HABER MERKEZİ
Şimdi bilmem hangi zaman diliminde çekilmiş fotoğrafına bakıyorum. Aslında zamanın anlamsızlaştığı bir andır şu an tam karşımda duran fotoğraftan yansıyan. Bu anın özüne ulaşmak ve ben de bu anda kaybolmak için, bir bir gelip önümde duran yaşanmışlıklara boyun eğiyorum. Boyun eğiyorum çünkü böyle istiyorum.
Siyah-beyaz değil hiçbir yaşam. Zaten yaşam renkleriyle vardı. Tüm renkleriyle yaşandığı derece anlam verilebilirdi. Zaten sıkıntı diye gelip önümüzde duranlar yürekte gitgide eksilen yaşam renklerinden kaynaklanıyordu. Yaşam bir bütünen vardı ve hiçbir anı kaçırılamayacak derece değerliydi. Bunu bilmek vardı, bir de bunu yürekten yaşamak. Bilmek yetmez çoğu zaman. Bir de henüz bilmenin özüne ulaşamayanlar var tabii. O zamanlarda çöker insanlar. Böylesi zamanlarda gülüşler, tek yerleşkesi olduğu bakışlardan izinsiz bir şekilde, hoşça kal demeden çıkıp gider. Bu anlardır insanın derin dalgınlıklara kapılması ve soluksuz kalmasına neden…
Yaşam durmaksızın akan bir nehir gibidir. Hırçın, deli dalgalı ve olabildiğine asi… Hazır olamayanları oradan oraya sürükleyebilecek güçtedir. Ve bir o kadar da akışkandır yaşam. Aktıkça oluşturan, oluşturdukça anlam kazandırandır yaşam. Peki ama kimin için?
Yaşadığını sanıp da yaşamsal anlamda umut vaat etmeyen o kadar çok insan var ki! Dününden habersiz, bugünle sınırlı bırakılmış, gelecek beklentisi olmayan nice insan… Ne için yaşadığını, yaşaması gerektiğini bilmeyen milyonlarca insan. Toplumundan, toplumsal gerçekliğinden kopmuş, her an sistemin sunmuş olduğu şekilsel yaşama kendisini kaptırmış, ruh ve duygudan arındırılmış insan yığınları… Evrenin kendisine yüklemiş olduğu görev ve sorumluluklardan habersiz, mikro kozmos olmayı hak etmeyen büyük kalabalıklar… İnsan olduğunu sanıp da bir taşın duyarlılığından yoksun nice insan… İnsancıklar…
Şimdi fotoğrafına baktıkça, sonsuz inanç ve büyük amaçlarınla özgür soluklu yarınlara olan özlemlerini düşündükçe böylesi insanlara daha çok acıyorum. Neden biliyor musun? Onlar, kendisini her şeyin sahibi sanıp aslında hiçbir şeyden haberdar olmayan insanlardır. Sen ise her şeyi elinden alınmış, kimliksiz bırakılmak istenen mazlum bir halkın fedakar bir evladı. Onlar ki sunulu yaşamı sorgulamaksızın kabul eden ve bir an olsun içinde bulundukları bu bataklıktan kurtulmak istemeyen insanlar. Sen ise sistemin tüm belleksizleştirme ve yarınsız bırakma çabalarına karşılık geçmişinin elinden tutup, bu gününü özgürlükle kutsayıp yarınlara uzanan hakikat arayışçısı…
Yaşamak bilinçle yoğrulmuş bedellerle anlamlı kılınabilirdi. Sistemin tüm renksizleştiren çabalarını alt-üst eden ve avutulmaksızın düşlerin pratikleştirilmesi olayıdır bu. Böyle insanlardır, yaşamı oluşturacak olan, çekili tüm sınırları ihlal eden, zorunluluk diye dayatılan siyah-beyaz yasaları delip geçen. Tüm mesele kim olduğunu bilmekti. Kim olduğunu bilmeden yaşam nasıl tanınabilirdi ki? Neden yaşadığını bilmeden insan, yaşamın tüm renkleriyle yaşama tutunabilir miydi? Kendini bilmek, sistemin bizlere kırıntılar şeklinde bahşettiklerinin de aslında bizden çalındığını ve toplumun onun için temel yaşam gerekçesi olduğunu bilmekti. Akan yaşam deresinde bu derenin bir parçası olduğunu görmek ve bu farkındalıkla akışına bırakmaktı kendini bilmek…
Bundan belki de özgür yaşam mekanlarına ulaştığında “Özgür olsun ismim” dedin. Çünkü özgür yaşamın ilk yerleşik mekanıydı buralar. İlk insanın toplumsallık gibi kutsal bir olguya başvurduğu yer burasıydı. Zalimlerin zulmüne karşı isyanın, başkaldırının kızıl bayrağının dalgalandığı diyarlar burasıydı. Ana tanrıçanın ilk ‘Nan’ yaptığı yer burasıydı. Sen de bu güzelliğin anlamına ulaştığın ilk andan itibaren ‘Özgür’lüğü seçmiştin kendine. Tanrıçalaşma yolunda en kararlı adımını atmıştın bir kere. Kimisine göre delilikti. Nasıl olur da dağlar yaşam mekanı olurdu! Binler bunu pratikleriyle gösterdi. Ve sen de özgür yaşam kervanın bir sürdürücüsü olma yolunda kararlılıkla yürüdün.
Hatırlıyorum da, katılacağın zaman birinin sana ‘sen deli misin, insan dağlarda nasıl yaşar?’ demesine verdiğin cevap hala kulaklarımda yankılanıyor: “Evet, ben deliyim. Eğer bu köle yaşamı ret etmek delilikse ben deliyim. Eğer özgürlüğe baş koymak delilikse ben deliyim. Hem Kürdistan dağları PKK’li delilerle dolup taşmış. Ben de bu delilerin arasında onurluca ve özgürce yaşamak istiyorum.” Haklıydın! Biz deliydik. Biz özgür yaşam delisiydik. Çünkü hiç kimse PKK’nin yaptığı gibi, cesaret edip de tümüyle sistemi karşısına almamıştı. Biz PKK’nin fedai militanları olarak, Önderliğimizin ve şehitlerimizin bizlere verdiği güçle, rüyalarımızı karabasanlarla doldurmuş cellatların üzerine yürümeyi öğrendik. Yürüdükçe kendimizi bulduk ve yaşama daha sıkı sarıldık. Çünkü bizler ‘yaşamı uğruna ölecek kadar çok seven’lerin yoldaşlarıydık.
Baktıkça karşımda duran fotoğrafına, düşünce yoğunluğunun tüm açık sokaklarında bir yürüyüşe geçerim. Senin geçtiğin, adımlarınla arşınladığın, her lambanın altında durup etrafını gülücüklerle yokladığın sokaklar… Tüm soğukluğuna, iç titreten karanlığına ve her an daha da daralan bu sokakların inadına fotoğraftan fırlayan gülüşün ışık oluyor yoluma. Tüm durağanlıkları delip geçen ve akan nehrin oluş güzelliğindeki temiz gülüşün. O an işte, benden habersiz yüreğimde birikenler gözlerime ulaşıp yaş olur. Ama her şeye rağmen sulanmış gözlerime yürekten bir tebessüm yerleştiren yine senin gülüşün oluyor.
Bu sabah, henüz tüm yoldaşlarım uykudayken beyaza bürünmüş bu dağlara selam durdum. Bilirim bu diyarlara olan özlemini, bu yüzden anlatmak istedim. Resmini avuçlayıp Şekif’e doğru kaldırdım. Nicedir yağan karın altında solgun görünüyordu bakışları Şekif’in. Biraz mahcubiyet var bakışlarında. Nicedir böylesine hüzünlenmemişti. Bağrından kopup giden nice evladının çok uzaklarda toprakla olan buluşmasına gittiğini biliyordu. Onun için de bu kış çok zorlu geçeceğe benziyor. Ama her şeye rağmen dik durmayı ihmal etmiyor. Eteğini okşayıp giden Lolan’dır tek tesellisi. Nice acıya ve ayrılığa şahitlik etmiş Lolan… Bir arada olmanın verdiği coşkunluktur onları yarınlara ulaştıran. Nice güneş kokulu çocuğunu yolcularken tarihe bir kez daha merhaba dedirten buydu belki de.
Ben yine her zamanki gibi suskunluklara sığınırım. Bilirsin, konuşmayı çok severim. Ama oldum olası böylesi anlar bir başka etkiler beni. Nasıl etkilemesin değil mi? Biliyorum her şeye rağmen suskunluğun bana yakışmadığını söyleyeceksin. Her zamanki gibi ‘konuş, bir an olsun tereddüt etmeden, yanlış ya da doğru, ama her şeye rağmen sen konuş’ dediğini duyar gibiyim. Bilmeme rağmen bu genç ama yorgun yüreğime, yüreğimin sözcüsü dilime boyun eğiyorum. Seni ve başı dik Şekif’i baş başa bırakıyorum. Birbirinizi hiç görmemiş olsanız da, özlemlerini bu fotoğrafla ulaştırmak istiyorum. Bir de yüce Şekif’in, gülüşündeki güzelliğe ulaşmasıdır en büyük isteğim.
Henüz uyanan yoldaşlarımın şaşkın bakışlarını hissedebiliyorum. Bu sefer olmaz diyorum kendi kendime. Özgüven zırhımı kuşanıp, şaşkın bakışlarına yürekten ve ıslak bir tebessümle karşılık veriyorum. Güneş de doğmak üzere. Ama don tutmuş her yer. Bilirim, yoldaşlarımın kaygısı bundan. Hastalanırım diye endişeleniyorlar. Keskin soğuk iliklere kadar işliyor. Ama her şeye rağmen gülüşünle ısıtıyorum yüreğimi.
Güneş doğdu doğacak. Bu ana şahitlik etmeni öyle çok istiyorum ki. Şekif’in güneşle olan o ilk buluşması bakışları ister istemez esnetiyor. Bir tebessümün gelip gözlerine yerleştiğini çok sonra fark edersin. En zirvesine vuran güneş ışınları, kendisiyle beraber bir renk cümbüşünü de getiriyor. İlk önce kızılımsı sonra sarı ve en son da bembeyaz bir ışık huzmesi… Biraz daha kaldırıyorum fotoğrafını. Hemen sonra gülen gözlerine güneş doğuyor. Güneşle beraber gülüşün de gelip yüreğime yerleşiyor. Bir daha asla diyorum. Her ne olursa olsun, yolumu aydınlatacak olan gülüşün olacak.
Bu kış mevsiminin ocak ayında beyaza bürünmüş her yer. Kimisi ‘dağlar gelinliklerini giydi’ diyor. Bilmem ama bu görüntü bana hep önümde uzanan bembeyaz bir denizi andırıyor. Dalgaları gökyüzüne ulaşan ve uzadıkça uzayan, baktıkça göz yoran bir deniz. Bir de dolunaylı bir zaman diliminden geçiyoruz şimdi. Dolunay, kar ve Şekif… Ne çok severdin dolunaylı zaman dilimlerini. Hem, arkadaşların sana boşuna ay gülüşlü kız demiyorlardı. Tüm zifiri karanlıkları delip geçerdi gülüşün.
Bundandı belki de Avrupa’nın karanlık sokaklarını aydınlatmak için Ronahî olmayı seçtin kendine. Özgür bakışların Ronahî gülüşünle birleştiği andı bizi sana ölesiye bağlayan. Kim ne derse desin özgür düşlerin ve Ronahî gülüşünle yerle bir ettin celladın hesaplarını. Olmadı, tutmadı hiçbir hesapları. Bugün özgür yaşamın mekanı dağlar başta olmak üzere, Kürdistan’ın her yanında Ronahî oldun yollarına yoldaşlarının. Aydınlattın pusu kurulmuş patikaları ve yoldaşı oldun umut taşıyıcı yoldaşlarının. Ve şimdi doğa tüm ihtişamıyla seni anlatıyor bizlere. Şekif’in zirvesinde iki metreyi bulan karlara doğan güneş bir başka güzelleştiriyor bu anı.