BEHDÎNAN- Zerdeşt TOLHILDAN’ın Kaleminden
“2008 yılının henüz başında, karların erimesiyle beraber bölüğümüzün üslenme alanı olan Kotrellê ve Mêrkûjan zozanlarında bölük olarak üslenecektik. Ben de henüz yeni olmama rağmen, büyük bir istekle bir an önce gitmeyi bekliyordum. İlk gruplar gittiğinde beni göndermediler ancak yoğun dayatmalarım ve istemim karşısında arkadaşlar gitmeme izin verdiler. Zozanlara bisivingçi olarak gittim.
Tam da bu süreçte İran devletinin Kürt halkına ve cezaevlerinde bulunan arkadaşlara yönelik yoğun saldırıları gelişiyordu. Sınır hattında kaçakçılıkla geçimlerini sağlayan Kürtler sorgusuz sualsiz katledilmekte, içte halka dönük yasaklar ve baskılar çoğalmaktaydı. Hemen hemen her gün gerilla alanları havan ve katuşa saldırılarına maruz kalıyor, Kürdistan coğrafyası viran ediliyordu. Yanı sıra cezaevindeki arkadaşlara verdiği idam kararlarıyla bir şeyler yapılması gerektiği duygusunu hepimizde uyandırıyordu.
İçerde yer yer eylemler gelişiyordu. Buna karşılık İran devleti de havan ve katuşa saldırılarıyla gerillanın üslendiği Güney Kürdistan topraklarını daha çok bombalıyordu. Her arkadaş artık bir havanın ve ya katuşanın gelişini, sesini, nereye değebileceğini tahmin ediyordu. Bir yandan da içimizdeki öfkeyi daha da büyütüyordu. Çünkü bin yıllardır bu topraklar sürekli olarak savaşlara şahitlik etmişti. Ama hiçbir zaman bu son yüz yıla sığdırılan kadar kirli bir savaşı görmemişti.
Ulus-devletin çıkışıyla beraber bedeni dört parçaya ayrılan Kürdistan topraklar her zaman egemenlerin çıkar savaşlarının meskeni olmuş, bu çıkar ve pay savaşında hep ezilen olmuştur. ‘Filler tepinirken ezilen yine çimler oluyordu. Bu topraklardaki halklar egemenlerin sömürü politikalarını iliklerine kadar yaşıyor, toplumsal değer yargıları ayaklar altına alınıyordu. Öyle ki; barut kokusunun sinmediği bir karışı bile kalmamış. İnsanlığın beşiği olan bu topraklarda yaşam yerine ölüm, zulüm, katliam yeşermişti.
Bundan işte; biz özgürlük gerillaları, yaratılan bu yaşamı tersyüz etmek ve kendi özüyle buluşturmak için zulme, ölüme, ihanete karşı stargeh olmuş bu dağlarda kararlılıkla mücadele yürütüyoruz. Egemenlerin yarattığı korku imparatorluğuna karşı halkların özgür birlikteliği ve çocukların özgürce gülebileceği bir dünya kurma amacındayız. Umutlarımız büyük, özlemlerimiz olabildiğine net rüzgârları da alıp arkamıza, durmaksızın yürüyoruz cellâdın üzerine…
Bu duygularla Kandil’de bulunan tüm arkadaşlar bir an önce düşmanla karşılaşıp bin yılların intikamını alma heyecanı ve istemi içindeydi. Ben de bir gün gelip Kuzeye, Dersim dağlarına gideceğimin heycanı ve coşkusuyla her bir fırsatı değerlendiriyordu. Gitmem için kendimi geliştirmem, askeri ve örgütsel anlamda bir düzey kazanmam gerektiğini biliyordum. Bundan dolayı; arkadaşların yaptığı propagandaların etkisiyle Şaho dağlarına gitme istemimi sürekli arkadaşlara dillendiriyordum. Hatta kendimce bir mantık yürüterek; “Dersim’in yolu Şaho’dan, Şaho’nun yolu Kotrellê-Mêrkujan’dan geçer” diyordum.
Baharın sonlarına doğru başarılı bir eylem gerçekleştirilmiş, bulunduğumuz cephenin de bir eylem yapacağını biliyorduk. Bunun için istisnasız her arkadaş yapılacak eylemde bulunma istemi üzerine bölük komutanıyla tartışmalara giriyordu. Bölük komutanı da “olsa ilk ben giderim, niye sizi göndereyim” diyor, bizim duygularımıza ortak oluyordu.
Bulunduğumuz alanda Kuna Hırçê olarak isimlendirdiğimiz yerde doçkamızı kurmuş, ben ve beş arkadaş orada kalıyorduk. Bulunduğumuz yer alanın en yüksek yerlerinden biriydi. Kandil’in zirvesine yakın bir yerde duruyorduk. Etrafta kar erimemiş yer kalmazken, hala orada kar olduğu gibi duruyordu. Geceleri o kadar soğuk olurdu ki üzerimize attığımız battaniyelerden kaybolurduk. Bu yetmez, arkadaşlarla daha da yakınlaşır, koyun koyuna yatardık ki biraz ısınalım. Ama burada gökyüzünü izlemek, yıldızları saymak, ayın bakışlarında kaybolmak hiçbir yerde olmayan bir şeydi. Van’lı zamanlarımı en çok burada anımsardım. Küçük bir arkadaş grubunun mütevazı yaşamında yer edinmiş Van’lı zamanlar. Yorgun argın bir şekilde döndüğümüz çalışmalardan sonra, elimize aldığımız bir bardak kaçak çayla gökyüzünü seyreder, yıldızları tartışır, dolunayın bakışlarında büyülenirdik.
Şimdi yine küçük bir grup arkadaşla ama yıldızlara ve aya daha yakın bir diyarda gökyüzünü seyrediyorduk. Esen soğuk rüzgârın eşliğinde, ‘aha bir yıldız kaydı’ ile başlayan sohbetler, bu sohbetlerle gelen uyku ve rüyalar… Aşağımızda bir dünya vardı. Belki bizden habersizdi ama biz görüyorduk. Tanımasak da, görmesek de insanlarını, biliyorduk. Çocukların gülüşlerini duymasak da, yürekte yaşıyorduk ve gökyüzülü, yıldızlı, aylı sohbetlerimizde en başköşeyi onlara veriyorduk. Belki de yaşayamadığımız çocukluğumuzun hafifçe dışa vurumuydu. Belki de ‘artık çocuklar çocukluklarını özgürce yaşasın’ın derin özlem ve arzusuydu…
Öğlene doğruydu. Güneş yükseldikçe, ışınları tenimi daha da yakıyordu. Terden sırılsıklam olmuş, bir su olsa da kafamdan aşağı boşaltsam diye içimden geçiriyordum. Yer yer hafiften bir rüzgâr esse de, kar etmiyor, kaynayan bedenimi serinletemiyordu. Gölgesine sığınabileceğim bir ağaç, bir kaya parçası da yoktu. Gerçi olsa da girmezdim. Çünkü o zaman da üşüyordu insan. Zozanlarda böylesi bir ikilem vardı. Gölge soğuk, güneş yakıcıydı…
Yemek yapmak için topladığım gunileri noktaya doğru götürürken önüme gelen Xebat arkadaş elinde iki silah tutuyordu. Büyük bir coşku içinde olduğu her halinden belli oluyordu. Gözlerindeki ışıltı, çok uzakta olmasına karşın, gelip yüreğimin derinliklerine işliyordu. Yakınlaştıkça;
“Bırak gunileri. Aşağıya iniyoruz, arkadaşlar çağırmış.” dedi. Ben de;
“Hayırdır. Sanki ne olduğunu biliyorsun. Bu sevincin sebebi nedir.” diye sordum. Etrafımızda onlarca kişi varmış gibi kulağıma eğilip, kısık bir sesle;
“Sanki zamanı geldi. Öyle görünüyor ki biz de gideceğiz.” dedikten sonra bir çığlık attı. Ben hala anlamamış, bu çığlığından irkilmiştim. Ancak büyük bir merakta gelip yüreğime işlemişti. Bunun üzerin;
“Ya heval hele bırak bu gizemli havaları. Ne oldu, daha açık konuş. Anlaşılmayan bir dille konuşuyorsun, insanı meraklandırıyorsun…” dedim. Bunun üzerine Xebat arkadaş yine etrafına bakarak ama biraz daha yüksek bir sesle;
“Sanki bir süredir yapılma tartışması olan eylemin zamanı geldi. Bizi de eylem grubuna katabilirler.” Deyince, bu sefer benim çığlığım ve gunilerin havaya savrulmasıyla Xebat arkadaş irkilmişti. Tüm içtenliğimle heval Xebat’ı kucakladım.
“Wi walah bu delidir” dedi ve kendini aşağıya doğru bıraktı. Hafiften üzerimi silkeledikten sonra, içim içime sığmaz bir halde kendimi yokuştan aşağıya bıraktım.
Aşağıya, arkadaşların olduğu yere yetiştiğimizde bazı arkadaşların büyük coşku ve sevinç içinde olduğunu, bazılarını da almış olabileceği kötü bir haberin etkisi olmalı ki suratı asık gördük. Eylemin olabileceği ihtimali daha da güçleniyordu. Kısa bir sohbetten ve gerillanın vazgeçilmezi çaydan sonra bölük komutanı bizi çağırdı. Bana bakıp;
“Bisivingin nerde?” diye sordu. Bunun üzerine ben de;
“Arkadaş beni araziden aldı. Ondan getirmedim.” dedim.
“Tamam, sorun değil” dedikten sonra olayın özünü anlatmaya başladı. Heval Xebat’ın tahmin ettiği gibi yapılacak eylem için çağırılmıştık. Xebat arkadaşın eyleme gidişi kessindi. Ben de bölüğün bisivingçisi olduğumdan çağırılmıştım. Bölük komutanı,
“Daha önce hiç bisiving kullandın mı?” diye sordu. Hiç düşünmeden,
“Evet heval, yeni şervan eğitiminde bisivingi ben kullandım” dedim. İnanmamış olmalıydı ki;
“Gerçekten, kaç tane attın, hedefi vurdu mu?” diye sordu. Yine beklemeksizin;
“3 tane attım, her üçü de tam isabetle hedefe değdi” dedim.
Kalbim küt küt atıyordu. Daha önce bisiving de kullanmamıştım. Ne yeni şervan kampında ne de başka yerde. Tek düşündüğüm bu eyleme gitmekti. Bunun için o an ne sorsa gitmek için yalan söylerdim. Gözlerim gözlerine kilitlenmiş, kulaklarım dudakları arasından çıkacak olan iki sözcüğü bekliyordu. ‘Evet’ ya da ‘hayır’dı. Bunun ötesinde başka bir şey değil…
Kısa bir sessizlikten sonra, hafiften bir tebessümle;
“Tamam, hazırlan sen de gideceksin ama sağlam döneceğine söz vereceksin.” dedi. Büyük bir sevinç içerisinde;
“Tamam, söz heval. Sağlam gidiyorum, sağlam döneceğim!” dedim.
Tüm hazırlıklarımızı yaptıktan ve arkadaşlarla zorlu bir vedalaşmadan sonra, akşamüzeri yola koyulduk. Uzun ve yorucu bir yolculuk bizi bekliyordu. Yol güzergâhımızda henüz kar erimiş değildi ve güzergâh boyunca İran karakolları dizilmişti. Görüntü vermememiz gerekiyordu. Bundan dolayı hem gizlilik içinde hem de güvenle gitmemiz gerekiyordu.
Akşamları ayazdan dolayı sertleşen kar bir yönüyle bize yardımcı olurken, bir yandan da yamaçlardan gitmek zorunda olduğumuzdan kayma riski de çok fazlaydı. Çünkü geçtiğimiz dollar çok dik ve derindi. Herhangi bir kayma durumunda dolun dibine kadar durmak imkânsızdı. Hele hele bu düşme esnasında denge sağlanamazsa kötü sonuçlar doğurabilirdi. Bundan dolayı ben öncü arkadaşın arkasında, bisivingimin namlusuyla ayak yerleri yapa yapa arkadaşlara yol açıyordum.
İlerlerken bir arkadaşın ‘hevaaal’ sesiyle irkildik. Korkulan olmuştu. Kampımızın genci Çalek bir anlık dalgınlığından dolayı soluğu yokuşun dibinde aldı. Tüm arkadaşlar bir ağızdan ‘Çalek! Çalek! İyi misin?’ diye bağırdı. Kısa bir sessizlikten sonra bildik kahkahasıyla;
“Ben ne dikkatsizim. İnsan buraya da düşer mi?” diye söyleniyordu.
Ay ışığı birkaç günlük olmasından dolayı işimiz kolaylaşıyordu. Ay ışınlarının karın yüzeyine vurmasından dolayı etraf gün gibi aydınlanıyordu. Çalek’in durumunun iyi olduğunu öğrendikten sonra grup komutanımız hemen iki arkadaşı da peşinden gitmeleri için görevlendirdi. Bir buluşma noktası belirleyip arkadaşlar çantalarını bize bırakıp, kontrollü bir şekilde kendilerini aşağıya bıraktı. Bizler de kaldığımız yerden yolumuza devam ettik.
İki saatlik yürüyüşten sonra buluşma noktasına varmıştık. Henüz arkadaşlar gelmemişti. Fırsattan istifade her arkadaş çöktüğü yerde halkın değimiyle ‘xewa mırişka’ moduna girdi. Kısa bir süre sonra Çalek’in kahkaha sesleri yamaçtan vadiye doğru yankılandı. Hepimiz büyük bir sevinçle havaya fırladık. O an tüm yorgunluğumuz gitmiş, Çalek’in gülüşüyle içimize büyük bir enerji doğmuştu. Düşerken dengesiz inmesinden ve dudağını yere çarpmasından dolayı dudağında hafif bir şişkinlik olmuştu. Bu rahat bir şekilde kahkaha atmasını ve konuşmasını engelliyordu. Ama bu haliyle bize daha sempatik ve sevimli geliyordu. Onun dışında olumsuz bir durumu yoktu. Tek tek her birimize sıkı sıkı sarıldıktan sonra tekrar yola koyulduk.
Sabaha doğru ulaşmamız gereken yere varmıştık. Alanı tanımamamdan dolayı meraklı meraklı her şeyi soruyordum. Yamacından geçtiğimiz bir tepenin isminin peynir olduğunu öğrenince, büyük bir merakla hemen arkamdan gelen ve daha önce burada kalmış Tekoşer arkadaşa;
“Heval Tekoşer, buraya neden peynir tepesi diyorlar?” diye sordum. Henüz heval Tekoşer ağzını açmamıştı ki Çalek O’nun arkasından, hınzırca bir gülüş eşliğinde söze girerek;
“Herhalde buradaki arkadaşlar peynir yemeyi çok seviyor. Sabah, öğlen, akşam menülerine peynir var…” dedi. Hepimizi bir gülme tuttu ve sorduğum soru aradan kayboldu.
Sonradan öğrenecektim ki; buraya yaylayan gelen köylüler, peynirlerini sağlıklı tutmak için tepede bulunan oyuklara bırakıyorlarmış. Gerçekten de buzdolabı gibi bir yerdi. Burada hiçbir şey bozulmazdı.
Güneş doğmak üzereydi. Karşıki tepelerde hala İran karakollarının ışıkları yanıyordu. ‘Acaba hangi karakola saldıracağız’ diye içimden geçirdim. Sonra ‘ne fark eder’ diye söylenip, sonuç itibariyle ben buradaydım ve eylemde aktif olarak yer alacaktım. Yavaş yavaş araziyi kızıl bir renk kaplıyordu. Güneş yüzünü göstermiş, arkamızdan bizi takip ediyordu. Çok geçmeden ilk toplanma noktamıza vardık. Vardığımızda başka alanlardan gelen arkadaşlar da vardı. Arkadaşları gördüğümüzde, sabırsızlık okunuyordu sadece bakışlarında. Yeni şervan kampından tanıdığım ve beraber katıldığımız arkadaşlar da vardı burada. Bu arkadaşlarla yaptığımız kısa süreli sohbetlerle hem eylemi konuşuyor, hem de heyecan ve coşkumuzu dillendiriyorduk. Arkadaşların çoğu genç ve yeni arkadaşlardı. Arada tecrübeli, özellikle kuzey sahasında gerillacılık yapmış arkadaşlar da vardı. Ama genel anlamda çoğu arkadaş için ilk olacak bir eylemdi. Tabi benim açımdan da.
Birkaç gün burada kalacaktık, sonra ikinci noktamıza gidecektik. Bu süreç dâhilinde keşifler ve gerekli hazırlıklar yapılacaktı. Üç gün sonra keşif grupları dönmüş, bu temelde planlamalara gidilip, gruplar çıkarıldı. Karakola baskın yapılacaktı. Bunun yanı sıra, yola pusu atılacak, bir karakola da mayın döşenecekti. Gruplar çıkarıldı. Ben karakol baskınında savunma grubunda yer alacaktım. Bulunduğum grup karakola daha yakındı. Bu beni daha da heyecanlandırıyordu.
Ertesi gün ikinci noktamıza gittik. Akşama doğru yol aldığımız için, ayın doğuşuna şahitlik ediyorduk. Kürdistan dağlarının doruklarında yıldızların karşılama dansının eşliğinde doğan ayı seyretme şansımız oluyordu. Gerilla savaşçı, mücadeleci olduğu kadar romantikti de. Doğanın bu güzelliklerinde kendini görüyordu. Yüreğinde saklı tuttuğu özlemlerini tekrar tekrar ayın bakışlarında tazeliyordu. Gerilla ve doğa, gerilla ve gökyüzü, gerilla ve ay… Hepsinin anlamına erişiyor, gülüşler büyütüyorduk.
O gece ikinci noktamızda kaldık. Sabah yönetim eylem üzerine bir toplantı yapıp, planlamaya ilişkin aktarımlarda bulundu. Hangi grubun nerede duracağı, arkadaşların nasıl yaklaşması konusunda bilgilendirmeler yapıldı. Yine silahlar son bir kontrolden geçirilerek, erzak ve gerekli olabilecek ihtiyaçların hazırlığı yapıldı.
Buranın arazisi beni büyülemişti. Bir sürü meyve ağacı olan bir vadiydi. İncir, elma, böğürtlen, ceviz ve daha birçok ağaç… Ceviz ağaçlarının çok olmasından dolayı çok fazla sincap vardı. Çıkardıkları seslerle doğanın varolan ahengine bir başka güzellik katıyorlardı. Yer yer dibinde oturduğumuz ceviz ağacının üstünden sincapların koparttığı cevizler dengesiz bir şekilde, pat diyerek ortamıza düşüyordu. Yere çakılmasıyla paramparça olan ceviz yenmeye hazırdı. Elinden cevizi kayan sincap da bir çocuk misali çığlıklar ata ata bir başka cevize doğru gidiyordu. Vadinin içinden hırçın olduğu anlaşılan bir derenin sesi geliyordu. Esen rüzgârın, akan derenin ve dallardaki sincapların sesleri birbirine kavuşuyor, rüzgârla temasa geçen yapraklardan çıkan hışırtı farklı bir ritim açığa çıkarıyordu.
Her arkadaş bir an önce eylem alanına ulaşma sabırsızlığı içindeydi. Yüzler gülüyor, görüşme umutları dile geliyordu. Ben de bisivingimi, roket ve haşvelerini son bir kontrolden geçirdim. Roketlerin tuzaklı olabileceği ihtimaline karşı, arkadaşlar özellikle haşveleri kontrol etti. Çünkü bir ay öncesinde bir roketin tuzaklı olmasından dolayı bir arkadaş şehit düşmüştü. Kürt halkının ve özgürlük hareketinin düşmanlarını göz önüne getirdiğimizde bunu yapabileceklerin ne çok olduğunu rahatça görebiliriz. Özellikle güneyli güçlerin ilk çıkışından beridir özgürlük hareketine dönük tasfiye etme ve kendi denetimine alma çabaları göz önündeydi.
Deneyimli bir arkadaş tek tek haşveleri açıp kontrolden geçirdi. İhtimalleri de göz önünde bulundurarak, tuzaklı olabilecek roketleri ayıkladı. Grup komutanımız Harun arkadaş yanıma gelerek;
“Atacağın zaman yanında ağzına koyabileceğin bir parça odun ve yer yer namluyu temizlemek için ıslak bir bir bez olsun” dedi. Şaşkın bir şekilde ona baktığımı görünce;
“Anladın mı?” diye sordu. Ben de,
“Anladım heval” dedim. Bunun üzerine;
Her şey tamamdı. Yola koyulmaya hazırdık. Ama her zamanki gibi akşamı beklememiz gerekirdi. Ve gerillanın olmazsa olması ‘eylem halayı’…
Genç Çalek koşa koşa yanımıza geldi, soluk soluğa kalmış halde;
“Heval arkadaşlar aşağıda toplanıyorlar, dilan tutacağız, tozu dumana katacağız.” dedi. Yanımdaki arkadaşlarla halayın çekileceği alana doğru ilerledik. Henüz varmamıştık ki bir bayan arkadaşın sesi vadide yankılandı;
“Here lê lê
Lê Siltanê…”
İçimdeki heyecan daha da çoğalmıştı. Bir an önce halaya yetişmek için hızlı adımlarla yürümeye başladık. Alana ulaştığımızda toz dumana karışmıştı. Bir bayan arkadaş elinde tuttuğu siyah beyaz kefyesini öne-arkaya, aşağı-yukarı sallayıp, hem seslendiriyor hem söylediği ritimde halay ediyordu. Bayan arkadaş söylüyor diğer tüm arkadaşlar onun söylediklerini tekrarlıyordu. Hemen yanımda duran Harun arkadaş,
“Bak o da Batmanlıdır, senin hemşerindir. Çok güzel bir sesi var.” diyerek, “Hadi biz de halaya girelim” dedi ve kolumdan tutarak beni halaya tutuşan grubun içine koydu. Bir saat boyunca aralıksız bir şekilde halay tuttuk. Ayaklarımızın altından kalkan toz terimize karışıyor tenimiz farklı bir renk alıyordu. Her şeye rağmen bu özgürlük halayıydı. Yoldaşın gülüşünü, heyecanını en iyi gördüğün ve ortak olduğun yerdir. Gidişi olan ancak geri dönüşü belki olmayan bir yola girilecekti. Ya da geri dönülse de görememe durumu vardı. Bundan dolayı her eylem öncesi her arkadaş ‘eylem halayı’na katılır. Bilse de bilmese de katılır. Bu heyecana, sevince ve mutluluğa ortak olur. Beden ve yürek birlikteliğini sağlar.
Halayın duracağı yoktu. Bunu fark eden cephe komutanı arkadaş;
“Heval! Enerjinizi düşmana saklayın. Daha uzun bir gece bizi bekliyor. Tüm gücünüzü halaya verirseniz kim düşmanla savaşacak.” dedi. Bir yönüyle haklıydı. Ama gel gör ki; halay çektikçe daha da enerji alıyorduk.
Halay esnasında en çok dikkatimi çeken, halay başı olan bayan arkadaşın bir an olsun halayı bırakmaması olmuştu. Hangi arkadaş gidip mendili elinden almak istese de, O kimseye vermemiş ve sonuna kadar devam etmişti. Hiç tanımıyordum, ilk defa görüyordum. Ama içimde öyle bir his uyandırdı ki; sanki yıllardır tanıyormuşum gibi. Tatlı gülümsemesiyle, berrak sesiyle halaya coşkunluk katıyordu.
Nihayet beklenen zaman gelmişti. Grup grup yola çıkıldı. Her çıkan grup ‘serkeftın’ umutları, ‘biji Serok Apo’ sloganlarıyla ve alkışlarla uğurlanıyordu. İlk önce saldırı grubu yola koyuldu. Halay başında olan arkadaş da saldırı grubundaydı. Tam yanıma geldiğinde elimi uzatıp,
“Spas heval” dedim. Biraz şaşırmış bir şekilde sadece ‘serkeftin’ dedi. Ben de karşılığında ‘serkeftin’ dedim.
Bu gece dolunayın en dolgun hali olacaktı gökyüzünde. Benim için anlamı büyüktü. Yoldaşlarımı ve onlara olan özlemimi yenilediğim zamanlardı. Yanımda olmasalar da sohbetlerimizin olduğu zamanlardı dolunaylı zamanlar. Böylesi bir zaman diliminde böyle eyleme gitmeyi kendim için büyük bir şans olarak görüyordum. Uzak mekânlarda olan tüm yoldaşlarım bu eylemde yanımda olacaklardı. Benimle beraber, aynı duygularla, aynı coşkunlukla ve aynı özlemlerle düşmanın alnının ortasına kurşun sıkacaktık.
Gece dolunaylıydı. Rüzgârın coşkun esişi dolanıyordu ensemde. Birazdan kıvrımlar çizerek inecek olan ter taneleriyle buluşmanın sabırsızlığıydı belki de. Sırtımda 10 roket, elimde bisivingim, yüreğimi yoklayıp tenimde hafif bir ürperti oluşturan ince bir heyecan, önümde uzayan patika ve patikadaki yoldaşlarım… Her şeyimle hazırdım.
Yürüyüş başlamıştı. Sessizdi gece, sessizliğiyle eşlik ediyordu gerillanın yürüyüşüne. Esen rüzgârın dokunuşları ve gökteki dolunayın aydınlığında başladı yürüyüşümüz. Akan derenin sesi ve rüzgârın yapraklarla olan teması gecedeki sessizliği bozuyordu. Bu gece düşmana dar gelecek!
İki saatlik bir yürüyüşün ardında, saatler gece yarısını gösterince eylem alanına vardık. Her grup olması gereken yerde hazır tetikte bekledi. Saldırı grubunun yerini almasını ve gereken işareti vermesini bekliyorduk. Bulunduğum yerden, dolunayın etkisiyle de, karakolu, bahçesini, mevzileri, nöbet kulübesini ve nöbetçisini çok net görebiliyordum. Karakol kale biçiminde dizayn edilmişti. Beyaz olan karakol dolunayın etkisiyle de ovanın içinde net görünüyordu. Ben de kendime hedefler belirliyor, nerelere atacağımı hesaplıyordum. Kendime iki hedef belirledim. Birincisi kalenin üzerindeki doçka mevziisi, ikincisi kalenin penceresi.
Bir ara köpek havlamaları karıştı geceye. Nöbetçinin ikazıyla köpekler sustu. Ama köpekler hissetmiş olmalı ki, sustuktan sonra bir kaya dibine girip, bir daha da çıkmadılar. Ben de roketlerime haşvelerini takıp, hazır hale getirdim. On roketim vardı, sekiz tane atacak, kalan iki tanesini de çekilme esnasında ihtiyaç olur diye yanımda tutacaktım. İlk roketimi sessiz bir şekilde namluya sürdüm. Şimdi sadece gelecek komutla kilidi açmak ve tetiğe basmak kalmıştı…
Saldırı grubunda bir sorun yaşanmış, bir türlü yerlerini alamıyorlardı. Zaman da ilerliyordu. Saat gece yarısını geçmiş, dolunay da arkamıza düşmüş, sırtı aşmaya kısa bir zaman kalmıştı. Geç kalmanın verdiği tedirginlik ve gittikçe artan heyecan gecede hissedilir gibiydi. Şimdi hiçbir şey hareket etmiyordu. Adeta bir düğmeye basılmış ve her şey durdurulmuştu. Nöbetçi kulübesinde oturmuş, köpekler altına girdikleri kayanın dibinde duruyordu. Düz ova bir ölü denizi andırıyordu. Arkamıza düşen dolunayın etkisiyle önümüzde uzanan ovanın bir kısmını gölge kapladı. Gölge gittikçe karakola doğru geliyordu. Belki de hareket halinde olan tek şey dolunay ve tepelerin ovaya yansıyan gölgesiydi.
Grup komutanımız bir ara gelip,
“Hazır olun, birazdan başlayacağız, pozisyonunuzu alın” dedi.
Bunun üzerine bulunduğum çukurdan biraz daha öne çıkıp, tüm roketleri yan yana dizdim. Yanımda duran Tuana arkadaşla eylem öncesi son defa göz göze geldik ve birbirimize ‘serkeftin’ diledik. Yanımda getirdiğim çırpıyı da ağzıma alıp, ıslak bezi roket çantasının üzerine bıraktım.
Ve komut geldi. Gelen komutla dört bir yandan ateş açıldı. Doçkanın Yukarı tepeden attığı izli mermilerle karakol ateş altına alınmıştı. Yanı sıra savunma kollarındaki biksilerin izli mermileri gecede şekiller çiziyordu. Kleşler durmaksızın, tek tek atışlarla karakola yöneliyordu. Ve bisving…
İlk roketim karakolun çatısındaki doçka mevzisine değmiş, asker mevziiye girmeden dağılmıştı. İkinci roket karakolun ön duvarına, üçüncüsü nöbet kulübesine, beşincisi karakolun üzerinden gidip boş araziye düştü. Bir şeyler ters gidiyordu. Bir bikisi ve iki bisving hiç ateş etmiyordu. Bikisinin namlusunda mermi sıkışmış, bisvingler de bilinmedik bir sebepten dolayı hiç ateşlemiyordu. Bunun üzerine grup komutanımız,
“Heval diğer bisvingde sorun var. Ona göre ateş et. İsabet etmesine özen göster. Pencereye nişan al. Pencereye koyabilirsen bu iş biter.” dedi. Son attığım roketin karakolun dışına düşmesinin verdiği öfkeyle tek hedef olarak pencereyi kendime esas aldım. Altıncı roketim bu öfke ve istekle pencerenin tam altına isabet etmişti. Cihazdan gelen, “İşte böyle, biraz daha yukarı” sesi beni daha da cesaretlendirmiş ve bende güven yaratmıştı. Bunun üzerine yedinci roketimi özenle attım. Ve tam isabet pencereden içeriye girdi. O an bir çığlıkla kurşun seslerine eşlik ettim.
Sekizinci roket, şimdi atacağım son roket. Büyük bir coşku kaplamıştı yüreğimi ve bedenimi. Bundan dolayı bunun muhteşem bir şekilde gitmesi gerekiyordu. Bu düşüncelerle usulca roketi namluya sürdüm. Hafifçe kilidi açtıktan sonra iyice nişan aldıktan sonra tetiğe bastım.
Patlamadı. Bir sorun vardı. Arkadaşlar böylesi bir durumda hafifçe bisivingi yere bırakmamı ve mümkünse oradan uzaklaşmamı tembihlemişti. Ama tamamıyla aklımdan çıkmış, kendimi eylemin heyecanına kaptırmıştım. Bunun üzerine ani bir refleksle roketi namlunun içinde birkaç defa döndürdükten sonra tekrar tetiğe bastım. Ancak yine patlamadı.
Bu sefer hemen ayağımın dibinde olan diğer iki roketten birini alıp onu atmak istedim. Roketi değiştirdim. Kalbim küt küt atıyordu. Tetiğe bastığım gibi ‘puf’ sesi ve kafama çarpan namlu… Ne kadar baygın kaldığımı bilmiyorum. Ama kendime geldiğimde üç dört metre önümde hala yanmakta olan haşveyi gördüm. Kulağımda bir sorun vardı. İzli mermilerin gidişini görmeme rağmen, pat pat seslerinin dışında bir şey duymuyordum. Kafamdan sızılar geliyordu. Elimle yoklayıp bir şeyin olup olmadığına baktım. Bir şey yoktu ama birkaç saniye sonra patlayacakmış gibi bir his yaşadım. Hala yerdeydim. Gözüm bisvingimi aradı. Yerleri ellerimle yoklayıp, etrafıma düşmüş olabileceğini düşündüm. Ancak bulamadım.
Bunun üzerine ayağa kalkmak istedim. Kalkmamla tekrar yere yığılmam bir oldu. Bedenimden bir şeylerin boşaldığını hissettim. O an kafamdaki ağrılar, bir bir dizime aktı. Dizimde biriken bu ağrılar tüm bedenimi sarmaladı. Elimle kontrol etmek istediğimde elim bir ıslaklıkla karşılaştı. parmaklarım parçalanan dizimin içine girdi. Dizim parçalanmış, ayağımı damarlar tutuyordu. Kan durmaksızın akıyordu. Ne yapacağım konusunda bir fikir sahibi değildim. İlk aklıma gelen yanımdaki mendili çıkarıp yaranın olduğu bölgenin yukarısına bağlamak oldu. Sonra kendimi bir çukura atarak Tuana’yı çağırdım. O da grup komutanını çağırdı. Burada beklememi, birazdan arkadaşların beni çıkaracağını söyledi.
Sekizinci roket çıkarken namluyu parçalamış, namludan kopan bir parça gelip dizime değmişti. Çok geçmeden grup komutanıyla iki arkadaş geldi ve beni buradan çıkarmalarını söyledi. Eylem de sonlanmak üzereydi. Her iki arkadaş omuzlarımın altına gererek beni taşıdılar. Bir süre sonra grubun geri kalanı da bize yetişti. Karakola saldırının durmasıyla İran güçleri de havan ve katuşa saldırısına başlamıştı. Dört bir yanımıza, gidiş güzergâhımıza boyuna havan ve katuşalar düşüyordu. Şimdi tek korkum beni taşıyan arkadaşlardı. Bana olan olmuştu. Bu arkadaşlara bir şey olmasın diye ‘beni bırakın, siz gidin, kendinizi sağlama alın’ diyorum. Ama beni dinledikleri yok sadece ‘sus!’ diyorlardı.
Henüz sağlam bir yere ulaşmamışken sağlıkçı arkadaş bize yetişti. Şuan durup kontrol edecek zaman değildi. Ama kan hala akıyordu. Bunun üzerine bir kan durdurucu ine vurması gerektiğini söyledi. Daha yürüyorken kalçamda ince bir sızı hissettim. Sağlıkçı arkadaş ben arkadaşların omuzundayken iğneyi vurmuştu. Yarım saat sonra daha önce arkadaşların kullandığı bir şıkefte yetiştik. Bedenimden akan kan bende müthiş bir susuzluk yaratıyordu. İçine girdiğim şıkeftın hemen önünden küçük bir kanal geçiyordu. Suyun sesi beni daha da çıldırtıyor, boyuna su istiyordum. Ama arkadaşlar iyi olmadığı gerekçesiyle bana damla damla su veriyorlardı. Verilen dinlendiriciyle kendimden geçmiş gözlerimi açtığımda hava açılmış, sabah olmuştu. Grup komutanı yanıma gelerek,
“Merak etme, durumun iyidir. Birazdan arkadaşlar seni aşağıya götürecekler.” dedi. Ben de,
“Peki diğer arkadaşların hepsi geldi mi, tüm arkadaşlar sağlam mı, eylem nasıl geçti, sonuç nedir?” diye üst üste sorular sordum.
“Eylem başarılı geçti, henüz net sonuçlar yok arkadaşlar tespit etmeye çalışıyor. Grupların çoğu yerine ulaştı.” dedi. Ama sakladığı bir şeylerin olduğunu hissettim.
“Peki, bizden kayıp var mı? Henüz ulaşmayanlar kim?” diye sordum. Ama bir cevap vermeden sessizce arkasını dönerek duymamış gibi yapıp gitti. Çok meraklanmıştım ama net olmayan bazı şeylerin olduğu da belliydi. Bir süre sonra sağlıkçı arkadaş çantasını toplayarak,
“Birazdan gideceksin, ayağının kötü bir durumu yok” dedi ve telaşlı bir şekilde çıkıp iki arkadaşla yine geldiğimiz yöne doğru yola koyuldular. Merakım daha da artmıştı. Başka yaralılar da vardı. Yoksa neden sağlıkçı arkadaş apar topar gitsin!
Pratiki bir sedye hazırlanarak, katır üzerine bağlanmıştı. Gitme zamanı geldiğinde beni üzerine atıp sağlam bir şekilde bağladılar. Bir an tüm arkadaşlardaki durgunluğu fark ettim. Bana moral vermek için kendilerini zorlayarak tebessümler fırlatıyorlar, çok geçmeden yine dalgınlıklar onları alıp gidiyordu. Ama kimse de bana bir şey söylemiyordu. Yola koyulacağımız zaman, son kez grup komutanına sordum ama yine hafif bir tebessümle
“Bir şey yok, merak etme! Sen kendine dikkat et, bir an önce iyileş. Tamam!” dedi. Ben de;
“Tamam” dedim ve yola koyulduk.
Beklenmedik bir şekilde, çok kısa bir süreçte yaralanmıştım. Henüz ne olacağını bilmesem de bir şeylerden uzaklaşmanın yüreğimde yarattığı hisle dalgınlıklar yaşıyordum. Böyle olmayabilirdi diye geçirirken içimden; katırın başını tutan arkadaşın tanıdık bir şiirden aldığı dizelerin yarattığı duygu seliyle kendimi rüzgârın akışına bıraktım…
“Bu dağlar kardeş dağlar
Kadrini bilir
Evel Allah
Utandırmaz adamı…”
Sonradan öğrenecektim ki; bir arkadaş daha yaralanmış ve arazi de mahsur kalmıştı. Arkadaşlar da onu almak için hareketlenmişlerdi. Bunun yanında bir şehit de vermiştik. Halay başında mendili kimseye kaptırmayan, sesiyle vadiyi inleten, ayak ritmiyle tozu dumana katan o kadın arkadaştı. Adı Ronahi’ydi. Badem gözlüydü. Dolunayı utandıracak bir güzelliğe sahipti. Yoldaşın yoldaşı, Önder Apo’nun ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir fedaisiydi. Adı gibi kendisi de Ronahi’ydi ve eylem öncesi aydınlatmıştı yüreklerimizi. Eylemde de başı çekmişti. Göğe savurduğu zılgıt sesiyle üzerine gitmiş düşmanın.”