soykırım hukukunun, düşman hukukunun uygulandığı Kurdistan, İmralı gibi bir yerde Türkiye’ye hukuk, demokrasi, adalet gelir mi? Bu mümkün mü? Türkiye’nin doğusunda faşizm olacak, Türkiye’nin batısında demokrasi olacak; bu mümkün müdür? Bu konuda demek istediğim sadece şu. Bu sadece Kürtlerin sorunu değil, Türkiye halklarının da sorunudur. Bu sadece Kürt aydınının sorunu değil, Türk aydınının da, Türkiye’deki muhalefetin de sorunudur. Çünkü Türkiye’nin kaderini, bekasını ilgilendiriyor.
Bu konuda bizim çok güçlü bir biçimde “Özgürlük Hamlesi”ne birçok kesimden insanı da katarak büyütmemiz gerekiyor. Mevcut haliyle yetersizdir. Süreklileşen bir mücadele var; bu çok anlamlıdır elbette. Bunun ortaya çıkardığı çok önemli siyasi ve toplumsal sonuçlar var fakat yeterli değil. Çok daha zengin yöntemlerle, çok daha kapsamlı bir biçimde birçok kesimi katarak, Önderlik düşüncesini ve paradigmasını daha güçlü, daha yaratıcı bir biçimde yayarak hamleyi küreselleştirerek, evrenselleştirerek en güçlü bir biçimde yürütüp sonuç almamız gerekiyor ve mutlaka Önderliğin fiziki özgürlüğünü sağlamamız gerekiyor.
MAYIS AYI PKK HAREKETİNİN MÜCADELE KARAKTERİNİ BELİRLEYEN BİR AY
18 Mayıs 1977’de Haki Karer arkadaş Antep’te ajan provokatör Stêrka Sor örgütü tarafından katledildi. Yine 18 Mayıs 1973’te Amed zindanında Türkiye devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya işkencede katledildi. Ben Haki Karer ve İbrahim Kaypakkaya şahsında tüm mayıs şehitlerini saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. 18 Mayıs, Haki Karer arkadaşın şehadet günü olması itibarıyla da Parti tarihimizde Şehitler Günü olarak da tanımlanıyor, anılıyor. Mayıs ayı aynı zamanda bir şehitler ayı olarak tanımlanıyor ve anıyoruz. Mayıs ayı boyunca birçok değerli yoldaş şehit düştü. Kurdistan Özgürlük Hareketi içinde öncü düzeyde yer alan çok değerli arkadaşları şehit verdik. Mehmet Karasungur, Hozan Mizgîn, Haki Karer, Ferhat Kurtay-Dörtler, yine Kasım Engin, Türkiye devrim hareketinden Deniz Gezmişler, İbrahim Kaypakkaya, Sinan Cemgiller… yani hem Kurdistan Özgürlük Hareketi açısından hem Türkiye devrim hareketi açısından öncü önderlerin şehit düştüğü bir aydır. Mayıs ayının her gününde çok sayıda değerli arkadaş şehit düşmüş. Bu anlamda mayıs ayı, PKK hareketinin de bir bakıma mücadele kimliğini, karakterini belirleyen bir ay oluyor.
PKK’nin mücadele çizgisi hep demokratik sosyalizm çizgisinde, demokratik ulus paradigması ekseninde gelişti. Aslında kuruluşundan hatta grup oluşumundan bu yana reel sosyalizmden etkilense de, PKK demokratik sosyalizm çizgisinde, demokratik ulus paradigmasında, demokratik ulus diyalektiği ile mücadele eden bir hareket oldu. Dolayısıyla PKK, Kurdistani olduğu kadar evrensel bir parti, bir hareket niteliği kazandı. Bugüne kadar da böyle geldi. Kurdistan devrimini Türkiye devrimi ile hep iç içe ele aldı. Dolayısıyla Kürt sorununun demokratik çözümü, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesidir diyoruz. Özgür Kurdistan demokratik Türkiye’dir diyoruz. Yani Kurdistan’ın özgürlüğü, Kurdistan devrimi ile Türkiye devrimi birlikte ele alındı ve PKK birleşik bir mücadele hattı izledi. O günden bugüne bu mücadele yayılarak, büyüyerek geldi. Bundan sonra da bu mücadele bu çizgide evrenselleşerek büyüyecek ve mutlaka sonuca ulaşacak. Böyle bir mücadele Haki Karer yoldaşa da, İbrahim Kaypakkaya yoldaşa da, tüm Mayıs Ayı Şehitleri’ne de layık, onların çizgisinde doğru bir mücadele olur. Biz bu temelde onlara layık bir mücadeleyi, mayıs ayı çizgisinde sonuç alıncaya kadar kesintisiz bir biçimde güçlendirerek sürdüreceğiz.
KOBANÊ DAVASI TOPYEKUN SOYKIRIM SALDIRISININ BİR PARÇASIDIR
Kobanê siyasi soykırım davası yıllardır sürüyor. Bu davayı Kürt soykırım davasından, savaşından bağımsız asla değerlendiremeyiz. Bu, genel soykırım politikalarının siyasi boyutudur. Kamuoyunda, Kürt hareketi, Türkiye demokrasi hareketi tarafından Kobanê Kumpas Davası olarak tanımlanıyor, fakat bizim açımızdan siyasi soykırım davasıdır. Bu soykırım politikalarının bir parçası olarak yürütülüyor. Amaç, demokratik siyaseti tasfiye etmektir. Bir bütün olarak Kürt soykırımı amaçlandığı için bunun bir boyutu olarak da elbette siyasi soykırım saldırılarıdır. Askeri olarak gerillayı tasfiye etmeyi amaçlıyor, kültürel soykırım, uygulayarak, Kürt toplumunu tamamen asimilasyona tabi tutarak iradesini teslim almak istiyor. Siyasi soykırım ile de onlarca yılın mücadelesiyle oluşan siyasi mirası, demokratik siyaseti, Kürt hareketinin, demokratik hareketin siyasi temsilcilerini bu biçimiyle tasfiye etmek istiyor. Kürtleri de siyasi alanda temsiliyetsiz, temsilcisiz, sözsüz, iradesiz kılmak istiyor. Yani topyekün bir soykırım saldırısının bir parçası olarak görüyoruz ve değerlendiriyoruz. Gerçeği de odur. Zaten Kobanê siyasi soykırım davasının mahkeme kararları da açıklandı. Bu yaptığımız değerlendirmeler tamamen yerini buluyor. Bazı kişileri; sevgili Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel, Ayla Akat Ata ve benzeri bazı tutsakları serbest bıraktı. Bu da bir hukuk oyunudur, bir aldatmadır. Sanki Türkiye’de hukuk işliyor da, bazıları cezasını tamamlamış, çekmiş cezasını da bırakıyoruz, bazılarının da daha cezası bitmemiş, devam ediyor. Türkiye toplumunu, dünyayı böyle aldatmaya çalışıyor. Yani sanki Türkiye’de hukuk işliyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Bu algıyı yaratmak için bazılarını serbest bıraktı. Yoksa onları da serbest bırakmayacaktı. Zaten şimdi sevgili Gültan Kışanak ve Sabahat Tuncel için savcılık itirazda bulunmuş, tekrar tutuklanmasını istemiş. Yani bir oyundur oynanıyor. Bir hukuk oyunudur, toplumu aldatmak için oynanıyor. Ortada zaten hukuk mukuk yoktur.
