HABER MERKEZİ- Rêber Apo’nun “Güney Kürdistan’da egemenlik mücadelesi ve devrimci demokratik tutum” kitabından derlenmiştir
Birinci Kısım…
“Kürdistan’daki güncel gelişmeler bütün yönleriyle, olanca yoğunluğuyla sürüyor. PKK’nin özellikle Kuzey Kürdistan’a dayalı olarak geliştirdiği mücadele biçimi, son yıllarda ve daha çok da 1992 yılında Güney’e de taşırılarak, tüm engellemelere rağmen, yenilmesi şurada kalsın, daha da artan başarılı adımlar atmıştır. Çekiç Güç, özellikle Körfez Savaşı’yla birlikte Güney Kürdistan’da bir koruma şemsiyesi rolü üstlenerek, bu gelişmeye müdahale etmiştir. Bu müdahale, Güney’de tam bir askeri savaş boyutuna tırmandırılmıştır ve halen de bütün dikkatlerin merkezi durumundadır. Savaş her ne kadar durmuşsa da, bir nevi ateşkes süreci yaşanmaktadır. Bu durum beraberinde yeni çatışma tohumları kadar, uzlaşma zorunlulukları ve olanaklarını da ortaya çıkarıyor. Hemen hemen tüm parçalardaki Kürdistan halkı, olumlu ve olumsuz yönlerdeki gelişmelerin dayandığı sosyal nedenleri ve siyasal amaçlarıyla birlikte bu gelişmelerin kökenini artan bir ilgiyle anlamak istiyor, hatta saf tutuyor ve bu anlamda Kürdistan’da ilk defa mevzilenme dediğimiz devrim ile karşı devrimin ciddi bir çatışması yaşanıyor.
Geleneksel sömürgeci güçlerin ‘böl-parçala-yönet’ politikalarını yürütmeleri, sorunu içinden çıkılmaz bir duruma getiriyor. Devletlerin; Kürdistan’ı kendilerine bağımlı güçlerle kendi egemenlikleri altındaki Kürdistan parçasının sorunlarını tasfiye etme ve bu tutumu diğer parçalara yönelik emellerini gerçekleştirmede kullanma durumunu göz önüne getirdiğimizde, bunun bir politika olduğu görülecektir. Buna en son olarak emperyalizmin, sözde Kürdistan halkını koruma adı altında geliştirdiği Çekiç Güç uygulaması eklenmiştir. Çekiç Güç, Kürtlüğe belli ölçüde destek verme biçiminde yansısa da, esas olanın kendi çıkarları olduğu açıktır. Bu durumu esas alıp bize yönelimleri işbirlikçilerle birleşince, bizim doğru devrimci tutumu belirlememiz kadar, ihanet ve işbirlikçiliğin boyutlarını da doğru görmemiz önemli olmaktadır.
Kürdistan, devrimci bir süreci yaşamak durumundayken, bunun tarihi fırsatı ve olanakları ortaya çıkmışken, tam da bu durumda Kürtlük adına sosyalistliği ve demokratikliği kendilerine layık gören bazı güçler bu süreci sabote etmeye çalıştılar. Bu güçlerin bu sürece saldırıları sonucu, özünde devrimin canına okuyan birçok gelişme karmaşık bir biçimde yaşanmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte her şeyini ortaya koyan ve kahramanlıklar gösteren tutumların yanında; basit çıkarlar için, içine girilmemesi gereken her türlü olumsuzluğa girmeyi kendine layık gören ve bunu politika bilen tutumlar da az değildir. Kahramanlıkla ihanet, devrimci uyanıklıkla gaflet, özgürlükle kölelik, direnişçilikle teslimiyet, aydınlıkla karanlık o kadar iç içe geçmiştir ki, her türlü tavır kendini çok net açığa vurmak durumunda kalıyor. Ülke gerçekliğine biraz saygılı olmak ve özellikle olumlu bir tarihi mirası savunmak istiyorsak, şehitlerin kanını yerde bırakmak istemiyorsak, olup bitene her zamankinden daha doğru bir yaklaşım göstermek önem taşır. PKK, kendi tarihi gelişim süresi boyunca Kürdistan’ı bu yöntemle ele alıp netleştirmeye büyük özen gösterdi. Tarihi mirasa bağlılık kadar, olası gelişmelere doğru yaklaşım, amaca namusluca ve büyük bir tutarlılıkla bağlılık Kürdistan’da ilk defa gerçekleşen tutumlar oldu. ‘Koşullar elverişli değil, objektif ortam el vermiyor’ diyerek, ‘taktik adına her şey yapılabilir’ tutumlarına girmemeye özen gösteren, ilkeye bağlılığa büyük değer biçen ve bunu da şimdiye kadarki pratiğiyle kanıtlayan bir hareket olmayı bildi.
İlkel milliyetçiliğin Kürdistan’daki gelişimi
Bunun yanında yakın dönemde Kürdistan’da kapitalist gelişmeyle birlikte, çok cılız da olsa gelişme istidadı gösteren ilkel milliyetçilik ve onun somut ifadesi olarak KDP olguları vardır. Hatta ondan da önce, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ilkel milliyetçilik doğru ele alınmayı gerektirir. Jön Türk Hareketi’yle birlikte ve o süreçte bir anlamda Jön Kürt demesek de, daha silik bir yansıması olan bir Kürtçülük hareketinin geliştiğini görüyoruz. Özellikle 19. yüzyıl isyanlarından kalan ailelerin içerisinden çıkan aydınların öncülük etmeye çalıştığı Kürt Teali Cemiyeti biçimindeki dernekler, yine Kürdistan, Jin, Roj vb adlar altında geliştirilen yayın organları, hatta Birinci Paylaşım Savaşı içerisinde ve sonrasında meydana gelen isyanlar, sönük de olsa burjuva milliyetçiliğinin etkilerini taşıyorlardı. Geleneksel isyancılık kadar ona burjuva milliyetçisi bir giysi giydirmek isteyen tutumlar her zaman olageldi.
Şêx Seîd önderlikli hareketin öncü gücü olmaya çalışan Azadî Komitesi, yine 1914 Bedlîs İsyanı’yla İstanbul’daki aydınların ilişki düzeyi, Dr. Nuri Dersimî ve Elîşêr gibi aydınların Dersim İsyanı’ndaki milliyetçi yaklaşımları, İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde ve özellikle sonrasında ağırlıklı olarak Güney Kürdistan’da başlayan KDP deneyimleri ilkel milliyetçi karakterde de olsalar, çağdaş bir ulusal harekete yönelmek istemişlerdir. Fakat feodal aşiretçi yapı -ki, kendileri bununla sıkı bağlar içerisindeler- buna imkan vermese de, sınıfsal karakterleri gereği çağdaş bir ulusal kurtuluş hareketine yol açma gücünü göstermeseler de, istek düzeyinde zaman zaman bu sınıra yaklaşmak istediklerini görüyoruz.
Bu yıllar aynı zamanda klasik sömürgeciliğe karşı şanlı ulusal kurtuluş hareketlerinin geliştiği yıllardır. Özellikle klasik sömürgeciliğin baş uygulayıcıları olan İngiliz ve Fransız sömürgeciliğine karşı mücadelede onlarca yeni bağımsız devlet doğuyor. ABD’nin geliştirmek istediği yeni sömürgeciliğe karşı da, başta Vietnam olmak üzere, daha da derinleşmiş ulusal kurtuluş hareketleriyle karşılık veriliyor ve önemli başarılar da elde ediliyor. Fakat Ortadoğu’ya baktığımızda, gerek klasik ve gerekse yeni sömürgeciliğe karşı mücadelenin daha da sönükleştiğini, her ne kadar Araplarda bir devletleşme süreci başlasa da, yine İran ve Türkiye’de ulusal kurtuluşçuluk gelişse de, bunların hemen emperyalizmle uzlaştıklarını, emperyalizmle bağlarını bir türlü koparmadıklarını, emperyalizmin yeni sömürgeleri olmaya doğru yol aldıklarını görüyoruz. Bu anlamda Ortadoğu’daki ulusal kurtuluş hareketleri radikal olmaktan uzaktır. Neredeyse emperyalizmin egemenliğine çok az tepki göstererek -buna Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı da dahildir-, sınırlı bir karşı koyuşla kısa süre sonra uzlaşmışlardır. Bu devletler bölge halklarına çarpık bir kapitalist gelişmeyi dayatmışlardır.
Kürdistan’da talan kapitalizmi
Günümüze doğru geldiğimizde, bölgede en gelişkin kapitalist ülke olmakla övünen Türkiye kapitalizminin yanı sıra, İran ve Arap ülkelerinde de kapitalist gelişme artan bunalımla birlikte gelişmektedir. Petrol gibi doğal zenginlikler, yine yurtdışına işçi göçü ve turizm gibi ekonominin dayanakları olan temel sektörler olmasa, bu ekonomik bunalımın daha da derinleşeceği açıktır. Bu nedenle Ortadoğu’daki bu karmaşanın milli bile olmayan -ki, buna komprador kapitalistleşme de denilebilir- bir gelişmeyi, üstten alta doğru ekonomik ve sosyal gelişmeleri sancılı ve yaratıcılıktan uzak kültürel ve sosyal düzeyi ile bağlantılı olarak daha da çarpıklaştırıp değişikliğe uğratmak istediğini, mevcut milliyetçiliklerin de bununla bağlantılı olduğunu, dolayısıyla çarpık olduğunu, tutarsız ve devrimsel sonuçlara yol açmadığını ve hızla karşı devrimciliğe dönüştüğünü belirtebiliriz.
Gerçek bir kapitalistleşmenin çarpık bir biçimi Ortadoğu ülkelerine böyle yansırken, onun adeta üçüncü elden silik bir kopyasının da Kürdistan’a yansıdığını görmekteyiz. Yani Kürdistan’a yansıyan üçüncü elden bir kapitalizmdir. Birinci el; emperyalist metropol kapitalizmi, ikinci el; Ortadoğu’da onunla işbirliği içinde olan komprador kapitalizm, Kürdistan’a yansıtılan üçüncü el ise; komprador kapitalizmine bağlı olarak yansıtılan talan kapitalizmidir. Kürdistan’a soyup soğana çevirme yöntemleri diyebileceğimiz bir yaklaşımla yüklenilmiştir. Böylece daha öncesinin ilkel ticari kapitalist gelişmelerinin -ki, bu 19. yüzyılda hayli gelişme istidadı gösterir- bile gerisinde, bunu da tasfiye ederek veya durdurarak, tamamen talana dayalı yöntemlerle bu ülke harabeye çevrilmiştir.
Bu coğrafyada tarihin çok görkemli yaşandığı, çeşitli toplum biçimleri ile gerek göçebe gerek yerleşik yaşamın hayli güçlü olduğu biliniyor. Bu coğrafya tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılmayacak kadar ekonomisinden sosyal ve ulusal kimliğine, kültürel şekillenmesinden dini ve ahlaki yaşayışına kadar her şeyine müdahale edilip sömürgecilikten de öteye bir uygulamaya maruz bırakılmıştır. Bu uygulamanın sonucu, çok aşırı bir biçimde Kürtlüğe ihanet temelinde oluşan işbirlikçi sosyal bir yapı ile derinleşmiş bir köleliği yaşamaya mahkum edilmiş olan Kürt halk gerçekliği oluyor. Kesinlikle söylenmesi gereken; 20. yüzyılda halkın içinde bulunduğu durumun üzerinde derinleşen baskı ve sömürü, daha çok da asimilasyonla ulusal ve toplumsal kimliğinden uzaklaştırma biçiminde olduğudur. İşbirlikçilik biçiminde bağlanılan kesim de asimilasyonla hakim ulus ve egemen sınıflarının içinde eritilmeye tabi tutulmuştur. Günümüze doğru geldiğimizde, Kürdistan olayına ve Kürtlük gerçeğine yaklaşımda artık böyle bir halk yokmuşçasına davranmak normal bir durum haline gelmiştir. Bu davranış, yalnız acımasız sömürgeci güçlerin tutumu olarak belirmemektedir. İşbirlikçiler, kraldan daha kralcı bir tutumla hakim ulus ve onun egemen sınıf gerçeği içinde erimeyi kabul etmektedirler. Halk gerçekliğinde ise umudunu ve inancını yitirme, kimliğine sahip çıkmama ve böylelikle meseleyi artık tasfiye olmuş olarak kabul etme, böylece bir yerde mezara gömülmeyi bir kader olarak görme noktasına gelinmiştir.
