HABER MERKEZİ
Francis Fukuyama’nın ideolojiler çağının bittiğini iddia ettiği yıllarda Soğuk Savaş’ın yarattığı, iki blok arasındaki o keskin duvarlar kalkmış ve iç içelik gelişmişti. Bunu da kapitalist hegemonyanın mutlak zaferi olarak değerlendirmişti. Sosyalizmin, dolayısıyla toplumsallığın kaybettiğini vurgulamıştı. Bireyciliğin, yani tekilleşmenin ve tekelleşmenin sonsuz yolunun açıldığını ifade edip artık başka bir yaşam biçimi ve sistemin gerçekleşemeyeceğini ortaya atmıştı.
Fukuyama’nın, ileride kendilerine büyük dert olacak olan bu iddialarına yanıt vermek, bu yazının konusu değil. Tikelliği dayatan kapitalist modernitenin, finans kapital çağında, kendisini sürdürmek için faşizme daha çok ihtiyaç duyacağı ortadadır. Bu yolla alternatif toplumsallaşmaların önünü alabileceğini, zaten yapısal krizi gereği kapitalizmin kendisini yenilemek bir kenara, tümden çöküşünü bir yüzyıl daha erteletmekten başka çaresinin olmadığını söyleyip geçmek gerekiyor.
Zira kanıtlanan, sosyalizmin ve toplumsallığın bitmediğidir. Bu anlamda kapitalist hegemonyanın emperyalist ve işgalci karakterinin dayattığı küreselleşme, evrensellik olmuyor. Bir başka deyişle kapitalizmin dünyanın hemen her yerine sızmış olması, onun evrensellik ilkesini esas aldığını göstermiyor. Tam tersine zorbaca bir yaklaşımla her yeri ve her topluluğu tekilleşmeye zorlamakta, farklılaşmayı bir günah olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu da yaşamın her yerinde ve her anında yürütülen bir savaşı beraberinde getiriyor.
Bireyle toplumsalın yaşamı arasındaki diyalektik ilişki, insanın ilk toplumsallaştığı dönemden günümüze değin vazgeçilmez bir gerçeği ortaya koydu. En eskideki bir iletişim haliyle şu andaki iletişim şekilleri arasında özsel bir fark yoktur. Amaç, ilişki kurmaktır. Ama nasıl bir ilişki?
Komünal toplum döneminde bir klan üyesinin yaptığı ya da söylediği her şey bulunduğu klanı etkilemiştir. Örneğin bir avcının, avdan eli boş dönmesi klanın açlıkla yüz yüze kalmasına sebep olabilirdi. Üretim araç ve yöntemleri için de aynı şey geçerliydi. Ama her ne olursa olsun bu, kabileleşme ve aşiretleşme ile birlikte ortak inanç ve toplanma merkezleri ve şehirleşmeye kadar olan süreçte, genelde üyesi olunan klanla sınırlı kalmıştır. İnsan, hem nicel hem de nitel olarak büyüdükçe etki alanı daha da genişlemiş, topluluklar birbirleriyle daha kolay ve özgün iletişim kurmaya başlamıştır. Bugün sahip olunan teknolojik olanaklar ve bilgi çağı atmosferinde herkes, herkese etki edebilir duruma gelmiştir. Yaşanan bir olayın dünyanın farklı bir yerindeki bir topluluğa olumlu ya da olumsuz etkisi kadar, herkes herkese neden ve nasıl yaşadığını, bunu neden yaptığını ve sahip olduğu değerleri ve anlam bütünlüklerini de anlatabilir olmuştur. Bir anlamda birine selam vermek için bile, klanda olduğu gibi fiziken yanyana olmak, zorunluluktan çıkmıştır. Bu, aynı zamanda Fukuyama’nın dediğinin tersine, devletli-sınıflı uygarlıktan öncekine dayanan “yeni”nin, dayatılan zorbaca yaşamla olan savaşı için de geçerlidir. Bir selam bile, hem biçimsel ya da sembolik hem anlamsal hem de yaşamsal olarak birçok şeyi ifade edebildiği gibi, bu savaşta kimin bütünleştirici kimin ayrımcı olduğunu da ortaya koyuyor. Evrensel olanla tekleşmeyi dayatan arasındaki bu amansız savaşta bir selamın neler anlatabildiğine bakabiliriz.
