HABER MERKEZİ
Faşist AKP-MHP yönetimi altındaki Türkiye’de bugünlerde temel gündemlerden biri de, bekçilere kimlik sorma, silah kullanma yetkisi de dahil bir çok yetki ve devlet adına zor kullanıma gücü veren Bekçilik Yasası olmaktadır. Kamusal alanın güvenliğini sağlamaya dönük gösterilmeye çalışılan bu yasa, Türkiye’de faşist yönetimin son yıllarda topluma karşı attığı adımlardan en tehlikelilerinden biri olmaktadır. Dolayısıyla bu yasanın arka planını, AKP-MHP faşist rejiminin bu yasaya dayanarak geliştireceği saldırıları tespit etmek ve buna karşı toplumsal bir mücadele yürütmek önemli olmaktadır.
Toplumun güvenliğini devlete teslim etmek zaten özü itibariyle ciğeri kediye teslim etmekten farksızken, özellikle otoriter ve faşist yönetim süreçlerinde diktatörlerin ve faşist şeflerin kamusal alan güvenliği adına attıkları her adım kişisel iktidarlarını korumaya dönük olduğu kadar, toplumda korku psikolojisine dayalı itaat kültürünü derinleştirmeye dönük bir anlam da taşır. Faşizm yıllarının Hitler Avrupa’sının SS’leriyle, darbe süreçlerinin Latin Amerika’sında, yine devlet kültürünün en derin yaşandığı Ortadoğu’da bunun tarihsel ve güncel birçok örnekleri vardır.
Darbe ve faşizm süreçlerinde, devleti ele geçiren güçler yalnızca resmi ordu, polis, istihbarat gücüne dayanarak varlıklarını sürdüremeyeceklerini düşünür ve devletin zor aygıtlarını çoklu bir şekilde topluma karşı kullanacak yarı resmi veya illegal yapılar oluştururlar. Bu yapılarla bir yandan devletin açık bir şekilde uygulamaktan çekindiği saldırılar, katliamlar gerçekleştirilirken diğer yandan ise toplum bu yapıların içerisine çekilerek bu uygulamaların bir parçası haline getirilir. Yani, faşizm yalnızca toplumda milliyetçiliği ve şovenizmi geliştirmekle yetinmez, toplumun tümünü militaristleştirmek ister. Devlet-ordu ve vatan kavramlarının faşizm süreçlerinde bu kadar içiçe geçirilmesinin temelinde özel savaşın bu gerçekliği yatar. Bunu gerçekleştirmek için de, ağırlıkta “Vatan Savunması”, “Milli Seferberlik” gibi kavramlarla toplumu bu sürece ikna etmeye ve entegre etmeye çalışır.
Yakın coğrafyadan birkaç örnek verirsek. İran’da Besiç Güçleri (Seferberlik Güçleri) özellikle İran İslam Devrimi’nden sonra uygulanan, tüm toplumu bu sistemin bir parçası haline getirmeye çalışan bir planlamayla sürdürülmektedir. Mevcut durumda İran’da 13 milyon civarında bir Besiç gücü olduğu belirtiliyor. Bunların büyük bir bölümü rejimin silahsız savunucularıyken, belli eğitimlerden geçirilmiş bir bölümü ise silah kullanma hakkına da sahip “sivil güçler” olmaktadır. Bu gücü oluşturmak için lise, üniversite, cami, işyerleri, devlet kurumları özetle tüm toplumsal alanlarda kayıt alınarak bu güç oluşturulmaktadır. Besiç güçlerinin bir bölümü kamusal alanda rejim adına düzeni sağlamakla mükellefken, silahlı olan bölümü ise rejim karşıtı demokratik halk eylemlerinde derhal devreye konulan, halk içerisinde konumlanmış silahlı güçler olmaktadır. Bir çok toplumsal eylemi bastırmakta bu güçler devletin resmi güçlerinden daha etkili ve rol sahibi durumdalar. Yine Suriye’de, devlet yasalarında “Ülkenin Koruyucuları” olarak tanımlanan Difaa Wetani (Vatan Savunması-Şabia) güçleri benzer amaçlarla örgütlendirilmiştir.
Bu yakın örnekler ve uygulamaları üzerinden, Türkiye’deki “Bekçilik Yasası” tartışmalarına yeniden baktığımızda başta Kürtler olmak üzere Türkiye halkları, kadınlar ve gençler açısından çok tehlikeli bir durumun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye tarihsel olarak özel savaş güçleri tarafından darbe mekaniği ile yönetilen ve halklara karşı sayısız soykırım ve katliam uygulamalarına sahip bir ülke. Burada tarihsel olanla birlikte güncel olarak tespit edilmesi gereken yan, çöküşün tüm emarelerini yaşayan AKP-MHP faşizminin bu süreçte bu yasayı neden gündeme getirdiğidir.
Bu yasanın, toplumu sindirme ve bastırmaya dönük hazırlandığı oldukça açıktır. Siyasal ve toplumsal meşruiyetini çoktan kaybetmiş olan mevcut faşist rejim, iktidardan düşmemek için her türlü saldırıyı fütursuzca devreye koymuş, Türkiye’deki kısmi demokratik mekanizmaları da tümden ortadan kaldırmıştır. Özellikle son yıllarda seçim süreçlerindeki uygulamaları, mevcut rejimin seçim benzeri yöntemlerle iktidarı bırakmayacağını, zor gücüne dayanarak toplumu rehin aldığını fazlasıyla göstermiştir. Bu durumda geriye iki şey kalmaktadır, ya Türkiye halkları mevcut faşist rejim ile yaşamayı kabul edecek ya da faşizmi çöküşe götürecek yol ve yöntemleri geliştirecektir. Türkiye halkları, devrimcileri, kadınları ve gençleri faşizmle daha fazla yaşamak istemediğini her gün haykırmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de mevcut faşist rejimin çöküşünü kesinleştirecek şey, demokratik halk eylemleri ekseninde geliştirilecek demokratik halk devrimidir.
AKP-MHP faşist rejimi bu toplumsal hakikatin farkında olduğu için, hem devletin elindeki zor aygıtlarını güçlendirmekte hem de bu gücü topluma daha fazla yaymaya çalışmaktadır. Türkiye’de mevcut durumda binlerce güvenlik şirketi bünyesinde yüzbinlerce güvenlik görevlisi toplumun tüm alanlarına yayılmış durumdadır. Osmanlı Ocakları, Alperenler vb. adı altında birçok çete örgütlenmesi geliştirilmektedir. SADAT bünyesinde, başta El Nusra ve DAIŞ çete artıkları olmak üzere dünyanın birçok yerinden insanlık suçu işlemiş binlerce kişi örgütlenmektedir. Sedat Peker gibi faşist mafya yapıları ile de bu alanın ihtiyaç duyduğu binlerce lümpen kişilik bir araya getirilmekte, Kürdistan’daki köy koruculuğu sistemi genişletilerek sürdürülmektedir.
Bu genel tablo içerisinde şimdi de topluma karşı harekete geçirilecek yeni bir vurucu güç, Bekçilik Yasası adı altında resmi bir şekilde örgütlendirilmek isteniyor. Bir de devletin resmi ordusu, polis gücü, istihbarat yapısı, ajan ağı da tüm bu legal, yarı legal ve illegal yapıların çatısı olmaktadır. Tüm bu hazırlıklar kuşkusuz Faşist Şefler Erdoğan-Bahçeli’nin iktidarlarını korumaya dönük olsa da, amaçlar bununla sınırlı değildir. Bu yalnızca bir siyasi iktidar planlaması değil, 3. Dünya Savaşı koşullarında devlet bekası adına geliştirilen devlet planlamasıdır. Bir yandan Kürdistan Özgürlük Hareketi tasfiye edilmek istenirken, diğer yandan Türkiye’de faşizme karşı gelişecek bir halk hareketinin önü alınmak isteniyor. Tüm bu tetikçi, vurucu güçlerle toplum korku altında tutulmak, sindirilmek, başını kaldırdığında ise başına balyoz gibi vurulmak isteniyor. Yine, milliyetçilikle zehirlenmiş toplumun bazı kesimleri tamamen militaristleştirilerek devlet ve toplum özdeşleştirilmeye çalışılıyor.
Faşist AKP-MHP faşizmini bekleyen son kesinlikle çöküştür. Bu çöküş ne kadar erken olursa Türkiye halkları için de o kadar hayırlıdır. Tarihten tecrübeyle sabit olduğu gibi, hiçbir faşist iktidar seçimle iktidarı bırakmamıştır. Dolayısıyla Türkiye halkları, demokrasi güçleri, kadınlar ve gençler, uygulanmak istenen bu yasayı mücadele gerekçesi haline getirerek anti-faşist mücadeleyi büyütmelidir. Bunun en güzel yolu da, Bekçilik Yasası’na karşı toplumun kendi mahallesinde ve sokağında öz savunmasını geliştirmesidir. Ne koruculuk, ne polislik, ne askerlik ne de bekçilik! Öz savunma temelinde faşizme karşı direniş dönemin temel mücadele çizgisi olmalıdır.
Yeşilçam sinemasından bir örnek verirsek; mahallede ıslık çalarak veya şarkı söyleyerek gezinen bir bekçi figürü ile karşı karşıya değiliz. Bu bekçi, her sokakta ve mahallede faşizme karşı örgütlenecek, direnişe geçecek topluma karşı bir vurucu güç, ajan yapı olarak rol oynayacaktır. Bu yüzden, bu planlamayı boşa çıkartacak yol, toplumun kendi öz savunmasını geliştirmesi, bu çete ve ajan yapıların hiçbirinin sokağına ve mahallesine girmesine izin vermemesi iken, her zeminde bu tür halka karşı kullanılacak yapılara da geçit vermeme temelinde karşı durmasını bilmekten geçmektedir.
Kasım ENGİN
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi