HABER MERKEZİ
Kapitalist Modernite Gerçekliği ve Halk Ayaklanmaları
Önder APO’nun köklü bir şekilde çözümlemesini yaptığı ve günümüzdeki tüm etkilerini maddeler halinde sıraladığı “Kapitalist Modernite”nin tüm gerçekliğini, bugün bütün dünya halkları çok çıplak bir gözle görmektedir. Doğada yaşanan tahribatlar ve tehlike sinyalleri ile birlikte, halklar arasında gün aşırı patlak veren isyanlar, direnişler ve ayaklanmalar; aslında bu sistemsel gerçekliğin yozlaştığını ve artık sürdürülemez boyutlara ulaştığını ifade etmenin dışında herhangi bir anlamı bünyesinde barındırmamaktadır. Günümüze değin yaşananları ve ortaya çıkan bütün tabloları göz önüne aldığımızda, sorunun kimyasında ve özünde, sistemin ve zihniyetinin yer aldığını görebilmekteyiz. Sorunun kökünde ve özünde yer alan sistemin hakim anlayışı ve egemen zihniyeti de bu gerçeği çok iyi bilmektedir. Bundan dolayı da ciddi anlamda karşıt bir saldırıyı yürütmekte, birçok farklı siyasi projelerle ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı ardından bu durum daha bariz ve hissedilir bir şekilde sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu dönem itibariyle dünya genelinde yaşanan birçok ayaklanma ve isyanın nedenlerini ele alırken, bu gerçekliği göz önünde bulundurmanın faydası olacaktır. Aksi halde insanların ve kitlelerin neden Cezayir’de yüz yılı aşan bir direniş geliştirdiğini, Hindistan’da uzun yürüyüşlere çıktıklarını, 68 kuşağı olarak gençlerin direnişlerini, Vietnam’da toplumun bütün kesimlerinin işgalci ve işbirlikçilerine yönelik mücadelelerini, Filistin’deki intifadaları ve geçtiğimiz sene Bouazizi adlı gencin kendini yakmasıyla başlayan ve “Arap Baharı” denilen süreci anlamada yetersiz kalırız.
Ortaya çıkan bu gelişmeleri değerlendirmeye çalıştığımızda; bu dönem itibariyle sanayileşmenin gelişimi ve ulus/devlet yaftasında kültürel ve kimlik gibi insani hakların üzerindeki tahakkümleri temel neden olarak sıralayabiliriz. Bunlara örnek olarak; başta Osmanlı İmparatorluğu ve ardından Fransa devletine yönelik olmak üzere Cezayir halkının uzun yıllara yayılan direnişlerini, Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğine yönelik direnişlerini ve ayaklanmalarını, Vietnam’ın Fransa’ya ve ardından ABD’ye yönelik direnişlerini ve mücadelelerini, Filistin’in İsrail’e karşı geliştirdiği intifadaları sıralayabiliriz.
Filistin intifadası yıllara yayılan ve tam anlamıyla bir halk ayaklanmasıdır. Hiçbir şey bu sorunun sistemsel bir sorun olduğunu saklayamamaktadır. Filistin halk ayaklanması veya intifadası dediğimiz sürecin ilki 1987 Aralık ayında gerçekleşti. 1982 Lübnan savaşından beş yıl sonra gerçekleşen bu ilk ayaklanmaya; görünürde bir İsrailli’nin öldürülmesi ve cezaevinden kaçan 6 İslami Cihad mensubunun oluşturduğu gerginlik gösterilmektedir. Halbuki 1948 yılında emperyalist politikalar sonucunda bölgede oluşturulan İsrail devleti ve mevcut politikaları sorunun özünü oluşturmaktaydı. 1987 yılında yaşanan bu pratik gelişmeler Cebeliye kampında gerilimi tırmandırmıştı. Daha bu olaylar yeni ortaya çıktığı bir anda, şaibeli bir şekilde 6 Filistinli işçinin kaza süsü verilerek katledilmesi ise gerilimi patlama noktasına getiren ve Filistin halkının direnişini tetikleyen son nokta olmuştur.
İsrail askerlerinin kampı basarak Filistinlilere ait cenazeleri zorla alması ve olayı geçiştirmeye çalışması, halkın hepsinin ortak ve yüksek direnişiyle boşa çıkartılmış ve tarihte Filistin intifadasının ilki ortaya çıkmıştır. Yıllardır süren işgal, topraklarının gasp edilmesi, kendi evleri yıkılırken yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılması ve türlü baskılar Filistin halkını canından bezdirmiştir. Gelinen an, bıçağın kemiğe dayandığı andır. Filistin’in kaderi tek bir taşla değişiverdi. Filistinli gençlerin İsrail kurşunlarına karşı attıkları ve simge haline gelen taşların ilkini o günlerde yine Filistinli bir genç atmış ve arkadaşlarının da ona eşlik etmesiyle kıvılcım ortaya çıkmıştır. Çakılan bu kıvılcım kısa sürede ülke geneline yayılmış ve bütün Filistin halkı, aynı tepki ve duygularla sokaklarda barikatlar kurarak, taşlarla/lastiklerle direnerek, İsrail ordusunun teknik donanımına karşı görkemli bir mücadele yürütmüştür.
Tarihte ikinci Filistin intifadası olarak geçen süreç ise A. Şaron’un, Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettiği 2000 yılının Eylül ayına denk gelmektedir. Şaron gibi eli kanlı bir caninin, halk nezdinde kutsal olan bir yere gerçekleştirdiği bu ziyaret, ilk intifada olduğu gibi kısa sürede bütün Filistin halkının katılımıyla artarak genel bir halk ayaklanmasına dönüşmüştür. Bu süreç de; Mahmut Abbas ve Ariel Şaron’un, 2005 Şubat’ında Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde gerçekleştirdikleri ateşkes anlaşması ile resmi olarak sona erdirildi. Fakat sonrası dönemlerde İsrail’in saldırıları devam ettiği gibi, Filistin halkının da direnişleri günümüze kadar devam etti.
Halk ayaklanması ve direnişine önemli bir örnek olarak da Vietnam halkının direnişini ve ayaklanmasını gösterebiliriz. Yüzyılın başından beri devam eden ve önce Fransızları, sonra da dünyanın en büyük ordusuyla üstlerine gelen ABD’yi hezimete uğratan Vietnam, bütün bu savaşlar boyunca akıl almaz kıyımlara uğradı. 500 binlik ABD ordusu ve bir buçuk milyonluk Güney Vietnam ordusu, bütün teknolojik olanaklarına karşın Vietnam halkını yenemeyince, büyük bir soykırıma başvurdular. Yıllarca süren tarihin en büyük hava bombardımanında Vietnam’ın vurulmadık tek bir metrekare alanı bırakılmadı. 1963-1973 arasında öldürülen sivil insanların sayısı on binlerin üzerindedir.
Bu örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkündür. Birçok farklı nedenden kaynaklansa da insanların günümüz dünyasındaki ayaklanmaları da çeşitli boyutlarıyla devam etmektedir. Fakat bunların pratik olguların dışındaki hakim zihniyeti ve binlerce yıllık geçmişe sahip devlet, üst toplum ve yönetici elitleri kavramaları ya da onlara yönelik ciddi anlamda zihinsel bir mücadele yürütmeleri, çok zayıf olmuştur. Örneğin ABD’nin Chicago kentinde, Siyahilere ayrılan yere oturmayarak önemli bir halk ayaklanmasına ve Siyahilerin direnişe geçmesini sağlayan Roza Parks’tan günümüze değin Siyahilerin mevcut durumlarında bir iyileşmenin olduğunu iddia edenler vardır. Fakat sorun tam olarak ortadan kalkmış değildir, bugün ABD’nin başkanı da bir Siyahi iken, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ABD’de de Siyahilere yönelik halen baskı ve gasp yaklaşımları devam etmektedir.
Burada sözünü etmeye çalıştığımız temel olgu; ayaklanma ve isyan nedenleri, yine bu temelde yürütülecek mücadelenin amaçları ve hedefleri önemli olmaktadır. Hakları elde etme, üretim ve maddi koşullarda iyileştirmeleri hedefleme bir ayaklanma nedeni iken, zaman içerisinde sistemsel gerçekliğe mağlup olmamak ve sistemin basit bir dişlisi haline gelmemek gerekiyor. Tarihte de bu yönlü onlarca ulusal ayaklanma ve emekçi direnişlerini ve sonrasında ortaya çıkan gerçekleri çok acı bir şekilde görmekteyiz. İş koşullarından ve emek karşılığında ortaya çıkan en temel sorunlardan dolayı insanların fabrikalarda direnmesi, yakılması ve böylesi ayaklanmaların şiddetli bir şekilde bastırılmış olması, günümüzde bu direniş ruhunu ve geleneğini sembolik günlerle anmak, bayram havasında açlığı, yoksulluğu ve yoksunluğu kutlamaya çalışmak, tarihin naif bir ayrıntısı değil; bilakis sistemin bu mücadele zeminlerini kendine göre yontmuş olmasının bir neticesidir.
Zaten bu yönüyle ayaklanmalara ve isyanlara baktığımızda; tarihte çok fazla küresel anlamda bir ayaklanma ve isyan olmamıştır. Çünkü sözünü etmeye çalıştığımız gibi ayaklanma nedenleri ve gerekçeleri genel olarak pratik olgular üzerinden ele alınmış ve yönetenlerin gösterdiği dayanışma, bu şekilde ortaya çıkan ayaklanmaları bastırma yöntemi, acıdır ki direnenler arasında ve ayaklananlar arasında neredeyse yok denecek kadar az ortaya çıkmıştır.
Uluslararası Ayaklanmalar
Günümüz dünyasında toplumları ve toplum gerçekliğini tanımlarken; sıkça ifade edilen temel argümanlardan bir tanesi de; gelinen düzey ve aşamada dünyanın büyük bir köy olduğudur. Dünya gerçekten de büyük bir köy olarak ele alınıyorsa; nasıl oluyor da ülkeler içinde, farklı kıtalarda ve iç içe olan coğrafyalarda insanlar ayaklanırken, direnirken ve isyan ateşini yakarken, dünyanın geri kalanında buna benzer tepkimeler ya da refleksler ortaya çıkmıyor? Dünyada yönetenler, üst toplumun efendisi olduğunu iddia edenler, çeşitli yol ve yöntemlerle ortak hareket edip, belirlenen siyasi uygulamaları esas alırken, neden kitleler ve halklar açısından da aynı durum geçerli olmuyor?
Bu ve benzeri soruları sorarak, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ayaklanmaların nedenlerini tekrardan göz önüne aldığımızda, cevaplar üzerinde daha gerçekçi bir mantık yürütebiliriz. Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi egemenlikçi güç odakları ve çeşitli iktidar yapılanmaları, çeşitli dönemlerde sürekli ortak hareket etmeye çalışmışlardır. Özellikle kitle yönetiminde ve tebaa’ların kontrol altında tutulmasında. Aynı zamanda tarihte belirli dönemlerde işbirliği yaparak, daha güçlü ve daha zorba olana yönelik de mücadele yürütmüşlerdir. Bunlardan en çok bilinenlerinden bir tanesi de Med konfederasyonlarının Asurluları yenmesidir. Bu yönüyle insanlık ve toplumsallığın gelişim diyalektiğinde, birkaç örneği sıralamak ve anlaşılması kabilinde dile getirmek mümkündür. Fakat bunların günümüz dünyasında ve kendi dönemlerinde ortaya koydukları mücadelelerinde, eleştiri yanı bulunan birçok nokta da mevcut olmaktadır.
Özcesi insanlığın binlerce yıllık geçmişiyle ve günümüzle; kitlelerin ve halk yığınlarının, üst toplum olarak ifade ettiğimiz yönetici kesimlere, elitlere yönelik ortak mücadele platformları çok zayıf olmuştur. Stratejik bir mücadele anlayışından ziyade, dönemsel ve yüzeysel yaklaşımlar, pratikler ortaya çıkabilmiştir. Bunlardan en önemlisi belki de Sosyalist Enternasyonal’lerdir. Günümüzde dahi kalıntı kabilinde de olsa kendini devam ettirmeye çalışan ezilenlerin bu uluslararası mücadele platformu, gerçek anlamda çağın mücadele koşullarıyla hareket etmede çok yetersiz kalmaktadır. Kendi döneminde; sisteme ve yönetenlere karşı giriştikleri mücadelelerinde, belli bir noktadan sonra iç sorunlarıyla daha fazla uğraşır hale gelen I. ve II. Enternasyonaller, sürekli ayrışarak/bölünerek gücünü güçsüzlüğe dönüştürmede büyük bir ustalık ortaya koymuştur. Fakat bu durum doğal olarak halkların ve kitlelerin mücadelelerinde, çok ciddi başarıları ve kazanımları ortaya çıkartamamıştır.
Bu mücadele alanlarının bu şekilde kullanılıyor olması en başta, iktidar mekanizmasına yarar sağlamıştır. Devrimci mücadele ve halk ayaklanmaları gibi ulvi nedenlerle hareket eden organizmaların içine girdiği durumları yakından irdelediğimizde; karşımıza çıkan temel gerçek somut koşulları tahlil etme ve buna göre hareket etmede yaşanan zafiyetler olmaktadır. Birleşik bir cephe oluşturamama, var olanları da içeriğinden kopuk ele alma, yaklaşma başlı başına sorun olmuştur. Emperyalizmin en belirgin politikası olan böl-yönet gerçekliği, bu platformlarda da ciddi bir şekilde sonuç almıştır. Bu yönüyle hem Enternasyonaller, hem de günümüzdeki çeşitli formlar mücadele ve ayaklanmalarda, kitlelerin temel gerçekliklerine göre hareket etmede, bunu mücadeleye kanalize etmede eleştiri götürür pratiklerin sahibi olmuşlardır. Ekim Devrimi sonrasında ortaya çıkan Doğu Bloku’nu bu şekilde ele alabilir ve sorgulayabiliriz. Aslında öncesinde de ifade etmeye çalıştığımız gibi; diktatörlüğe karşı yürütülen bir mücadelenin sonucunda diktatörlük farklı biçimlerde devam ettirilmiş, bu şekilde de somut koşulların tahlili denilen gerçeklik, devlet çıkarları ve bekasına hibe edilen bir işleyişe dönüşmüştür. Yani özü ve sıkıntı nedenleri ortadan kaldırılamadığı gibi sadece ve sadece kabukta bir değişime gidilmiştir.
Uzun yıllar boyunca bu şekilde böyle devam eden bu süreç elbette birçok tarihi fırsatın da tüketilmesine, boşa harcanmasına zemin sunmuştur. 1930’lu yıllarda yaşanan ekonomik krizin tahlilinde zayıf kalan ve daha çok ulusal kurtuluş mücadeleleri, emekçilerin mücadeleleri ile uğraşan uluslararası platformların sisteme yönelmesi ve bir bütün halinde ortak bir cephe olarak mücadele etmesi sonucunda, tarihin seyri ve gelişimi çok farklı olabilirdi. Fakat bunun gerçekleşmemesi sonucunda, II. Dünya Savaşı’yla bu kriz aşılmış ve kapitalist modernite kendi ömrünü uzatabilmiştir. Aynı şey günümüz için de geçerlidir; bugün de sistemin içine girdiği ciddi bir ekonomik bunalım söz konusudur. Hatta bazı iktisatçılara göre bugünkü durum, 1930’lu yılları da aşar derecededir. Bundan dolayı da birçok hegemonik güç; savaş baltalarını çıkarmış, bölgesel anlamda çeşitli çatışmalarla, spekülasyonlarla sorunu aşmaya çalışmaktadır. Sadece bu örnek bile konunun önemini anlamak ve buna göre hareket etmek için oldukça ciddi bir veri olmaktadır. Aksi halde yaşananları basit bir tekrar ya da tekerrür gibi ele almak gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bir yaklaşımı ön plana çıkarır.