Bir kavramı ya da düşünsel zemini, simge yoluyla anlam ayrımı oluşturup uzlaşımsal olarak betimlemeye yarayan semboller, bir insanın ve tüm toplumun, hatta insanlığın zihinsel arka planını ortaya koyar. Dolayısıyla her sembol, ne düşünüldüğü kadar ne yapılmak istendiğini de gösterir. Zira bir iletişim aracı ve ifade biçimi olarak sembol, kısaca, Latince ‘sim (birlik)’ ve ‘vollum (atmak, birleştirmek)’ kelimelerinin birleşmesiyle oluşan ve ‘sumbolon’, yani ‘birlikte yapmak, birlikte tartışmak, birliktelik’ anlamlarına geliyor. Sumbolon, bir nesnenin kırık iki parçasının mükemmelen birleştirilmesini ifade eder ve bu anlamda simgeler, kök olarak tikelin evrenselleşmiş haliyle ilgilidir. Yazılı olarak ilk kullanımı da Homeros’un Hermes adına yazdığı ilahide rastlanmıştır. Homeros yazısında, karşılaştığı bir kaplumbağayı sembolleştirerek ‘bana bir sevinç simgesi’ biçiminde tanımlamıştır. Sevincin kendisinden evrensel düzeydeki anlamlılığına vurgu yapmıştır.
Sembol ya da simge, salt nesnelerle ya da canlılarla açıklanan bir şeyi ifade etmez. Selam veya selamlaşmak da bir davranış biçimi olarak anlam taşır. Üstelik iletişimin ve canlılar arası ilişkilerin vazgeçilmez yanlarındandır. Selam, dile getiriş şekliyle her ulus, toplum, inanç topluluğu, örgütler ve hatta yerel birimlere, aile ve aşiretlere kadar farklı olsa da özünde samimiyeti, dostluk ve arkadaşlığı, sevgi ve saygıyı anlamlaştırır, sürekli kılar. Selamlaşmak, ilk insanlardan bize kalan bir anlatım biçimidir. İnsanlar saygı, şükran, sevgi ve saygılarını, dostluklarını, birbirlerini hoş gördüklerini selamlaşma yolu ile ifade ederlerdi.
AKP-MHP faşizminin Kuzey ve Doğu Suriye’ye dönük işgal ve soykırım amaçlı saldırılarının yoğunlaştığı ve Türk ordusu ile birlikte El Nusra ve IŞİD çetelerini de kullandığı savaşta da bu gibi semboller hakikati ortaya çıkaran bir başka gerçek oldu. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve SDG’nin Büyük Onur Direnişi ile karşılık bulan bu savaşta, Kürtler başta olmak üzere Araplar, Süryaniler ve Ermeniler işgal ve soykırıma geçit vermeyeceklerini, faşist AKP-MHP iktidarının sonunun bu savaşla gerçekleşeceğini şimdiden kanıtladılar.
Tam da bu noktada SDG savaşçılarının mevziden mevziye selamlaştıkları, faşizme ve soykırıma, selamın evrensel anlamıyla da yanıt verdikleri anlar yaşanıyor. Aynı anda da Avrupa ulusal futbol takımlarının birbirleriyle yaptıkları maçlar sürecinde, Türk takımının, attıkları golden sonra verdikleri asker selamı da tüm dünya tarafından izlendi. Belirtmek gerekiyor, dünyanın hiçbir yerinde, bir ülkenin spor takımları Türk devletinin tanımladığı gibi tanımlanmamıştır. Öyle ki çetelerden devşirdikleri paramiliter askeri güçlere bile ‘Suriye Milli Ordusu’ bile diyebilmiştir. Millilik, sadece ulusallığı değil, dinsel birliği de ifade eder. Bu anlamda kendi inancı dışındakini reddeder. Oysa ‘ulusal takım’, ‘ulusal ordu’ ya da ‘ulusal birlik’ kavramları daha kapsayıcıdır.
