Efrin işgalini kutlayan faşist gruba müdahale eden Boğaziçi’li öğrenciler gözaltında işkence yapıldı. Yapılan işkence öğrencilerin anlatımı ve hastahane raporu ile belgelendi.
İSTANBUL – Güvenlikleri sebebiyle adlarının yazılmadığı öğrenciler gözaltında gördükleri işkenceleri anlattı.
B. 22 YAŞINDA SİYASET BİLİMİ ÖĞRENCİSİ
Perşembe günü tutuklanan arkadaşları için basın açıklaması yapmak üzereyken gözaltına alınmış. Saatlerce darp edilmiş, psikolojik işkence görmüş. Benimle konuşurken çok çekingendi. Cevap vermeden evvel birkaç saniye duraksadığı için, cevabını çok temkinli ve dikkatli bir şekilde vereceğini yüzünden okuyabiliyordum. İnsan ister istemez nasıl bir travma yaşadığını sorguluyor içinde. Özgür olmadığı ve hissetmediği çok net. Gözaltındayken fiziksel ve psikolojik her türlü darba mahsur kalan öğrencinin hem başına gelenlerden dolayı çok korktuğunu görebiliyordum hem de bu korkuya rağmen sessiz kalmayacağını…
– O günden biraz bahseder misin? Her şey nasıl gelişti?
Pazartesi gününden mi? Ben o gün okulda yoktum. Perşembe gününden itibaren anlatabilirim. O zaman gözaltına alındık. Zaten o sabah iki arkadaşımız yurt baskınlarıyla gözaltına alınmışlardı. Biz de o gün öğlen 12:30’da arkadaşlarımızın serbest bırakılmasına ilişkin basın açıklaması yapmak istedik ve henüz elimizdeki ozaliti bile açmadan gözaltına alındık.
– Hangi gerekçeyle?
Herhangi bir sebebi yok! Zaten geçen yıllardan beri Beyazıt’ta, Mimar Sinan’da ve Kocaeli Üniversitesi gibi üniversitelerde öğrencilerin siyaset yapmasına ilişkin fiili bir yasak, sürekli baskılar ve operasyonlar çok uzun bir süredir devam ediyordu. Artık bu durum bir şekilde Boğaziçi Üniversitesi’ne de yansıdı. Herhangi bir gerekçe belirtilmeden gözaltı işlemi yaparak siyasetsizliği her alana yaymak istiyorlar. Kimlik bile göstermediler, birkaç saniye içerisinde darp edilerek gözaltına alındık. Saatlerce arabanın içinde dolaştırıldık şehrin içinde.
– Kaç saatten bahsediyoruz burada?
Yaklaşık 8 saate yakın. Şehri gezdirirken darp ediyorlardı.
– Sana ne yaptılar?
(Burada uzun bir süre duruyor cevap vermeden) Sadece darptan ve psikolojik işkenceden söz edebilirim. Kimseye, avukatlarımıza bile nerede olduğumuzu haber veremedik. O süre boyunca bizim nerede olduğumuzu bulamadılar. Yaklaşık 8 saat süren bir yolculuktan sonra ifadelerimiz alındı.
– Gördüğün psikolojik işkenceden bahsedebilir misin?
Türkiye’de 70 bin tutuklu öğrenci var. Erdoğan karşıtı herhangi bir söylemin ya da eylemin varlığını hiçbir şekilde tahammülleri yok ve bu türden her tür eylemi tecrit etmeye, susturmaya ve bastırmaya çalışıyorlar. Bunu öğrencileri, parti temsilcilerini tutuklayarak yapıyorlar. Sosyalistlere ya da diğer muhalefet unsurlarına sabah operasyonları yapmaya çalıştıkları gibi daha mikro alanlarda, gözaltında dahi baskıyla tecrit etmeye çalışarak, 80’lerde 90’larda olduğu gibi kaybetmekle tehdit ederek, üniversite öğrencilerinin ve bütün muhalif kesimlerin bir şekilde sinmesini arzuluyorlar. Ve bunu gerek fiziksel gerek psikolojik işkenceyle, çeşitli yollarla sürdürüyorlar.
– Onlar seni darp ederlerken, seni kaybetmekle tehdit ederken ne hissediyordun?
(Birkaç saniye boyunca yere bakıyor, cevap verirken de duraksayarak konuşuyor) Arkadaşlarımla birlikte olduğum için güçsüz ya da yalnız hissetmedim. Bir noktadan sonra giderek güçlendiğimi hissettim. Çünkü bize güçlü hissettiren faktörler olduğunu düşünüyorum.
– Yaptığınız herhangi yanlış bir şey olmadığı için mi?
Evet. Mesela bugüne kadar baskıya boyun eğmeyenleri düşündüm hep ve bu bana güçlü hissettirdi. Doğru bir noktada, doğru insanlarla aynı yerde duruyor olmak çok önemliydi. O nedenle darbın ve baskının işe yaramadığını fark ettiğimde mutlu oldum.
– Korktun mu hiç?
Tabii ki çok fiziksel bir şeydi, direkt devletle karşı karşıya geliyorsunuz ve o noktada insan böyle hisler duyuyor. Ama dışarıda arkadaşlarımın, hocalarımın olduğunu; onların da -tıpkı bizim arkadaşlarımız için yaptığımız gibi- bizim için bir şeyler yaptıklarını bildiğim için zayıf hissetmedim.
– Üniversite size yeteri kadar sahip çıktı mı?
Yani hocalarımız yanımızda oldu.
– Yönetim yanınızda mı?
Zaten geçen sene Erdoğan tarafından atanmış bir kayyımla üniversitemiz idare ediliyor. O nedenle Boğaziçi öğrencileri olarak kendisini tanımıyoruz ve kendisiyle herhangi bir iletişimimiz, bilgi akışı veya diyalog girişimimiz olmadı. Zaten bu söz konusu bile değil!
– Siz iletişime geçmediniz, peki kendisi geçmeye çalıştı mı?
Yok. Yani yönetimle bizim hiçbir ilişkimiz yok.
– Bunları yaşamak için daha çok genç olduğunuz için nasıl hissettiğini merak ediyorum.
İşte ifade işlemlerinin ardından serbest bırakıldık. Biz zaten genç, öğrenci ya da insan gibi kategorilerle değil de politik birer fail olarak davranıyoruz burada. Pazartesi günü bizim arkadaşlarımızın da yaptığı buydu. Bir işgal ve savaş söz konusu ve buna karşı bizler sadece tarafımızı belirttik. Hayır biz bu tarafta değiliz ve karşı taraftayız dedik. Zaten politika da her zaman böyle dost ve düşman ikilikleri etrafında şekillenen bir alan olduğu için, bir taraf ve tutum ifadesiydi Pazartesi günü olan. Bizim Perşembe günü yaptığımız, daha doğrusu yapamadığımız basın açıklaması da bir tutum ifadesiydi. O nedenle bir insan olarak farklı farklı duygulanımlar hissedebiliriz; yani öfkelenebiliriz, üzülebiliriz, kendimizi türlü türlü ifade edebiliriz. Bir kısmımız farklı duygular hissedebilir ama ben meseleye politik failler olarak nerede ne zaman ne yaptığımız noktasından bakılması gerektiğini düşünüyorum. Sonuç itibariyle yıllar sonra dönüp baktığımızda, ‘bu üniversitede, bu kampüste, bu savaşa ve işgale karşı birileri bir şeyler söyledi, bir ses çıkardı’ diyeceğiz ve bu şekilde hatırlayacağız.
– Savaşı desteklediğinde bir tepki gösterilmiyorsa, barışı desteklediğinde de bir tepki gösterilmemesi gerekmez mi?
Bu zaten liberal hukukun bizlere getirdiği ve düşündürdüğü kötü bir yanılsama. Böyle bir gerçeklik alanının olmadığını zaten hepimiz yeterinde farkındayız. O nedenle az önce de belirttiğim gibi bu liberal hukuk çerçevesinden bakmanın, yaşadığımız şeyleri anlamlandırmamızı sağlayacağını düşünmüyorum. Bunu bence başka terimlerle düşünmemiz gerekiyor. Bir Erdoğan taraftarı olanlar ve Erdoğan karşıtı olanlar olarak iki kamp var ve bu iki kamp arasında bir mücadele var ve elbette biz kendimizi örgütlediğimiz ve o örgütlenmeyi yarattığımız müddetçe bu saldırıları göğüsleyebiliriz. Burada kesinlikle bir eşitlik söz konusu değil! Dağılırsak elbette ki devletin şiddetinden şikâyet edemeyiz çünkü politika böyle bir şey değil. Düşman doğal ve rasyonel olarak kendi varlığını idame ettirebilmek için saldırmaya devam edecek. Hayır, saldırmayın demek saçma olacaktır.
– Tüm bu yaşadıklarını göz önüne aldığında, Perşembe keşke kampüse gitmeseydim diyor musun?
Hayır kesinlikle demiyorum. Ben çok doğru bir yerde durduğumu düşünüyorum. Pazartesi günü olanın da, Perşembe günü arkadaşlarımızı desteklemenin de gerçekten bir şekilde bu üniversitenin direniş tarihine kalacak eylemler olduğu fikrindeyim.
– Geleceğin hakkında bir kaygın var mı?
Gelecekle ilgili fikirlerim böyle akademik hayat ya da iş hayatı gibi kavramlar etrafında çok şekillenmiyor. Bu duruma daha çok politik bir fail olarak bakmayı tercih ediyorum, o yüzden de bir kaygı duymuyorum. Devlet nasıl yapageldiği şeyleri yapmaya devam edecekse, direniş odakları ya da muhalefet unsurları da yapması gerekeni yapmaya devam edecek. Hissettiğim daha çok sorumluluk duygusu.
– Şu an süreç nedir? Hala götürülme seçeneği var mı? Avukatınız ne diyor?
Bizi darp eden polislerden şikayetçi olduk ama isimlerinin dahi kayıtlı olduğunu düşünmüyoruz açıkçası. O nedenle muhtemelen herhangi bir yasal süreç işlemeyecektir bu noktada. Üniversitenin içerisinde gerçek anlamda bir polis ablukası var. Her gün 10’a yakın ‘sivil’ kuzey kampüste de burada da dolaşabiliyor ve seçilebilir insanlar bunlar. Girdiğinizde hemen fark edebiliyorsunuz onları. Siz de fark etmişsinizdir. Gözlerine kestirdikleri, muhalif olduğunu düşündükleri öğrencileri daha yakından takip ediyorlar. Şu an durum bu şekilde.
‘BU DEVLETİN BİR GELENEĞİDİR. İKTİDAR NE KADAR HAKSIZSA O KADAR DÜŞÜNCEYE SALDIRIR’
N. 26 YAŞINDA TARİH ÖĞRECİSİ
Perşembe günü tutuklu arkadaşlarını desteklemek için basın açıklaması yapmak üzere buluşan arkadaşlarının oraya tesadüfen gelmiş. 2 polisin arkadaşının üzerine atladığını görünce kendisi de onların üzerine atlamış ve gözaltına alınmış. Saatler süren darp ve psikolojik şiddet görmüş. Başına gelenlere rağmen hala gülümsüyor. O gün gözaltına alındığı için çok mutlu, bu konuda ‘ben başımıza nelerin geleceğini biliyordum ama arkadaşlarım ilk kez gözaltına alınmışlardı ve hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu yüzden ben de onlarla gözaltına alındığım için çok sevindim’ diyor.
– Pazartesi eylemde yoktun.
(Gülüyor) Uyuyakalmıştım. Uyuyakalmasaydım kesin o sırada kütüphanede olacaktım. Büyük ihtimalle de eyleme katılacaktım çünkü oradakilerin çoğu arkadaşlarım, yanlarında olacaktım.
– Peki, ertesi gün okula geldin. İlk neyi farkettin?
İlk olarak sosyal medyadaki linçi farkettik. Bu videoların bilinçli ve tercihli bir şekilde sosyal medyada yayılmaya başladığını farkettik. Çarşamba gününden itibaren okulda çok fazla güvenlik görevlisi ve polis vardı. Neler oluyor diye sorduğumuzda bizlere ‘AK Partili’ birilerinin geleceği söylendi. Daha hiçbir şey bilmiyorduk. Sonra yine sosyal medyadan gördük ki Ak Parti İl Gençlik Kolları güney kapısının önünde basın açıklaması yapmış. Hiçbirinin öğrenci değil, bu gurup okulumuza gelmişler ve OHAL şartlarında -ki OHAL’de basın açıklaması yapmak yasak- basın açıklaması yapmışlar. Sonra gümbür gümbür attıkları sloganları duydum. Hiç hoşuma gitmese de dinledim çünkü bu korkunç bir şeyin ayak sesi.
– Onların videosu var mı? Ya da onlardan böyle bir eylem yaptıkları için gözaltına alınan oldu mu?
Valla ben öyle bir şey ne gördüm ne duydum. Sadece dinledim. Sloganlar şu şekildeydi; “Afrin’e girdik, Boğaziçi’ne de gireriz”, “Üniversitelerde terörist istemiyoruz” …
– O videolar nasıl yayıldı?
Bence asıl sorulması gereken soru bu. O videolar o gün lokum masasını açanlar tarafından çekilmiş videolardı. Bu aslında planlı bir hareketti. Bunlar Efrin’i kutlamak için lokum dağıtıyorlardı, bizim arkadaşlar da karşılarına geçip ‘Katliamın, işgalin lokumu olmaz’ yazılı pankart açıyorlar. Ama öyle medyada gösterildiği gibi şiddet olayı, saldırı, birbirine girme falan yok.
– Savaş ve şiddet karşıtı olarak saldırmaları büyük çelişki olur zaten.
Öyle tabii. Atışmalar başlayınca araya birkaç hoca ve güvenlik görevlileri geliyor ve 1 metre mesafeden öğrencileri izliyorlar. Burada böyledir; atışma deyince karşısına geçip söylersin düşünceni… Durum da bundan ibaretti. Birbirini anlarsın, anlamazsın o başka ama kendini, inandığını ifade edersin. Ya medyada bu şehitler için dağıtılan lokum olarak geçti ya, bunları yapanların masanın başında fotoğraf çektirip sabah attığı tweetlere bir bakın; ilkinde “Boğaziçi Kuzey meydanını böyle görmek ne güzel. Kutluyoruz lokumu”, diğer fotoğrafta ellerinde sigara “keyif cugarası içiyoruz” diyor. Böyle yazdığı için böyle diyorum. Şimdi ‘şehitleri’ anıyorsan neyi kutluyorsun? Neyin keyfinin sigarasını içiyorsun? Şehit anmasında keyif sigarası içmezsin. Senin bir etiğin, bir ahlakın varsa keyif sigarası içmezsin. Bu arada lütfen ‘ekşi sözlük’e bir bakın; bu lokum olaylarının saat saat, gün gün özetini anlatan çok iyi bir yazı var.
– Sen nasıl dahil oldun bunlara? Niye gözaltına alındın?
(Gülüyor) Çok komik gerçekten de. Çarşamba günü bunlar oldu, ertesi gün sabah uyandığımda telefonumda onlarca çağrı gördüm çünkü sabah 5 gibi evler, yurtlar basılmış ve bunun haberi herkese gitmiş.
– Şaşırdın mı?
Bu kadar beklemesem de çok şaşırmadım çünkü bu Türkiye gerçekliği. Bu bir devlet geleneği. Herhangi meşru bir kanıtı yokken 8 maskeli adamla, uzun menzilli tüfeklerle, sabahın 5’inde 18 yaşında bir öğrencinin evini basmak bir devlet geleneğidir. Korkutmak, iktidarın gücünü göstermek bir devlet geleneğidir. Kapıyı çalıp ‘pardon, kızınızı alabilir miyiz’ diyeceklerini düşünmüyorduk tabii ama bu şekilde de beklemiyorduk.
– Peki, o Perşembe gününe geri dönelim.
Öğlen okula geldim, çevik kuvveti kapıda gördüm; kuzey meydanda bir kalabalık vardı. Yanlarına gittim, birileri ‘basın açıklaması yapmak istiyoruz ama gözaltı ile tehdit ediliyoruz’ dedi. Meğer etraf sivil polis doluymuş. Basın açıklaması yapmaya karar verdiler, daha ozaliti açtılar, biri ‘bas’ dedi -muhtemelen ‘baskılar bizi yıldırmayacak’ diyecekti (gülüyor)- bas dediği anda üstüne iki polis atladı. Bir yandan ozaliti yırtıyorlar, diğer yandan ozaliti tutanların üstüne 3-4 polis atlıyor. Ben önümdekinin üstüne atladıklarını görünce ben de onların üstüne atladım. Kız nefes alamıyordu çünkü. Kim olduğunu bile bilmiyorum.
– Ama atlayınca müdahale etmiş oldun.
Ben atlayınca onlar da bana atladılar (gülüyor) Bir baktım ki bizleri sürükleye sürükleye, yaka paça götürüyorlar.
– O anda darba başladılar mı?
O anda beni darp etmeleri için koşul yoktu çünkü o anda 2 kişi kafama bastırıyor, diğer ikisi kollarımdan kaldırıyor, bir cenderedesin yani. Bir noktada aynı hızda koşamadığım için ayaklarımı kaldırdım. Sadece ‘bırak’ diye bağırabildim. Ama erkek arkadaşlarımızı darp ede ede aldılar. Çevik otobüsü zaten kuzey kapıya çok yakın bir yerdeydi. Kapıdan çıkar çıkmaz küfürler ve aşağılamalar başladı. Otobüsün kapısının önüne geldiğimizde de vurmaya başladılar.
– Yüzlerinde ne gördün?
Nasıl bir hınç, nasıl bir kin, nasıl bir nefret anlatamam. İnanılmaz gözleri dönmüştü. Daha tanımadan nefret ediyorlardı bizden. Çok acayip! Otobüsün içi polis doluydu. Kapıda beni içeri ittiler, geri çektiler; yine ittiler geri çektiler. Meğer arkamdakini bekliyorlarmış, o gelince kafalarımızı birbirine öyle bir çarptılar ki ben otobüsün içine yuvarlandım. Orada duran biri tekmeyle bana vurmaya başladı ve o esnada gözlüğüm kırıldı. Döve döve hepimizi almaya başladılar. Hepimizi aldıktan sonra ters kelepçe taktılar ve bilerek çok sıktılar.
– Korktun mu hiç?
En başta tedirgin oldum. İlk başta neler olduğunu anlayamıyorsun ama birini getirdiler, onun halini gördüğümde çok tedirgin oldum çünkü çok kötü gözüküyordu. Yüzü kan revan içindeydi. Hissettiğim korkudan çok, ‘bunlar çok kötü insanlar ya’ duygusuydu. Kötü oldukları için de durumumuzun daha da kötüye gideceğini anladım. Sonra diğerlerini gördüm, o kadar tedirgin bakıyorlardı ki orada olduğuma sevindim. Çünkü bu benim ilk gözaltım değildi, böyle bir muamele görmemiştim ama tek başımaydım ve çok korkmuştum. Diğerlerinin ne hissettiğini çok iyi anladığım için orada onlarla olduğuma bir anda çok sevindim. Dayak devam ederken ‘iyi ki sen de alındın’ dedim kendi kendime ve korkuyu dağıtmak için uğraştım. Hatta fırsat bulunca espri yapmaya bile başladım. Sonuçta biliyordum ki bir yere kadar dövecekler, sonra hastaneye götürecekler, hastaneden sonra çok dövemeyecekler, o yüzden psikolojini korumaya çalış.
– 8 saate yakın şehirde dolaştırmışlar sizi.
7-8 saat o arabanın içinde kaldık. 3 saati bilfiil dayakla geçti. 3 saat sonra bizi İstinye Devlet Hastanesi’ne götürdüler.
– Darp raporu alacağınızı bile bile sizi darp etmeleri başlarına bir şey gelmeyeceklerinden emin oldukları için mi?
Evet, kesinlikle öyle. Otobüse ilk aldıklarında ilk olarak kimliklerimizi topladılar. Amirleri gelip ‘hedef şahıslardan kimse var mı aralarında’ dedi. Yok amirim dediler. Bunları dövün dedi, raporu da bana getirin ben imzamı atacağım dedi. Oradaki mesele de şu; aralarında hedef şahıslar yok, biz bu çocukları aldık ama akşama geri bırakacağız; o yüzden biz bunları pert edelim, geride kalanlara ibretlik olsun! Çünkü bize ne otobüste ne hastanede ne karakolda hiçbir soru sorulmadı.
‘KUZEY KAPISININ KARŞISINDAKİ OTOPARK ASLINDA GEZİCİ İŞKENCE MERKEZİ’
– Otobüs en başından beri hareket halinde miydi?
Hayır. Okul kapısının karşısındaki otoparka çektiler. Orası gezici karakol gibi bir yer. Her tür gözaltı işlemlerini, darbı, işkenceleri orada yapıyorlar. Önce yarım saat orada dayak attılar. Tüm dayak faslı 3 saat sürdü. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı, otobüsü sürmeye başladılar. Zaten buralı polisler değildi, yandex’ten yol tarifine bakıyorlardı devamlı.
– Yorucu bir şey değil mi dayak atmak?
Yoruluyorlardı, arada dinlenme molası veriyorlardı. Mesela 3 tane kadın çevik polis vardı otobüste. Onlardan biri başörtülüydü. Çok gençlerdi. Biri 97 doğumluydu. Kadın olmalarına rağmen darp etmekte bayağı başarılılardı. Sistematik şekilde sürekli saldırı halindeydiler. Şöyle laflar dönüyordu; ‘bunların fotoğraflarını çekin, yarın leşlerini görünce tanırız’. Zaten küfürler gırla.
– Kendini koruyabildin mi?
Ben mümkün olduğu kadar tepki vermemeye çalıştım, sadece nasıl vuracaksa ona göre pozisyon almaya çalıştım. ‘Ha, kafaya doğru geliyor, o zaman şöyle öne yaslanayım’ falan diyorsun gayri ihtiyari. Bir yerden sonra vurmayı bırakıp sırayla saçımla oynamaya, saçımı okşamaya başladılar. Boynuma falan dokunuyorlardı. Bu psikolojik bir işkence tekniği… Sen ne kadar yıpranırsan, o kadar haz alıyorlar.
– Hastaneden nereye gittiniz?
Biz doktordayken zorla dışarı çıkardık onları, darp raporu alırken yanımızda durmamaları lazımdı. Hatta birinin ‘keşke Bayrampaşa’ya götürseydik’ dediğini duydum; muhtemelen tezgahları var orada. Neyse hastaneden bizi alıp İstinye Karakolu’na götürdüler. Önce otobüste beklettiler. Tuvalet ihtiyacımızı belirttik. Bizi götürdüler ama tuvaletin kapısını kapattırmadılar. Zaten o ana kadar su da vermemişlerdi. Fakat orada indirmediler, sonra biraz daha dolaştırıp Sarıyer Olay Yeri’ne götürdüler. Saat 5’e geliyordu ama bizi indirmediler ve bu sefer saat 7’ye kadar otobüste beklettiler. Nereye götüreceklerini bilmiyorlardı, Gayrettepe’ye götüreceklerdi aslında ama orada yer yokmuş.
– Bu olayda hiç iyi polis yok muydu, hani filmlerde olur ya?
(Gülüyor) Olmaz olur mu! Bütün bunlar olurken bir ara kadın polisler aşağıya indi, işte o zaman iyi polis geldi. Birkaç kişinin kelepçesini gevşetti. Bize su getirdi. Kendi aramızda konuşmamıza izin verdi. O esnada ya adrenalinden ya da sinirlerimiz iyice laçkalaştığından gülmeye başladık. Sonra bizi Olay Yeri’ne götürdüler. Orada bayağı bekledikten sonra avukatımızı aramamıza izin verdiler, avukat öyle bizim yerimizi öğrenebildi. Avukat gelmeden tutanak imzalatmaya çalıştılar, bir şey imzalamayacağımızı söyledik. Sonra avukatlar geldi, ondan sonra polisler çok efendilerdi.
– Bunları yapmak için nasıl bir eğitimden geçtiklerini merak ediyor insan.
Biz de merak ediyoruz. Mesela Sarıyer Olay Yeri’nin önünde beklerken o iyi polisle o başörtülü polisin arasında şöyle bir konuşma geçti;
– Bugün kandil değil mi?
– Kandil ağabey.
– E, sen oruçlu değil misin?
– Oruçluyum ağabey.
– Sabahtan beri bunları dövüyorsun, senin orucun bozulmuştur.
– (en yakınındakinin kafasını tutup cama vura vura) Yok ya, bu p.çleri dövmekle oruç bozulmaz, sevaptır, sevaptır.
– Peki, Olay Yeri’nden sonra bırakıldınız mı?
Bırakıldık ama sonra tekrar hastaneye götürüldük zaten bunu yapmak zorundalar. Orada da polis bizi doktorla yalnız bırakmamaya çalıştı. Doktor da belki de onlardan çekindiği için ‘bir şey olmaz, perdeyi çekiyoruz’ dedi, biz de zorla onların orada bulunmaması gerektiğini anlattık. Yani bunun için bile oradaki personel ve doktorla mücadele ettik; insani haklarımız için.
– Nasıl hissediyorsun?
Ne hissedebilirim ki? Bunların gözü dönmüş, karşılarında o kadar çaresizsin ki!
– Okuldan içeri girerken ne hissediyorsun? Mesela seni gözaltına alanlarla ya da seni darp edenlerle karşılaştın mı hiç?
Okula geldiğimde her yerde sivil polisleri, o meydandan çekilmiş ruhu gördüğümde hiç iyi hissetmedim. Otobüste bizi dövenlerden birini çay içerken gördüm; hatta bugün bile gördüm… Nefret ettim. Kendilerine dokunulamaz sanmaları, onların bu denli korunuyor olması ve onların da bunu bilmeleri düşüncesinden tiksindim. Öfkelendim.
– Sonrasında gözaltılar devam etti mi?
Tabii ki. Daha da arttı. Artık okuldan almaya başladılar. Bir gün bir arkadaşımızı yemek yerken gözaltına aldılar. O ilk hafta her yerdelerdi. Derse giriyorlardı. İki kişiyle oturup çay içemiyorsun çünkü hemen yanında biri bitiyor.
– Senin yanına gelmeye korkanlar oldu mu?
Olmaz mı! Geçmiş olsun dedikten sonra hemen aynı ortamda bulunmaktan rahatsız olduklarını, yanımdan uzaklaşmak istediklerini, o korku halinin her yere sirayet ettiğini görebiliyorsun. İnsanlar kendilerini suçlu hissetsinler diye bunları yapıyorlar halbuki sensin suçlu, ben değil! Gelip orta yerde beni alıp dövensin. Bunun hesabını vermeyensin. Elinde silah olan sensin. Güç sizde, şiddet sizde. İzinsiz eylem diyorlar ya bizim yaptığımıza, o lokum masası da izinsiz… İslam Araştırmaları Kulübü o masayı koymak için izin almadılar hatta o masayı biz açtık bile demiyorlar. Madem bir fiili durum var, e masayı açanlar hakkında önce bir soruşturma başlatılması gerekmiyor mu? 70 bin tutuklu öğrenci var; daha davalarının dosyası yok! Mesele düşünceyle savaş. Bir iktidar ne kadar haksızsa, ne kadar yalan söylüyorsa o kadar düşünceye saldırır. Daha ne kadar hesap vermeyecekler? Bu ülkeyi iç savaşa götürmek istiyorlar. Çok net. Mart’ın başında KHK ile geçen 200 mermi sayısı her ruhsatsız için 1000 oldu. 106 bin tane envanterden kayıp silah var, ruhsatlı olmayan. Birinin tıkıyla taraftar gurupları ‘terörist istemiyoruz’ diye üniversitenin kapısına dayanabiliyorlar. ODTÜ’de, Ankara Üniversitesi’nde, İstanbul’da, Marmara’da, Yıldız Teknik’te her gün yan yana gelmek isteyen muhalif öğrenciler ÖGB’nin, faşistlerin ve polislerin saldırılarına maruz kalıyor.
– Kendini çok kötü hissediyorsun belli, ama en kötü nerede hissettin?
O gün adliyede hepsinin tutuklamaya sevk edildiği ve 10 tane arkadaşımızın hapse atıldığı an kendimi en kötü hissettiğim andı. Elim kolum bağlıydı. Zaten mahkemeye çıkacakları günün sabahı savcı değişti. Tüm o gözaltı sürecini takip eden savcı bir anda değiştirildi. Ve kimsenin ifadesini almadan tutuklamaya sevk etti. O annelerin çığlıkları gitmiyor kulağımdan; neden, neden, neden diye… Bir anne neden diye 1 saat boyunca ağladı. O an o gözaltı otobüsünden bin kat daha kötüydü benim için. Onlar her şeyi yapabiliyorlar çünkü ve sen hiçbir şey yapamıyorsun.
Kaynak: Artı Gerçek