Bu dava baştan sona bir siyasi davadır, siyasi soykırım davasıdır. Bu biçimde de devam ediyor. Türkiye’de zaten ne hukuk ne adalet var. İmralı’da, Türkiye zindanlarında durum ortadadır.
Bu biçimde kamuoyunu aldatmaya çalışıyorlar.
YUMUŞAMA SÖYLEMLERİ SİSTEM İÇİ MUHALEFETİ ETKİSİZLEŞTİRMEYE DÖNÜKTÜR
O önemli, aynı günün gecesi Ergenekon’dan yatan 7 general de serbest bırakıldı. Bu generaller de yıllardır yatıyor içerde. 28 Şubat generalleri diyorlar. Onları da serbest bıraktı. Niye bunları aynı gün serbest bıraktı? O da çok açık. Zaten herkes değerlendiriyor. O değerlendirmeler doğrudur. Muhalefeti susturmak içindir. Öyle yaparsa CHP’sinden tutalım diğer muhalif partilere, çeşitli liberal demokratik kesimlere kadar kimse bu iktidarı eleştirmeyecek. İşte generaller serbest bırakıldı; sanki hukuk işliyor, adalet yerini buldu. Her şey hukuka, anayasaya göre işliyor gibi bir algı yaratacak. Yıllardır CHP başını çekiyor; bu generallerin bırakılması için bir mücadele var. İktidar bu konuda çok yoğun eleştiriliyor. Tüm Türkiye sistem içi muhalefet, iktidarı eleştiriyor bu generallerin bırakılması için. Şimdi bu generalleri bırakarak CHP başta olmak üzere sistem içi muhalefete de sus payı verdi. “Ben bunları bırakıyorum, Kobanê Davas’ını eleştirmeyin. Kürtlere yapılan hukuksuzlukları, adaletsizlikleri eleştirmeyin. Ben Kürtlere soykırım siyaseti uyguluyorum, buna karşı ses çıkarmayın, sessiz kalın.” Sus payı vermek için de o generalleri serbest bıraktı. Bu çok açıktır. Hiç tartışmaya yer bırakmıyor yani.
Gerçekten çok kirli bir siyaset şu anda iktidar tarafından yürütülüyor. Erdoğan diyor “yumuşama dönemi”, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “yok yumuşama değil normalleşme dönemi” diyor. Şimdi yumuşama ve normalleşme söylemi üzerinden oluşan çok yoğun bir tartışma gündemi var. Tabii bu gündem de bir özel savaş gündemi. Yine bir aldatma, Kürtleri, Türkiye toplumunu beklentiye koyma politikası. Taktik bir adım. AKP-MHP faşist iktidarında oyun mu yok? Zaten kendisini Osmanlının devamı olarak ele alıyor. Osmanlı’da saray oyunları, entrikalar meşhurdur; herkes biliyor. Bu iktidarda da entrika, oyun bitmiyor. Bu biçimiyle bütün dert, bütün amaç o. İktidarını ayakta tutmaya ve uzatmaya çalışıyor. Bu yumuşama söylemleri, muhalefeti etkisizleştirme amaçlıdır. Özelde de sistem içi muhalefeti etkisizleştirmeye dönüktür.
Biliyorsunuz, yerel seçimler, 14-28 Mayıs genel seçimlerinden sonra CHP biraz da eleştirisel bir muhalefet süreci yürüttü. Yerel seçim sürecine girdiğimizde de iktidara karşı eleştiri dozajını yükseltti. Sistem içinde kendi çapında radikal bir muhalefet yürütmeye çalıştı. Bunun önemli sonuçları da oldu. Kürtlere de hitap eden bir politikayı esas aldı. Kutuplaşmayı, eleştiren, reddeden, Türkiye toplumunu kapsayan, Kürtleri de kapsayan bir politika, politik hat izlemeye çalıştı. Elbette bunun sonuçları da oldu. DEM Parti ile Türkiye kentlerinde kent uzlaşısına da gitti, görüşmeler yaptı. Bunun getirisi çok oldu. Öyle oldu ki 31 Mart seçimlerinde CHP birinci parti olarak çıktı. İktidar bunu gördü. Yani özellikle Wan’da bunu çok net gördü. Wan’da bir kayyum girişimi oldu. Buna karşı Türkiye demokrasi güçleri, sistem içi muhalafet de, CHP de başını çekti. Wan’da Kürtlerin yanında yer aldılar. Kayyum politikasına karşı tavır aldılar. Bu faşist iktidarı çok ürküttü. Şunu gördü: Bundan sonraki süreçte de Türkiye demokrasi güçleri Kürtlerle birlikte ortak hareket ederse, bu iktidara karşı ortak mücadele yürütürse kayyum politikası başta olmak üzere bu şeytanlaştıran, ötekileştiren, kriminalize eden, Kürtleri düşmanlaştıran politikalara karşı CHP de, sistem içi muhalefet de tavır-tutum sahibi olup Kürtlerin yanında yer alırsa, bu iktidar bir-iki ay daha ayakta kalamaz.
Şimdi bunu çok net gördüler. Bunu Wan’da çok net gördüler! Şimdi onun üzerinden AKP taktik bir manevra yaptı. Bir politika değişikliğine gitmedi. Taktik adım attı. Dedi ki benim bir biçimde CHP’yi etkisiz hale getirmem lazım. CHP’yi muhalefet edemez hale getirmem lazım iktidara karşı. Bir biçimde Türkiye’deki liberal fakat CHP’nin çeperinde uzağında kümelenen, öyle bir hat izleyen çeşitli muhalif güçleri de tamamen eleştirisiz, mücadelesiz, muhalefetsiz kılmak için böyle bir adım benim açımdan önemli sonuçlar ortaya çıkarır. Kürtler dışında herkesi biraz tatmin eden çeşitli böyle taktik adımlar da atarsam işte generallerin bırakılması gibi, Özgür Özel ile görüşme gibi örneğin, yarın öbür gün bir baktınız Gezi tutsaklarından da bazılarını bırakabilirler. Sistem içi muhalefeti tamamen etkisiz kılmak için, muhalefet gücünü ortadan kaldırmak için öyle de yapabilirler. Bu biçimiyle Kürtler yapayalnız kalır, ben soykırım politikalarını, siyasi soykırım saldırılarını, operasyonlarını da doludizgin bir biçimde yürütürüm. Kendimi de bu arada toparlayana kadar, ekonomiye biraz nefes aldırtana kadar zaman kazanırım. Genel seçimlere 4 yıl var. Zaten yeni anayasayı da gündeme koymuşlar. Onunla da toplumu aldatmaya, muhalefeti oyalamaya çalışıyorlar. Bu biçimde genel seçimlere kadar giderim. Zaten anayasayı da uygun ortam sağlarsam kendime göre düzenlerim. Yeniden böyle seçimleri alabilirim hesabı ile bu iktidar taktik hamle yaptı.
‘TÜRK DEVLETİ ÇETE DEVLETİDİR, MHP’DE SOMUTLAŞIYOR’
Şimdi amaç bu. Fakat şunu görüyoruz: yerel seçimlerden sonra AKP’nin kaybetmesiyle birlikte, bu Cumhur denilen faşist soykırımcı iktidarın kaybetmesiyle birlikte şu anda gerçekten çok ciddi bir çalkalanma var bu iktidar içerisinde. AKP tabanında, MHP’nin kendi içinde, bu Cumhur İttifakı denilen faşist ittifak içinde ciddi bir çalkalanma, çok ciddi bir güç savaşı da var. Yani öyle oldu ki bu AKP-MHP faşist iktidarı, Türkiye zaten bir çete devletiydi, Türkiye devletinin kimliği, kişiliği MHP kimliği kişiliğidir. Mesela Türk devletini bir partide tanımlamak isterseniz, daha anlaşılır olması için görmek isterseniz mesela Türk devleti hangi partide somutlaşır? Hangi parti kişiliği, kimliği ile Türk devletini ifade eder gibi düşünmek isterseniz, bu, MHP olur. MHP’nin kendisi Türk devletinin kendisidir. Yüzyıllık Türk devletidir. MHP bir parti midir? Değil. MHP bir gladyodur. NATO gladyosu Türkiye’de tasfiye edilmedi, derinleşti derinleşti, şimdi AKP ile bu gladyo ittifak kurdu. Şu anda iktidardır. Türkiye’deki NATO gladyosu Türkiye’yi yönetiyor. Türkiye’yi yöneten bir gladyodur, kontradır, çetedir, mafyadır. Yani şu anda Cumhur İttifakı içindeki tartışmalar, Sinan Ateş Cinayeti’nden tutalım Ayhan Bora Kaplan olayına kadar, bu Ankara Emniyetindeki gözaltılara kadar hepsi böyle birbiri ile bağlantılıdır. Çete devletinin kendi içindeki mafyaların, çete gruplarının çatışmasıdır. Güç çatışmasıdır. Sinan Ateş’i mesela kim tasfiye etti? MHP’nin kendisi tasfiye etti. Talimatı Devlet Bahçeli verdi. Sinan Ateş MHP içinde biraz daha muhalif bir kişilikti. MHP’nin bazı politikalarını eleştiriyordu, MHP’nin tüm kirli suçlarını, işlerini biliyordu, her şeyi biliyordu; karakutuydu. Ama bazı şeylere de itiraz ediyordu, eleştiriyordu. Bunu tehlike olarak gördüler. Bunun MHP tabanında da bir karşılığı vardı. Etkiliyordu MHP’nin toplumsal tabanını; tasfiye ettiler.
Ayhan Bora Kaplan kimdir? O da MHP çetesidir. Süleyman Soylu’nun çetesidir, Ayhan Bora Kaplan. Çete örgütüdür, mafya örgütüdür. Yani MHP bütün emniyeti Türkiye’de zaten ele geçirmiş. Jandarmayı ele geçirmiş, ordu içinde zaten çok ciddi biçimde örgütlenmiş. Yargıda örgütlenmiş, yargıyı ele geçirmiş. Şu anda Türkiye’yi MHP kadroları yönetiyor. Mevcut AKP’nin kendisi de zaten MHP’lieşmiş. MHP çizgisine oturmuş. Şu anda devlet içinde mafyalar arasında, çeteler arasında bir çatışma var. Mesela Ankara’daki emniyet mafya çatışması Süleyman Soylu mafyasıyla Yerlikaya mafyası arasındaki bir çatışmadır yani. Çeteleşen, mafyalaşan gladyo devletinin bir kavgasıdır. Bir güç kavgasıdır. Şimdi bu duruma gelmiş, Türkiye’yi bu duruma getirmiş bir devleti, Türk devleti, kuruluşu itibarıyla zaten gerçekten Kürt inkârı, imhası, soykırım politikaları üzerine kurulan bir devlettir yani. Sürekli kendi içinde çete üretti. Mafyalar, çeteler bu devletin en stratejik noktalarına konumlandı. Ve bu devletin politikalarının belirlenmesinde belirleyici rol oynadı. Bu devlet hiçbir zaman İttihat Terakki politikasından sapmadı yani. Ama AKP-MHP iktidarı çok daha fazla kirletti bu devleti. Her yeri ile irindir yani. Gerçekten kötülük kaynağıdır.
‘YUMUŞAMA BEKLENTİSİNE GİRENLERE ŞAŞIRIYORUZ; HALKI BOŞ BEKLENTİLERE SOKUYORLAR’
Bu kötülük kaynağı Türk devleti ortadan kalksa dünyadaki kötülüklerin yarısı belki temizlenir. Gerçekten böyle bir devlettir. Halkların başına beladır. Ortadoğu halklarının başına beladır. Görmüyor musunuz; bölgede yayılmacı, işgalci bir politika yürütüyor halklar üzerinde. Her yere kötülük ihraç ediyor. Her yere çete ihraç ediyor. Her yere savaş ihraç ediyor. Böyle bir devlettir. Şimdi AKP-MHP bu devleti bu hale getirdi. Allah aşkına bu zihniyette olan bir iktidar neyin yumuşamasını yapacak? Neyi değiştirecek? Bu konuda ben şunu eleştiriyorum: Demokratik siyaset içerisinde, bazı Kürt kesimleri içerisinde beklentiye giren bazı kesimler oldu. Gerçekten beklentiye girenler oldu. Adeta nasıl, işte ‘Erdoğan, ‘bir yumuşama sürecine ihtiyaç var, bir yumuşama sürecine gireceğiz’ dedi, işte bu belki şuna kadar gider zindanlardaki herkesi bırakacaklar. Ondan sonra yeni bir çözüm süreci başlayabilir. İmralı’daki tecrit kırılabilir. Savaş durabilir.’ Bu tür hayallere kapılanlar oldu. Gözlemledik. Bu kadar yaşanmışlıktan sonra, bu iktidarın yıllardır uyguladığı bu soykırım politikalarından sonra ve şu anda içinde bulunduğu durum ortada iken, iktidarını kurtarmak için nasıl oyunlar, aldatmalar, hileler peşinde olduğu ortadadır. Buna rağmen bu tür düşüncelere kapılmak vallahi artık iyi niyetle mi açıklayalım, safdillik mi diyelim, ideolojik siyasi körlük mü diyelim, cehalet mi diyelim, ne diyelim insan şaşırıp kalıyor. Halen mesela bazıları diyor bu sorunu çözerse Erdoğan çözer. Erdoğan bu sorunun nedenidir. Erdoğan soykırım politikalarının başını çeken adamdır. Erdoğan eşittir Bahçeli’dir. Erdoğan’ın bütün derdi iktidarını ayakta tutmaktır. İktidarı için satmayacağı şey yoktur. Zaten şimdiye kadar her şeyi de sattı. Yanındaki arkadaşını sattı yani. Birlikte parti kurduğu insanları sattı. Satmadığı şey kalmadı. Böyle bir adam, zaten o diyalog sürecini de bir özel savaş süreci olarak yürüttü. Devleti ele geçirmek için, devlette kontrol kurmak için o sürece ihtiyacı vardı. Kandırarak Türkiye toplumunu, Kürt halkını, yürütmek istedi. Ortada öyle bir çözüm süreci yoktu. Bir özel savaş süreci vardı. Bunca yıl bunlar tartışıldı, bu gerçekler açığa çıktı. Tüm bu gerçeklere rağmen hâlâ böyle boş hayallere kapılmak gerçekten akıl alır gibi değil. Ben çok ciddi eleştiriyorum yani. Halen Erdoğan’dan beklenti içinde olanları çok ciddi eleştiriyorum. Bu, kendisine de kendi halkına da topluma da gerçekten haksızlıktır. Zarardır, haksızlığın ötesinde zarardır. Kötülüktür, yapmayalım bunu. Halkı boş beklentilere koymayalım. Boş beklentilere koyarak halkın mücadele iradesini kırmayalım. Halkın mücadele iradesini zayıflatmayalım, yapmayalım. Bu tür durumlara girmeyelim.
Şimdi bunlar doğru değil. Bunlar tamamen bir aldatmadır. Bunu görmemiz gerekiyor. Bütün hesap, Erdoğan, iktidarını ayakta tutup yürütecek. Bunu ne kadar yürütür, o ayrı bir şey. Ben bundan çok emin değilim. Açık söyleyeyim. Bu faşist iktidar 22 yıllık döneminin en zayıf sürecindedir. Gerçekten çöküş sürecinin içindedir. Yıkılma sürecinin içindedir. Bu yumuşama söylemleri de bundan kaynaklıdır zaten. Çok zorlandığı, çıkmazda olduğu için de bu söylemi geliştirmek zorunda kaldı. Bu biçimiyle muhalefetin de etkisini kırma, toplumu beklentiye koyarak toplumdaki direniş iradesini zayıflatma ihtiyacı içerisine girdi. Bu, zayıflığından kaynaklı bir durumdu. Bir de baktı ki artık sadece MHP desteği de yetmiyor. MHP desteği zaten bu hale getirdi onu, şimdi o yüzden de farklı kesimleri etkileme çabası içindedir. Dolayısıyla bu iktidarın geleceği yok. Öyle anayasa tartışmaları, hepsi aldatmadır. Zaten şeyin hesabını yapıyor, diyor, önümde 4 yıl var. Ne yapıp edip o dört yılda iktidarda iken, halen elimde biraz güç varken kendi anayasamı çıkarayım. Bunun hesaplarını yapıyor. Fakat bunların hepsi boştur. Deniliyor ya olan anayasayı sen uygulamıyorsun, ortada sen hukuk bırakmamışsın, mevcut 12 Eylül hukukunu bile uygulamıyorsun! Ne anayasası, ne sivil anayasa! Kravat takarak sivil olmuyor. Şu anda Erdoğan en büyük diktatördür. O militarist generallerin başında yer alıyor. Sivil elbise giyerek sivil olunmuyor. Anayasaya sivil diyerek sivil anayasa yapılmıyor yani. Tahkim edilmiş bir 12 Eylül anayasası oluşturmak, yapmak istiyorlar. Faşist diktatörlüğün anayasasını yapmak istiyorlar. Fakat bu süreçte bu anayasa tartışmaları da bir taktiktir. Oyalamadır, gündemi saptırmadır, esas gündemler üzerine tartışmaların yürütülmesini engellemedir. Esas gündemler üzerine muhalefetin yapılmasını engellemedir. Mücadelenin geliştirilmesini engellemedir. Aldatmadır, gündem saptırmadır. Şimdi bunları görmek lazım. Buna karşı gerçekten güçlü bir muhalefet gerekir.
‘TUZAĞA DÜŞMEDEN GÜÇLÜ BİR MUHALEFET YÜRÜTÜLMELİ’
Şu anda bu faşist iktidar kendisini ayakta tutma, iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Bunun için toplumu aldatmaya, oyalamaya çalışıyor. Muhalefeti etkisizleştirmeye çalışıyor, muhalefet gücünü kırmaya çalışıyor. Bunu görerek herkesin bu faşist iktidara karşı gerçekten oyuna gelmeden, bu iktidarın tuzağına düşmeden güçlü bir muhalefet yürütmesi gerekiyor, güçlü bir mücadele, siyasi toplumsal mücadele yürütmesi gerekiyor. Bu önemlidir. Bu, Kürtler açısından da böyledir, Kürt demokratik hareketi açısından da böyledir, demokratik siyaset açısından da böyledir. Bu, sistem içi kendisini muhalefet olarak tanımlayan o biçimde konumlandıran güçler açısından da böyledir.
Bu süreç en çok demokrasi güçlerinin ortaklaşacağı, birleşik mücadele yürüteceği, ittifak gücünü büyüteceği bir süreçtir. Fakat yerel seçimlerden bu yana epey bir zaman da geçti, mesela halen demokrasi güçlerinin ortak ittifakı, birleşik mücadelesi, bunun ortaya çıkardığı sinerji, topluma bunun yansıması, toplumsal direniş gücü halen çok belirgin bir biçimde ortaya çıkmış değil. Bu konuda halen bir bekleme durumu var, sanki bir seyretme durumu var. Böyle bocalama demeyeyim ama gerçekten pasif bir durum var. Halbuki yerel seçimlerden sonra bu iktidar yenildi, psikolojik moral açısından da inisiyatif muhalefetin eline geçti, demokrasi güçlerinin eline geçti. Çok hızlı bir biçimde kendilerini mobilize ederek, ittifak güçlerini büyüterek birleşik mücadeleyi yükseltmeleri gerekiyordu. Toplumu, milyonları arkasına alarak çok güçlü bir toplumsal mücadele yürütmeleri, siyasi mücadele yürütmeleri gerekiyordu. Bu konuda yetersizlik var. Pasif, vasat bir durum var. Bunun hızla aşılması gerekiyor. Sistem içi muhalefet açısından da öyle. Mesela yerel seçimler sonrası AKP ile görüşme, MHP ile görüşme, sonrası karşılıklı verilen mesajlar, Erdoğan’ın yumuşama söylemleri, Özgür Özel’in normalleşme söylemleri sistem içi muhalif kesimde de tabanda da beklentili bir ruh hali yarattı. Acaba ne olacak? Acaba sorunlar tartışılarak, müzakere edilerek çözülecek mi? Böyle mi Türkiye düze çıkacak? Ne alakası var! Faşist bir iktidarla, sorunun kaynağı bir iktidarla sen Türkiye’yi nasıl demokratikleştireceksin! Türkiye’yi demokratikleştirme iddiasıyla ortaya çıkan güç muhalefetin kendisidir. Demokrasi güçleridir, muhalefetin kendisidir. Bu konuda toplumun beklentilerini boşa düşürmemeleri gerekiyor. Toplumu hayal kırıklığına uğratmamaları gerekiyor. Toplumun verdiği bu şansı boşa düşürmemeleri gerekiyor. Gerçekten kaybederler. Kaybederler ve Türkiye toplumu kaybeder. Bir daha asla bu toplumda güven, inanç yaratamazlar. Bu önemlidir.
Deniliyor ki Özgür Özel ‘biz iktidarın dış politikasına milli politika olduğu için yüzde seksen beş destek veririz’ demiş. Gerçekten böyle bir söylem kullanmışsa, yani ben tanık olmadım, vahim bir durumdur. Bu iktidarın dış politikası bellidir. Bu iktidarın bütün dış politikası, yüzde yüz dış politikası Kürt soykırımını sonuca götürmek için, Türkiye’yi yıkmak için, Türkiye halklarını tamamen bir karanlık sürece koymak için dış güçlerin, uluslararası güçlerin desteğini sağlama temelindedir. Dış politikanın hepsi budur. Türkiye dış politikası yayılmacıdır. Türkiye dış politikası işgalcidir. Türkiye dış politikası neo-Osmanlıcıdır. Yani şimdi bu iktidarın yürüttüğü politika budur. Şimdi CHP yüzde 85 bu politikaya onay verecekse, destek verecekse o zaman CHP muhalefet etmekten vazgeçmiş, Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal sürecinde olduğu gibi yine bu iktidarın kuyruğuna takılmaya karar vermiş, payandası olmaya karar vermiş demektir. Bu durum o zaman bu anlama gelir.
‘BU İKTİDARIN MİLLİ POLİTİKASI KÜRT SOYKIRIMIDIR, DIŞ POLİTİKASI İŞGALDİR’
Şimdi bunları yüzde yüz böyle yapıyor demek erkendir. Gerçekten biraz da bakmak lazım. Fakat mesela bazı söylemler, bazı davranışlar birçok şeyi herkese düşündürtüyor. Zaten birçok kesim de tartışıyor. Diyorlar bu CHP ne yapmak istiyor? Kimse CHP’nin ne yapmak istediğini anlamış değil. Sen hem diyorsun “ben Türkiye’ye hukuku getireceğim, adaleti getireceğim, Türkiye devleti bir hukuk devleti olacak, adalet mülkün temelidir, bu devletin temelidir, adaleti bu devletin temeli haline getireceğiz.’ İşte bu ötekileştirme, kayyum politikasını, yerel seçim sürecinde mesela eleştiriyordu. Bütün Kürtleri düşmanlaştıran, ötekileştiren politikaya karşı çıkacağım ben diyeceksin ama diğer taraftan da diyeceksin ki işte ben iktidarı yüzde 85 destekleyeceğim, bilmem neyi destekleyeceğim, milli politika olan her şeyi destekleyeceğim. Bu iktidarın milli politikası Kürt soykırımıdır yani. Kürt düşmanlığıdır. Türkiye halklarına düşmanlıktır. Türkiye toplumuna düşmanlıktır. Bu desteklenir mi?
Mesela yerel seçimlerden sonra CHP’nin performansına bakıyoruz, ben de yakından biraz izliyorum, çok vasat. Bu zaman dilimi içerisinde iktidara karşı eleştiri gücünü, muhalefet gücünü neredeyse kaybetmiş durumdadır. Yoktur. Gerçekten bakalım bundan sonra nasıl bir rota çizecek. Ama şu anda kimse bir rotasını göremiyor, politikası nedir mesela kimse açıklayamıyor. Bu bir politika değil. Ben demokratı da kucaklayacağım, ben Kürdü de kucaklayacağım, ben herkesi de kucaklayacağım, ben ırkçı faşisti de kucaklayacağım… Sen ırkçı faşisti kucakla da politikanın bir ilkesi olur. Bir kemiği olur, bel kemiği olur. Öyle olmaz ki! Irkçı kafatasçı birini kucaklama adı altında sonsuz bir taviz vermek kapsayıcılık değil, kucaklayıcılık değil.
‘NORMALLEŞME İMRALI’DA TECRİDİN KALKMASIYLA, ÇÖZÜM ZEMİNİYLE OLUR’
Normalleşme deniliyor. Türkiye’nin normalleşmesi nedir? İmralı’daki tecridin ortadan kalkmasıdır. İşkence tecrit sisteminin ortadan kalkmasıdır. Türkiye’nin normalleşmesi nedir? Önder Apo’nun sağlık, güvenlik özgürlük koşullarının sağlanmasıdır. Kürt sorununun demokratik temelde bir çözme zeminin, ortamının oluşturulmasıdır. Türkiye’nin normali budur. Bu olursa Türkiye’ye hukuk da gelir demokrasi de gelir, özgürlük de gelir ve türkiye gerçekten normalleşir yani. Normalleşme 7 generalin bırakılması değildir. Normalleşme muhalefetle yapılan görüşmeler değildir. Normalleşme Özgür Özel Avrupa’ya gittiğinde dışişlerinin Özgür Özel’e brifing vermesi değildir. Normalleşme yarın öbür gün birkaç Gezi tutuklusunun bırakılması değildir. Normalleşme bu değildir yani!
Nasrettin Hoca’nın bir hikâyesi var. Eşeğini çalıyor sonra da iyilik yapmış gibi bırakıyor. Erdoğan her şeyi çalmış çalmış, suç işlemiş suç işlemiş, bir suç iktidarı, bir suç ülkesi haline getirmiş Türkiye’yi, yaptıkları suçtur; şimdi sanki reformdur, adımdır gibi; ölümü göstermiş, öldürmüş öldürmüş şimdi sıtmaya razı etmeye çalışıyor. Sıtmayı özgürlük olarak algılıyorlar. Sıtmayı demokrasi olarak, hukuk olarak, adalet olarak algılıyorlar. Böyle çarpıtılmış bir zihniyet olabilir mi? Böyle olamaz! Gerçekten Türkiye toplumunun da Türkiye muhalefetinin de herkesin silkinmesi lazım. Durum vahim.
O yüzden yapılacak şey mücadeledir. Birleşik mücadeledir. Çok güçlü bir demokrasi mücadelesidir. Toplumsal mücadeledir. Muhalefettir. Bunu hiç gecikmeden, bu iktidar kendisini az buçuk toparlamadan en zayıf sürecindeyken, yıkım sürecindeyken bu mücadeleyi yürütmek lazım. Yerel seçimden sonra şimdiye kadar aslında muhalefetin istemesi gereken şey neydi? Herkes şunu demeliydi: bu iktidar meşruiyetini kaybetmiştir, yenilmiştir; İstifa etmelidir. Değil mi? Bunu demeliydi. Bu iktidar hızla genel seçime gitmelidir. Seçim istenmeliydi, genel seçim istenmeliydi. Herkes ağzına kilit vurdu. Halbuki yapılması gereken budur. Sen niye zaman tanıyorsun bu iktidara yani? Bu iktidarın kendisini toparlamasına niye zaman tanıyorsun? Bu nasıl bir siyasettir, nasıl bir muhalefettir? Bu anlamda herkesin gerçeği görüp mücadele etmesi gerekiyor.
‘IRAK POLİTİKASI İŞGAL POLİTİKASIDIR, NEO-OSMANLICI POLİTİKADIR’
Savaşı Türkiye’nin bölgede yürüttüğü askeri diplomasiden, siyasetten bağımsız ele alamayız. Çünkü bu savaşı yürütmek için bu siyaseti yürütüyor, diplomasiyi, askeri diplomasiyi yapıyor. Irak ile de bu süreç içerisinde çeşitli anlaşmalar yaptılar. Bu, kamuoyuna da yansıdı. Birçok tartışma da oldu. Türkiye basını özellikle çok kışkırtıcı yayınlar yaptı. Büyük bir zafer kazanmış gibi kamuoyuna lanse ettiler. Adeta sanki Irak Türkiye’ye teslim olmuş, Irak Türkiye’nin istediği her şeyi kabul etmiş, her türlü politikasını Irak’a dayatacak ve kabul ettirecek ve uygulayacaklarmış. Başur, İran ve herkes Türkiye’nin arkasında hizalanmış, öyle bir hava yaratmaya çalıştılar. Tabii bu da bir özel savaştır. Yerel seçimler yeni bitmişti, AKP iktidarı yenilmişti, o iktidarın tabanında demoralizasyon gelişmişti. Biraz onu kırmak, püskürtmek için de özel savaşı çok yoğunlaştırdılar. Bu iktidarı çok başarılı göstermeye çalıştılar. Bir boyutu elbette odur.
Diğer taraftan tabi Irak ile çeşitli anlaşmalar yaptı. Öyle tam istediği şeyleri Irak’tan alamadı. O bir gerçek. Irak açısından ileride çok fazla zarar verecek konumlara Irak kendisini koymamalıdır. Türkiye’nin bu işgalini, neo-Osmanlı politikalarını, yayılmacı politikalarını meşrulaştıran bir politik tutuma Irak girmemelidir. Bu, Irak’a büyük zarar verir. Çünkü şu kesindir: Türkiye’nin Irak politikası kesinlikle neo-Osmanlıcı bir politikadır. Yayılmacı, işgalci bir politikadır. Bu kalkınma yolu projesi dedikleri projenin gerçekten Irak’a bir faydası yoktur. Bu proje bir işgal yolu projesidir, bir kalkınma yolu projesi değil. Türkiye’nin işgaline neo-Osmanlı politikalarına güzergah oluşturuyor, koridor oluşturuyor. Bu biçimde Türkiye Irak üzerinde bu yayılmacı politikalarını geliştirmek istiyor, hegemonyasını kurmak istiyor. Başûrê Kurdistan’ı tam kuşatmaya almak istiyor. Habur Sınır Kapısı’nı etkisizleştirmek istiyor. O yüzden biraz bakıyoruz, bana göre bu kalkınma yolu politikasında halen Başur yönetiminin, KDP’nin de tereddütleri var. Türkiye rahatlatmaya çalışıyor. O yüzden KDP daha fazla bu soykırım politikalarında yer alarak Türkiye’yi KDP’ye daha az zarar verecek bir pozisyonda tutmaya çalışıyor. Şimdi böyle de tehlikeli bir şey var. O yüzden Irak Türkiye’nin bu politikalarını meşrulaştıran durumlara girmemelidir. Bu Heres Hudut güçlerini bu temelde kullanmak istiyor. Gerillaya karşı verdiği savaşta bu Heres Hudut, Irak Sınır Güçlerini Türkiye kullanmak istiyor, KDP kullanmak istiyor.
KDP şu ana kadar girmek isteyip de giremediği yerlere Heres Hudut güçlerini kullanarak, Irak bayrağını kullanarak girmek istiyor. Zaten KDP’nin arkasına saklanarak, içine girerek Türk ordusu gelip bu yerlere konumlanmak istiyor. Üs kurmak istiyor. Böyle de bir politika yürütüyor. Yani Türk devleti Irak’tan da herkesten de böyle yararlanmak istiyor. Ve bu Irak’ın da faydasına değil. Başur’un da faydasına değil.
‘KDP GÜCÜNÜ VE İTİBARINI KAYBETTİ’
Şu anda KDP de en zayıf sürecini yaşıyor. KDP’nin bu AKP-MHP faşist iktidarıyla ilişkisi geliştikçe, iş birliği arttıkça, Kürt soykırım savaşında KDP yer aldıkça KDP zayıfladı. KDP güç kaybetti ve şu anda gelinen noktada KDP çok çok zayıflamış durumdadır. KDP kendi tabanında etkisini kaybetmiş durumdadır. İtibarını kaybetmiş durumdadır. KDP’nin Başur’da toplum üzerinde etkisi gerçekten kalmamış, yoktur. Karşılığı yoktur. O yüzden KDP Başur’da seçim olmasını istemiyor. Çünkü bir seçim olursa KDP kaybedecek, bunu biliyor. Toplum KDP’ye oy vermeyecek, toplum KDP’ye tepkilidir. Bunu biliyor. Peki niye toplum KDP’ye tepkilidir? KDP yıllardır Kürt soykırım politikalarında AKP-MHP soykırımcı faşist iktidarının yanında yer aldığı için tepkilidir. Demek ki Başûrê Kurdistan toplumu KDP’nin bu politikasını benimsemiyor. KDP’ye diyor işbirlikçilik yapma. KDP’ye diyor hainlik yapma. KDP’ye diyor Kürt kanının dökülmesinde rol oynama. KDP’ye diyor MHP ile birlikte iş tutma. Şu anda Türkiye’yi MHP yönetiyor. Ve şu anda KDP-MHP ile ittifak içinde. Başur halkı diyor yapma bunu .
Mesela dikkat edin, KDP’nin Başur’da en güçlü olduğu zaman ne zamandır? 2013-14 Ulusal Kongre çalışmalarının yürütüldüğü, bizden de arkadaşların içinde olduğu, Heval Sabri, Heval Ronahi’ler bir heyetle KDP ile görüşmeler yaptılar, sonra dört parça Kurdistan’dan bir sürü heyet geldi. Görüşmeler yaptı, Ulusal Kongre üzerine tartışmalar yaptı. KDP’nin en güçlü olduğu süreç o süreçtir. 2013-2014 aralığıdır. Yani Ulusal Kongre çalışmalarının ortak yürütüldüğü süreçtir.
‘BAŞUR’DA CİDDİ BİR TEPKİ GELİŞMELİ’
Şu anda KDP’nin en zayıf olduğu süreç nedir? İhanet ve işbirlikçilikte derinleştiği, AKP-MHP ile iş tuttuğu, soykırım politikalarını yürüttüğü süreçtir. Mesela KDP’nin de bundan çok ciddi sonuç çıkartması gerekiyor yani. Bazı KDP’liler bizi eleştiriyor. Diyorlar niye hep KDP KDP diyorsunuz, Barzani Ailesi deyin. Bütün KDP’liler bu politikayı desteklemiyor. Çoğu KDP’li de bu duruma tepkilidir. Türkiye ile bu iş birliğine, Kürt soykırım saldırılarına ortak olmasına KDP yönetimi tepkilidir. O yüzden genelleme yapmayın. KDP demeyin, Barzani Ailesi deyin. Valla böyle eleştirenler de oluyor. Ben de şunu söylüyorum. O zaman KDP içinde bu politikalara tepkili olanlar Barzani Ailesi’ne karşı açıktan bir mücadele yürütsünler. Onun ortağı olmasınlar. Sessiz kalmak da ortak olmaktır. Dolayısıyla Başur’da buna karşı ciddi bir tepkinin gelişmesi gerekiyor.
‘GERİLLA ÇOK ONURLU, SOYLU BİR DİRENİŞ YÜRÜTÜYOR’
Türkiye ne yapıyor? Arkadaşlar açıkladı, 16 Mayıs’ta Metina’da bir işgal harekâtı başladı. Şimdi bu adım adım ilerliyor. Parça parça yerleşiyorlar alanlara. Giderek yaz aylarında, yağışlar tamamen bittikten sonra, koşullar oluşunca, öyle görünüyor, Mayıs sonu, Haziran başı kapsamlı bir saldırı geliştirecekleri görünüyor. Şimdi böyle adım adım, parça parça yürütüyorlar, saldırılar hiç durmadı. Şimdi bu alanlarda TC askeri üsler kurmaya çalışıyor. Bütün askeri üslerini tahkim etmeye çalışıyor. Tamamen girdiği her yeri işgal edip ileride onun bir siyasi zemini oluşur, koşulu oluşursa da ilhak etmek istiyor. Şimdi böyle bir işgal ve ilhak politikası yürütüyor. Misak-ı Milli politikası yürütüyor.
Buna karşı yapılacak tek şey karşı durmaktır, mücadele etmektir. Gerilla için ne söyleyebiliriz? Gerilla zaten direniyor. Gerilla fedailik çizgisinde çok gerçekten onurluca, çok soyluca, çok fedakârca, fedaice bir mücadele yürütüyor. 2019’dan bu yana aralıksız, kesintisiz, her türlü kimyasal silaha karşı, taktik nükleer silaha karşı, yasaklı her türlü silaha karşı, gün aşırı bombardımana karşı, her türlü İHA, SİHA saldırılarına karşı, her türlü kirli savaşa karşı gerilla bilinciyle, iradesiyle, cesaretiyle, bağlılığıyla direniyor. Onurluca direniyor. Gerçekten ancak gerillanın gözlerinden öpülür, alnından öpülür.
Bu direniş tarihe, Kürt tarihine altın harflerle yazılacak bir direniştir. Kürtlerin kaderini belirleyecek bir direniştir. Çok soylu, onurlu bir direniştir. Ben bu direnişte şehit düşen tüm yoldaşları saygı sevgi ve minnetle anıyorum. Fedai çizgisinde direnen tüm yoldaşları kutluyorum. Hepsini gerçekten sevgiyle, saygıyla selamlıyor ve kucaklıyorum. Çok onurlu bir direniş yürütüyorlar. Sadece Kürtlerin özgürlük mücadelesini yürütmüyorlar, Kürtlerin özgürlüğünü savunmuyorlar; aynı zamanda dört parça Kurdistan’ı savunuyorlar, aynı zamanda Ortadoğu halklarının özgürlüğünü savunuyorlar. Başur’daki direniş aynı zamanda Irak halklarının özgürlüğünü savunma direnişidir. Böyle onurlu bir direniş yürütülüyor yani. İnsanlık adına bir mücadele yürütülüyor.
Bu direnişin yanında gerçekten çok güçlü bir biçimde halkımız yer almalıdır. Halkımız her yerde öz savunma direnişini, devrimci halk savunma mücadelesini geliştirmelidir. Özellikle Kürt gençliği, her yerde Bakurê Kurdistan başta olmak üzere öz savunma direnişini çok güçlü bir biçimde yürütmelidir. Bu direnişin yanında herkes bulunduğu yerde yer alabilir, sahip çıkabilir bu direnişe.
‘HALK VE ÖNCÜLERİ KÜRTÇEYE SAHİP ÇIKMALIDIR’
Ben de Kürt Dil Bayramını halkımıza kutluyorum. Bugün vesilesiyle 15 Mayıs’ta, öncesi ve sonrası ve yine aynı günde bazı etkinlikler de yapıldı. Bazı yürüyüşler, açıklamalar oldu. Bunlar tabii değerlidir. Fakat bunu sadece bir bayram olarak kutlama, çeşitli açıklamalar yapma, anmalar geliştirme ile sınırlı tutmamak lazım. Gerçekten her günü bir mücadele gününe çevirmek de gerekiyor. Özellikle ben Bakurê Kurdistan, Türkiye açısından da belirteyim. Yani yüz yıldır korkunç bir soykırım politikası uygulanıyor. Her parçada bu var kuşkusuz, fakat özelde Türk devleti soykırım politikalarının başını çekiyor, bölgede öncüdür. Kurdistan’da aralıksız bir biçimde kültürel soykırım politikaları uyguluyor. Buna karşı da bir mücadele var. Özellikle yarım asrı aşan PKK mücadelesi bu konuda da gerçekten çok önemli gelişmeler ortaya çıkardı. Soykırım politikalarını ciddi anlamda darbeledi. Birçok yönüyle boşa çıkardı. Fakat mevcut haliyle bu yeterli değil. Bu Kürt kültürel soykırım politikaları çok pervasız bir biçimde, katmerli biçimde devam ediyor. Bu en çok da dil asimilasyonu üzerinden geliştiriliyor. Bu konuda gerçekten Kürtçe dil önemlidir. Yani Kürtçe dili öğretmek ailede çocuklara. Yani her şey çocukluktan başlar. Karakter çocukken şekillenir. Yani senin 7-8-9 yaşlarına kadar aldığın özellikler, ailede, o çevrede kazandığın özellikler sende bir karakter oluşturuyor, kişilik oluşturuyor. Kimlik oluşturuyor, hafıza oluşturuyor. Bunlar çok önemlidir. O yüzden ben mesela özellikle Kürt annelerine, Kürt babalarına çağrı yapıyorum: mutlaka ama mutlaka çocuklarınıza Kürtçe dil öğretin. Kurmanci öğretin, Kirmancki öğretin; zaten Başur’da çok sorun yok, Soranca öğreniliyor. Özelde bu konuda Bakur’a çağrıda bulunuyorum. Kürtçe dil mutlaka öğrenilmelidir. Aile içerisinde Kürtçe konuşulmalıdır. Sokakta Kürtçe konuşulmalıdır. Toplum bir araya geldiğinde Kürtçe konuşmalıdır. Alışverişte Kürtçe konuşulmalıdır. Giderek artık Kurdistan’da siyaset Kürtçe yapılmalıdır. Siyasetçiler Kurdistan’da bu halkla toplantı yaptığında, miting yaptığında, bu halkın karşısına çıktığında Kürtçe konuşmalıdır. Bu da çok etkiliyor toplumu. Halkın öncülerinin Kürtçe konuşması halkı etkiler. Çocuğu etkiler, genci etkiler. Bunları çok yaygın bir biçimde bizim geliştirmemiz gerekiyor. Buna karşı çok ciddi çalışmamız lazım, mücadele etmemiz lazım.
Ama diğer taraftan bazı kesimler de, KDP de diyelim Kürtçe konuşuyor. KDP işbirlikçileri de Kürtçe konuşuyor. Hizbul-kontra da Kurdistan’da Kürtçe konuşuyor. Fakat ne yapıyor? Soykırım politikalarına da ortaklık yapıyor. Kültürel soykırımı yapan devletin yanında saf tutuyor. Onun her türlü politikasını da destekliyor. Kürtçe diliyle soykırım politikası yürütüyor. Demek ki Kürtçe konuşmak da Kürtçe isim almak da, şimdi mesela bazıları iktidar medyasına çıkıyor, Kürt olduğu biliyorum, Kürt olduğunu da açıklıyor, Helin, Pelin, Baran ismini almış, Rezan ismini almış ama bir bütünen bu faşist iktidarın propagandasını yapıyor. Özel savaşını yapıyor. Kendisi özel savaş elemanıdır. Böyle de dejenere ediliyor, içi boşaltılıyor. Mesele sadece Kürtçe isim almak, Kürtçe konuşmak da değil; kendi kültürünle, kendi tarihinle, öz geleneklerinle gerçekten ne kadar yaşayabiliyorsun? Ne kadar ahlaki politik bir toplum olmayı başarabiliyorsun? Ne kadar kendi öz değerlerine, öz kültürüne dayalı bir toplumsal özgürleşmeyi yaşayabiliyorsun, bir toplumsal özgürleşme düzeyini ortaya çıkarabiliyorsun? Ne kadar kendini yönetebiliyorsun, öz yönetimini oluşturabiliyorsun? Kendi kendini yönetebiliyorsun, özgürce, eşitçe, adilce, demokratikçe? Ölçü budur. Ölçü gerçekten kendi öz değerlerin, öz kültürün, öz tarihine dayalı olarak bu miras üzerinden kendini ahlaki politik toplum düzeyine çıkarabilmek, özgür bir ahlak ve demokratik ahlaki topluma dayalı bir öz yönetim iradesi ortaya çıkarabilmek, kendini yönetebilmektir. Böyle olursa bir anlam ifade eder.
Şimdi Kurdistan’ın her yerinde ekolojik kırım yapılıyor. Ekolojik kırım en büyük kültürel kırımdır, en büyük tarihsel kırımdır. Senin yaşadığın tarihsel coğrafya ortadan kaldırılıyor. Ormanı yok ediliyor, suyu yok ediliyor, zehirletiliyor. Tarihi yok ediliyor, havası kirletiliyor. İklimi değiştiriliyor. Faunası ortadan kaldırılıyor. Doğal bitki örtüsü ortadan kalkıyor. Bir sürü canlı yok oluyor, bitki örtüsü yok oluyor. Bu en büyük kültürel kırımdır. En büyük soykırımdır. Önderlik ne dedi? En temel ideolojik bilinç ekolojik bilinçtir dedi. Şimdi diyeceksiniz ki dille ne alakası var? Dille çok alakası var. Dil nedir? Kültürü oluşturan en temel öğedir. Dil olmazsa kültür oluşumu çok sakattır. Ama bu dil Kurdistan’ın doğasıdır da. Sen o doğayla da o dille konuşursun. O dilin bir kimliği var. O dilin bir ruhu var. O dilin bir fikri var. Bundan bağımsız değil yani. Yaşamdır dilin kendisi, kültürdür, var oluştur. Ama kendi öz değerleri üzerinden. Mesela bu konuda çok ciddi bir çalışma ve mücadele yürütmek lazım. Bazı lehçeler ortadan kalkıyor. Mesela Kirmancki benim ana dilimdir. Çok üzülüyorum gerçekten. Şimdi Kirmancki orijinal konuşan çok az kişidir, böyle çok yaşlı kesimlerdir. Şimdi giderek biraz gelişiyor, dil üzerine çalışma yapan belli kesimler de kullanıyor, biraz da orijinal. Fakat giderek gerçekten yok oluyor yani. Çok üzüntü verici yani. Buna sahip çıkmamaız lazım, Dersim başta olmak üzere, Dersim halkı başta olmak üzere Kirmancki konuşan bütün halkımız Amed’de, Bingöl’de, Erzincan’da, Siverek’te; her yerde sahip çıkmak gerekiyor.
Bu anlamda benim en çok beklentide olduğum kadınlardır. Kadınlar bunun öncülüğünü yapmalıdır. Kadın kültürün taşıyıcısıdır, kadın dilin taşıyıcısıdır. Kültürümüzü bugüne getiren analarımızdır, kadın gerçeğidir. En fazla da gerçekten Kürt kadını buna sahip çıkmalıdır.”