Bunun konumuzla olan ilgisi şu; Türk takımı oyuncularının, savaş sürecinde oynadıkları iki maçta attıkları iki golden sonra da asker selamı vermesi, bir sembol olarak, savaşı, işgali ve soykırımı ifade eder. Hatırlamak gerekirse; Nazi selamı olarak kabul edilen Hitler Selamı, 1926-1945 arasında resmi olarak ‘Hitlere itaat’in sembolü oldu. Kendi döneminde, Yahudi soykırımının da sembolü olarak tarihe geçti. Hitler faşizminin, kaba tekilliğini evrensele dayattığı ve ari ulus yaratma fikrinin bir simgesi olarak Hitler Selamı, savaş sonrası Almanya ve Avusturya’da kanunen yasaklandı. Bu selamın Türkçesi ise asker selamıdır. Sivil yaşam ve sivillerle doğrudan bir ilgisi olmadığı halde, yaşamın her yanına yayılmaya çalışılan asker selamının, şundan başka bir açıklaması da yoktur: ‘Asker selamı Erdoğan’a itaatin sembolüdür, işgal ve soykırımı onaylamaktır’. Tıpkı Nazilerde olduğu gibi burada da Türklük, evrensel tek gerçek olarak sunulur. Türk askeri de bunun yaratıcısı olarak ifadesini bulur. Erdoğan ise bu yapının ‘tek sahibi’ kabul edildiğinden, ona itaat bir zorunluluktur. Kaldı ki Türk futbol takımındaki oyunculardan birinin bu selamı vermemesi, bir daha o takıma dahil edilmeyeceği anlamına gelir. Kendisi dışındakini kabul etmez. Böyle bir bireyin ancak ve ancak kendi hakikatine ihanet eden veya kendini reddeden işbirlikçi-ajan bir kişiliğe sahip olması gerekir.
Faşist Erdoğan’ın yaptığı ‘rabia’ işareti (ki hem uydurmadır hem de şoven, ırkçı ve soykırımcıdır) ile faşist Bahçeli’nin yaptığı ‘bozkurt selamı’ (tıpkı Hitler’in yaptığı gibi kara faşizmi, üstün ırk teorisiyle bütünleştirir) bu gerçekliğin tikel ifadesidir. Asker selamı, bunun evrensel dayatması oluyor. Örneğin o futbolcular rabia ya da bozkurt işareti yapamıyorlarsa asker selamı verebilirler. Böylece soykırımcı Türklüğe biat ve iman etme gerçekleşmiş olur. Fakat burada rabia işaretine küçük bir vurgu yapılabilir. Erdoğan’ın, tek devlet, tek millet, tek dil ve tek vatan diye sayarak bir elin dört parmağını yukarıda tutarak yaptığı bu işaret, Halkların Baharı sürecinde yaşamını yitiren Rabia adlı bir muhalif kadının, protestolarda yaptığı bir işaretti. Rabia, aynı zamanda ilk dönem sufi şairlerden biridir ve ilahi aşkı konu alan bir kadındır. Tayyip Erdoğan’ın rabiasının bunlarla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Tam tersine Rabia’larda simgeleşen anlamı kendine mal etme vardır. Özünü ve anlamını da boşaltmaktadır. Tıpkı İslami değerleri kendi iktidarı için kullanması gibi. Oysa Hz. Muhammed, selam verirken bile karşısındakine saygıyı ve sevgiyi önceler. İslami selamlaşma biçimi olan ‘selamün aleyküm’, Allah’ın selamını sunmaktır ve selam verilene duyulan saygıyı ifade eder.
Oysa Kuzey ve Doğu Suriye’de amansız devam eden savaşta SDG savaşçılarının özgürlüğü ve sosyalizmi ifade eden zafer işareti ve el sallamaları da var. Hemen her gün televizyonlarda, yazılı ve görsel basında, sosyal medyada ve çok farklı bilişim ortamlarında asker selamından çok, evrenselliğin en güzel ifadelerinden olan gerilla ve savaşçı selamları dolaşıyor. Zaten Kürdistan gerillasında asker selamı yoktur. ‘Merhaba Heval’, ‘Başarılar Yoldaş’ selamlaşmaları vardır. Zafer işaretiyle simgeleşen Kürdistan özgürlük savaşçılarının ve gerillalarının selamı evrenseldir. Çünkü zafer işareti, dünyanın her yerinde özgürlüğü, demokrasiyi ve yukarıda selamın tanımında ifade edilenleri kapsar. Ancak diğerleri böyle değildir. Gerillanın ve Rojava’da büyük direnen savaşçıların el sallamaları da aynı evrenselliği taşır. Kapsayıcı olması da bundandır. Küçük bir sembol ya da davranış biçimi olabilir fakat anlamı evrenseldir. Etkisi de evrenseldir. Türk faşizminin verdiği asker, rabia ya da bozkurt selamları ayrıştırıcıdır, yok etmeye meyillidir.
Birleştirici olanın en güzel örneklerinden biri de Önder Öcalan’ın, Türkiyeli devrimciler Kemal Pir ve Haki Karer’e verdiği selamdır. Önder Öcalan, 1970’lerin başında güvenerek, inanarak ve saygı duyarak verdiği bir selam, Kürdistan ve Türkiye Devriminin yolunu açmıştır. O gün verilen selam, Anadolu ve Mezopotamya halklarının özgür yarınlarının inşa edilebileceği gerçeğini ortaya koymuştur. O selamın yarattığı devrimci, demokratik, özgürlükçü sosyalist fikrin taşıyıcıları ve savunucuları olan binlerce Kemal ve Haki doğmuştur. Bugün de o anlamı büyütmeye devam ettiriyorlar. Kürdistan dağlarında, kentlerinde, Türkiye’de. Şimdi aynı selamı Araplar, Ermeniler ve Süryaniler de almıştır. Yine dünyanın dört bir yanındaki enternasyonalist devrimciler almıştır. Kürdistan’da verdikleri bedellerle bu selamı korumayı başarmışlardır.
İşte bu yazıyla birlikte verilen bir fotoğrafta da yine aynı evrenselliğe şahit oluyoruz. Yine bir Kürdistan özgürlük savaşçısı, yine büyük ve onurlu bir direniş ve yine savaşçı selamı… Bir YPJ savaşçısı olan Rûken’in selamı. Devam eden savaşın en ön cephelerinden birinde, bulunduğu mevziden, yaklaşık iki yüz metre uzaklıktaki başka bir mevzide, o an soykırıma karşı sıcak direniş içinde olan yoldaşlarına gönderdiği bir selam. Bir gerçek. Yani Türk takımı oyuncularının, attıkları golden sonra verdikleri asker selamı gibi sahte değil. Direnişin tam ortasında verilmiş bir selam. Savaş kadar sıcak, aydınlık kadar özgür. Her şeyden önce gönüllü bir selam. Gönülden gelen, sevgiyi, saygıyı ve hakikati taşıyan bir selam. Öyle ki aslında dünyadaki tüm direnenlere gönderilen bir selamdır da. Tüm halklara, onuruyla savaşan ve özgürlüğünü kimseye teslim etmeyecek olan Kürt’ün yanında olanlara.
Sonuçta, zafer yine hem haklı olanların hem de hakkıyla direnenlerin, Kürtlerin olacağı için o selam da sonsuzluktaki yerini bir kez daha kanıtlamış olacak. Zafer işaretleri, savaşçı selamları her yerde yankılanıyor, daha da yankılanacak. AKP-MHP faşizminin sembolleri de kendileriyle birlikte Rojava’daki Büyük Onur Direnişinin altında ezilecek ve tarihin çöp sepetine gidecek.
Fırat CUDÎ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi