HABER MERKEZİ –
Suların tüm serinliğini toplayıp çekildiği, toprağın susuzluktan çatlamaya başladığı, kır çiçeklerinin kuruyup dallarından koparak geceleri esen hafif rüzgarla kendi hafifliklerince uçuştukları ve vadilere, çukurluklara doğru koşuştuğu yaz mevsiminin ilk günleriydi.
Giderek ısınan Besta ormanları nemli iklimiyle boğucu bir hava yaratıyordu. 1 Haziran hamlesinin öngünlerindeydik. Yeterince sabretmiş, harekete geçmek, bir şeyler yapmak ve süreç içerisinde yaşanan tıkanıklığı aşmada rolümüzü oynamak için heyecanla bekliyorduk. Tam böyle bir süreçte yaşanan bazı gelişmeler sonucunda bir görev için Herekol’dan Besta’ya Fırın noktasına gelmiştim. Yayla havası hele Herekol’ün rüzgarı da varsa insanın içini serinletiyor ve bir dinginlik veriyordu. Ulu bir mütevazilik gibi yükseliyordu Herekol dağları Besta ormanlarının yanı başında. Fırın noktası Besta’nın tam orta yerinde bir sırtın yamacındaydı. Öyle çok ve çeşitli sivrisinek vardı ki, ani reflekslerin dışında artık onları öldürerek onlarla baş edemeyeceğimizi hepimiz biliyorduk. Nuh’un gemisi Cudî’ye demir atmışsa meçhul zamanda, efsanenin denizi Besta olmalıydı. Sonraları deniz kurumuş, sular çekilmiş, alandaki birkaç ırmak ve küçük dereler kalmıştı bugüne.
Bir deniz yatağında gibiydik. Sıcaklar arttıkça Herekol’ün rüzgarını daha da özlüyordum. Bir gecelik bile olmayan mesafeye rağmen çalışmalardan dolayı gidemiyordum. Zaman uzadıkça ve hareketsiz olunca, sürecin önemini ve ağırlığını kavramada yetersizlikler yaşanıyor, günler birbirine benzemeye başlıyordu.
Yine böyle başlayan bir günün akşam saatlerinde muhabereye giden arkadaşlardan Gabar’dan bir grup kadın arkadaşın geleceğini, Heval Sorxwîn’in de grupta olduğunu öğrendim. Onu tanımıyor, merak ediyordum. Dersim’e gidecek sonbahar grubundayken, Dersim’e geçemediği ve o kışı iki arkadaşla birlikte Amed’de geçirdiğini duyunca merakım daha da arttı. Yolculuğu yarım kalan, Munzurları görme hasretiyle yanan bir özgürlük sevdalısının sevdası daha yarım kalmıştı.
Günün ışıkları yüzünü göstermeden uyanmıştık. Kahvaltımızı henüz yapmıştık ki kurye arkadaş ve arkasından üç kadın arkadaş geldiler. İçlerinden Yekbûn arkadaşı tanıyordum, selamlaşıp sarıldık birbirimize. Diğer iki arkadaştan hangisi Heval Sorxwîn olabilir diye düşündüm, soramadım. Esmer, zayıf, saçları dağınık olan bir arkadaşta çift kol bir silah vardı, selam verip oturdu. Sessiz görünüyordu. Sarışın ve al yanaklı olan arkadaş, arkadaşların durumlarını sorunca onun Heval Sorxwîn olduğunu düşündüm. “Hani komutan ya, durumları soruyor” dedim kendi kendime. Çok geçmeden Heval Yekbûn sarışın olan arkadaşa dönerek “heval Peyman, çantalarımızı nereye bıraktınd” diye sorunca yanıldığımı anladım. Bu yanılgı ilk anda komuta ve mütevazilik kavramlarını çağrıştırdı. Ne kadar da mütevazı, hiç klasik komuta havası yok diye düşündüm. Yaşadığımız sürecin ağırlığı, talihsizlikler ve komuta ihtiyacımızı hatırlayınca yeniden Heval Sorxwîn’e çok önemli roller düştüğünü ve bizim de vereceğimiz cevabın güçlü olması gerektiğini bir kez daha kendi kendime söyledim.
Heval Sorxwîn ile aynı alanda olmamıza rağmen nadiren görüşebildik. O hareketliydi. Bir defasında bir hafta birlikte kalmıştık. O dönemde onu biraz daha tanıdım.
Sonbahar ortalarıydı. İklimin ılımanlığından yapraklar henüz sararmamıştı. Operasyon bilgisi verilmişti. Noktamızı değiştirip daha kamuflajlı ve deşifre olmayan bir yamaca gittik. İkinci gün bir grup çıkarıldı. Risor tarafına gitmek için, Heval Sorxwîn, Heval Hevî, Heval Dilxwaz, Heval Zindan, Heval Şevger ve ben hazırlandık. Güneş henüz batmadan günün o sıcak saatinde hızla harekete geçip gece yarısına kadar yürüdük. Ne operasyon ne düşmandan bir iz vardı. Verdiğimiz bir molada sohbet ediyorduk. O gece dinlenip sabah keşfinden sonra ilerlemeye karar verdik. O sırada Heval Sorxwîn’in bir kelimeyi birkaç kez tekrarlayarak yarım yamalak dillendirdiğini görünce gülesim geldi, tuttum kendimi. Ta ki Heval Zindan bir kahkaha patlatana kadar kendimi tuttum. Heval Sorxwîn’in uykusu gelmiş, uyumaya fırsat da bulamamıştı. Öyle bir kelimeye dili takılıp kalıyordu. Yakınlardaki sık bir ormanlığa gidip uyumaya karar verdik. Daha biz yerimizi düzeltiyorduk ki Heval Sorxwîn uykuya dalmış ve belki de rüyalar görmeye başlamıştı.
Sonraki gün ilerlemeye devam ettik. Giderek sesimize, iz çıkarmamaya özen gösteriyorduk. Heval Sorxwîn tezcanlı, hemen her şeyde ilk başta öne atılan, kiminde telaşlı, kiminde duygusallığı anlık kararlara götüren heyecanlı bir yapıdaydı. Akşam olunca hazırlanıp Çele Nimeje dediğimiz Namaz dağlarının bir yamacına gidip, dağ silsilesini bölen kapılardan birine pusu attık. Saatlerce beklememize rağmen düşman gelmeyince geri döndük. Sonraki gece yine gittik. Heval Dilxwaz ile aynı mevzideydim. Heval Sorxwîn ile aynı mevzideydi ve yanlarında ağır silah vardı. Saatler bizlerle inatlaşmış gibi sakin ilerliyordu. Neyse ki ilerideki patikadan ayak sesleri gelmeye başladı. “Bu defa tamamdır” deyip sesin geldiği yöne dikkat kesildik. Gecenin ortasında karartılar göründü. Önden iki, biraz mesafeden sonra sıralanmış karartılar ritmik adımlarla yakınlaşıyordu. Heyecanımız giderek yükseliyordu. İlk atışı diğer mevzi yapacak ve o atış bizim komutumuz olacaktı. Tam karşımıza gelip bizim hizamızı birkaç metre geçince mermi sesini beklerken Heval Sorxwîn’in
“Sakın vurmayın, durun, emniyetinizi kapatın, vurmayın! “diye üst üste telaşlı sözleriyle donakaldık. Grup elden çıkıyor diye bakarken, gruptakilerin iki değil dört ayakları üzerinde yürüdüğünü görmemizle Heval Sorxwîn’in
“Asker yerine domuz vuracaktık heval!” demesi ile gülmesi bir oldu. Gülsem mi ağlasam mı şimdi! O gecemiz de öyle geçti. Sonraki gün muhabere yapıp operasyon olmadığını, hiçbir yerde asker çıkmadığını bildirecektik. İkindi vaktiydi. İki kobra üzerimizden geçip ilerdeki bir boğazı vurdu. Çele Nimeje’ye çok yakın olduğumuzdan aniden çıkmışlardı. Ama orman sıktı ve derli toplu olduğumuzdan bizi görebilmesi biraz zordu. Yine de tedbir aldık. Sonraki gün durumları netleştirip diğer arkadaşların yanına döndük. Bu sürede Heval Sorxwîn ile paylaşımlarımız gelişti. Tartışıp yarım kalanları kışın tamamlamak üzere anlaştık.
Kış üstlenmemizde aynı kampta olacağımızı söylemişti ama ihtiyaç ve koşullardan dolayı yine ayrı kaldık. Bir kez ziyaretimize gelmişti. Önderliğin, Bir Halkı Savunmak adlı kitabını okumuştuk ve tartışmalarla anlamaya çalışıyorduk. Onunla kıyasıya bir tartışmamız oldu. Önderliğin bir değerlendirmesi için ikimiz ayrı şeyler söylüyorduk ve sonuçta birbirimizi ikna edememiştik. 8 Mart için hazırladığımız morale onu da çağırmıştık. Geldi ve tek kişilik bir skeç yaptı. Sonra ona Murathan Mungan’ın “Hatıra” şiirini verdim. Peyman arkadaşla birlikte okudular. Bahar düzenlemelerinde de çok kısa görüşüp ayrıldık. Uzun bir süre görüşemedik. Bahar operasyonları içinde yoğun çatışmalar yaşanıyordu. Yaralanmış ve tek başıma bir yerde kalmıştım. Birkaç gün sonra iki arkadaş yanıma geldi. Onlara tek tek arkadaşları sordum. Heval Sorxwîn’i sordum. “Duysa kalkıp gelirdi, ne olursa olsun gelirdi, kesinlikle duymamıştır” dememle bir kayanın arkasından Heval Sorxwîn’in dağınık saçları görüldü. O’na selam vermek için güç bela kalkarken yanımdaki arkadaşa dönerek “gördün mü, duysa gelir demiştim sana” dedim. Selamlaştık. Sözsüz, sessiz baktık birbirimize ve gözlerimiz doldu. Şehit düşen arkadaşlar, onların son görüntüleri geldi, girdi aramıza. Konuşmadan birbirimize bakarken onları görüyorduk. O, gülümseyerek havayı dağıtmaya çalıştı. Daha sonra da yanıma ziyarete gelmişti. Her arkadaş da Heval Sorxwîn gibi şahadetlerin acılarını bana yansıtmıyor, içine akıtıyordu. Besta’dan ayrılırken onu göremedim. Yarımlıklarımızı tamamlamayı düşünürken aramızdaki mesafe büyümüştü. Onlarla notlaşarak özlem gideriyordum. O tüm yoğunluğuna rağmen sık sık not gönderiyor arkadaşların düzenlemelerinden sağlıklarına, sivrisineklerden Koçerlere, Heval Herem’in yedek cephane ve lojistik olan ceplerinden mevsimin toprağa yansımalarına kadar yazıyor, bana Besta’yı yaşatıyordu. Her kelime beni onların yanına götürüyordu.
Düzenlemelerle alandan arkadaşların başka alanlara kaydırılmasından zorlandığını, genel arkadaşlardan güç ve moral aldığını, herkesin coşkulu ve moralli olduğunu yazmıştı notlarında. Son yazdığında “sonbaharın ilk esen rüzgarlarını aldığım şu günlerde yoldaşlığın en sade duygularıyla selamlıyorum seni ve Haftanin’deki tüm yoldaşları. Hüzünlü mevsimdir sonbaharın adı, ondan mıdır bilemiyorum ama bir yumruk gibi boğazımda düğümlenmiş hüzün rüzgarları…” diye başlamıştı. Hep O’nunla bir süre beraber kalmayı istedim. Konuşup paylaşmaya, birlikte gülüp ağlamaya, kavga etmeye yetecek bir süre birliktelikti istediğim. Oysa her yarımın diğer yarısıyla var olduğu ve yaşamın tüm kabullenilmezliğine rağmen yarımlıklarla örülü olduğu çıkıyordu karşıma. Bu baharda bir grup arkadaşla Güney’e geleceğini duyunca özlemlerini zamana işlediğim yoldaşlarımı görme sevinci sarmıştı içimi. Bir süre sonra yeniden Botan’a yakın olma, yüreğimi Kuzey rüzgarlarına verme umutlarıyla, coşku ve moralle geldiğim Haftanin’de yarım kalmış bir tanıdıklık, buruklukla bakıyordum yeşil doğaya, dağlara, vadilere. İlkbaharın beşiğinde hüzünler yeşermezdi. Sararmazdı doğa, sararan doğanın rüzgarına, efkarına tutulmazdı yürekler. Nisan ayının on beşinde Heval Sorxwîn’in bir grup arkadaşla birlikte şehit düştüğünü öğrendim. Ağlamak, şehitlerimizin ardından dönsünler diye gözyaşından ırmaklar akıtmak dindirmiyordu hiçbir acıyı. Uğurlayan olmak, gidenlerin ardından bakakalmak öyle zor ki. Heval Sorxwîn’in şahadetini duyunca, yeşil doğanın karardığını, güneşin damarlarımdaki kanı toplayıp kuytulara çekildiğini duyumsadım.
Kelebekler uçuyor, öyle narin, kıpır kıpır kanat çırpıyorlar. Her şeye ilk önce atılan, tehlikelere, zorluklara aldırmadan, içine giren Heval Sorxwîn’i hatırlıyorum kısa ömürlerine çok şey sığdıran, ateşe koşan kelebeklere bakınca.
“Bazen bir kelebek gibi yaktık ateşlerin yakıcılığında kanatlarımızı, bazen de ateşten uzak, henüz dolmadan ömrümüz, yaşlanmadan soğuktan öldük… Ama bıkmadık yaşam mücadelesinden ve arayışlarımızdan. Ve şunu öğrendik. Zorlanmaksızın ve hata yapmaksızın öğrenilmiyormuş yaşam. Güzellik ve sevgi olur muymuş kavgasız. Eee o zaman zorluk, başarılı bir sınav için şart mı şart” demişti ve onlar gibi, yaşadığı kısa ömrüne çok şey sığdırmıştı O.
Yoldaş canlısı altın yürekli Rozerin’in, bal gözlü, saf ve dürüst yoldaş Axin’in, Dersim özlemleriyle tutuşan ve yarım yolculuklarla hasretini dindiremeyen Heval Sorxwîn’in birlikte şehit düştüğünü duymak bizler için çok ağır. Onun şakacı, mütevazı, kendini kalıplara koymadan özgürlüğe meyilli doğallığı, görevlerini her şeyden üstün tutması hepimiz için örnek alınacak bir durum. Yoldaşlığınıza diyordum önceleri. Şimdi ise şahadetinize diyorum. Layık olmak tek doğrultumuz ve güç kaynağımız.
Doğanın bahar halayını tuttuğu bu günlerde Besta’da nasıldır yapraklar, toprak nasıldır. Ardınızdan ağlıyor şimdi bir vatan parçamız. Heval Sorxwîn’in kızıl kanı Hezil’e karışıyor. Yüreğimizden bir kandamlası düşüyor Kürdistanî özlemlerimizin üstüne.
Dilzar Dîlok