PKK’de gelişen radikalizm
1970’lere gelindiğinde yaşanan budur. Bu, özellikle Kürdistan’da daha somut bir ifadeye kavuşuyor. Şüphesiz bu çok karmaşık bir durumdur. Emperyalist sömürgeci devletlerle birlikte, onların sınıfsal egemen güçlerine bağlı işbirlikçilerin sömürge yöntemleriyle geliştirdikleri baskı ve sömürü, buralarda kapitalist gelişme bile denilemeyecek bir yapılanma yaratmıştır. Tarih boyunca yaşanan çeşitli sosyo-ekonomik biçimlenişlerin Kürdistan’da böyle bir sonuca ulaşması, hiçbir halkın yaşamadığı bir durumdur. Bu gerçekliği dikkate almazsak, Kürdistan’da hiçbir ideolojik ve siyasi gelişmeyi anlayamayız. Bunun için böyle bir yaklaşım geliştirme gereği duydum. Kürdistan tarihinin bu temel özelliği çok iyi göz önüne getirilmelidir. Ne tür bir sosyo-ekonomik biçimleniş dayatılmış veya yaşatılmıştır? Tarihi kadar güncelliği ne anlama gelir? Buna objektif yaklaşım büyük önem taşır. Buna dayanarak, “Kürt milliyetçiliği neden çok sönük geçti?” sorusuna cevap bulabiliriz. “Neden herkes kapitalist burjuva sınıf temelinde radikal bir ulusal kurtuluşçuluğu yaşadı da bizde bu yaşanmadı?” dersek, yine cevabını verebiliriz. “KDP’ler günümüzde neden düşmanla bu kadar işbirliğine gidiyorlar?” sorusuna da ancak böyle sağlam cevap verebiliriz; “Kürt aydınları neden bu kadar şekilsizdir, neden radikal değil?” sorusuna da cevap verebiliriz. En önemlisi de, “PKK neden böyle akla hayale gelmeyecek radikalizmi seçti veya buna kendini zorunlu gördü?” hususunun da anlamını bu yaklaşım dahilinde görebiliriz.
Köktenci olmamak kadar, vurguları çok açık yapmak ve radikal olmak da mevcut Kürdistan gerçekliğinin bir sonucudur. KDP’lerin sönüklüğünü ve fazla başarılı olamayışını, aslında ikinci elden dayatılan işbirlikçilik ve onun komprador özellik gösteren kapitalist burjuva gelişmesiyle bağlantılı ele almak gereklidir. Yine dayattığı geleneksel aşiretçi-feodal ilişkiler bağlamında sömürgeci ve emperyalist ilişkilere dayanmak, hatta onların içinde erimek istediğini -bunu hem istediğini, hem de buna zorunlu olduğunu- görürsek, ilkel milliyetçiliğe daha iyi anlam vereceğiz. Bunlar siyasi amaçlarını bir türlü otonomiden öteye götürememiş, savaş yöntemlerini ilkel isyancı yöntemlerden ileriye taşıyamamıştır. Gerilla ile en küçük halklar en zor koşullarda bile olsa zaferler kazanırken, bunlar yüz bin kişilik orduları için kendi kendini tasfiye etme kararını vermişlerdir. Çok elverişli koşulların siyasi ve askeri alanda değerlendirilmemesini bu sosyal sınıf yapısına bağlı ele alırsak, onun oluşturduğu tipi, kişilikleri, buna dayalı örgütleri, ideolojileri ve bağlantıları yerli yerine koyarsak, bugünkü tabloyu anlamakta güçlük çekmeyeceğiz.
Şuna değinmek istiyorum: Kürdistan tarihinde her başkaldırıda, isyan olaylarında ve örgütlenmelerde yabancı güçlerin, özellikle Türk egemenlik sisteminin dayattığı bir ilke vardır. Kendi deyişleriyle, biraz da kendilerine yaraşır biçimde, iti ite kırdırtma gibi bir tabir icat etmişlerdir. Bununla yapmak istedikleri, Kürdü Kürde kırdırmadır. Bunun bütün plan ve programlarını geliştirirler. Bu oyun çok oynanmıştır. Daha kapsamlı ele alınırsa bu olayda da buna benzer bir planla birlikte bu büyük komplonun ardındaki tasfiyecilik görülebilir. Egemenler, örgütü amacı dışında ve hatta kendi çıkarları doğrultusunda çalıştırma konumuna erişmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bize dayatılan komploları da bazen gerçekçi değerlendiremiyor, hatta onun planları çerçevesinde hareket etmekten kendimizi kurtaramıyoruz. Çok sayıda yurtsever uzun yıllar güdümlenmiş ve kendi kişiliklerinde bile son tahlilde düşmana hizmet götüren tutumlara son vermeyi başaramamışlardır.
Bu vesileyle üzerimize düşeni yerine getirmeye çalışacağız. Bu görevimizi yerine getirirken, başta yüzü aşkın Güney Savaşı şehidinin anısına bağlılığın gereğinin de bu olduğunu biliyoruz. Bu savaşta şahadete ulaşanlar; Kuzey’de Türk özel savaş timleri, Güney’de ise işbirlikçilerin kuşatması altında kahramanlık gösterirken, tarihi komplolar karşısında nasıl direniş gösterileceğini, oyunların nasıl bozulacağını ve şehitlerin anısına nasıl sahip çıkılacağını ortaya koymuşlardır. Bu büyük direnişin en büyük gerekçelerinden birisi de budur ve bu anlamda da büyük bir başarı teşkil etmektedir.
KDP, MİT’in kullandığı bir alet durumuna getirilmiştir
KDP deneyimi yaklaşık otuz yıldır Kürdistan’ın en büyük parçasında çağdaş yurtseverliği gündemleştirmek şurada kalsın, boşa çıkarmanın en büyük tasfiye örgütü olma rolünü üstlenmiştir. Kürt yurtseverlerinin toplandığını sandığınız bir yerde, şimdi anlaşılıyor ki, bu örgütlenme MİT Bölge Müsteşarlığı’nın kullandığı bir alet durumuna getirilmiştir. Son Güney Savaşı’nda KDP’nin gelişmiş bir korucular örgütü olduğunu gördük. Karşımızda savaşan artıklar yarı Hizbullah, yarı KDP, yarı korucu biçiminde hareket ediyorlar. Bu, sömürgeciliğin genel bir Kürdistan yasasıdır. Sadece öldürmekle kalmıyor, bir de, ‘Tükürdüğünü sana yalatırım’ diyor. Eğer Kürtlük için bir adım atmışsan, ‘Bunu Kürtlük adına çok kötü bir biçimde kullandırtırım’ diyor. Bu konuda meşhurdur. Bunu çok iyi görmek gerekir. Kürtlük adına bir adım atılmıştır. Ama KDP’nin otuz yıllık deneyimine bakıyorsunuz, Kürtlüğe en büyük darbenin bu kanal içinden vurulmaya çalışıldığını görüyorsunuz. Özenle vurguluyorum: Bir kişi komployla şehit edilirken, onun bütün mirası reformizme ve tasfiyeciliğe kanalize edilip kötüye kullanılıyor. Bunu mutlaka iyi görmemiz gerekiyor.
Tekrar vurguluyorum: Bazıları dürüst de kalsa, onlar da vurdumduymazlığa götürülüyor. Giderek daha fazla sağa, daha fazla tasfiyeye, daha fazla ihanete yatırılıyor. Bir avuç çıkarcıya, kişisel çıkarlarını oldukça geliştirmesinin hizmetini sunuyorlar. Diğer yandan o kadar yurtsever kanı, o kadar mazlumun ahı ve işkencesi unutuluyor. Sömürgecilerin Kürt işbirlikçileri, hem de Kürtçülük maskesi altında karşımıza çıkar ve biz de şaşırıp kalırız; işte bu olayda da durum bu oluyor.
Barzanî,1962’den beri TC’ye en büyük hizmeti yaptı
Biraz da uluslararası çapta bazı verileri sunalım. ABD, birçok ulusal kurtuluş mücadelesinin bünyesine enjekte ettiği, ‘Solu temizleyin, sizi destekleriz’ politikasını FKÖ’de Yaser Arafat ile yürütür. Dünyanın birçok yöresindeki ulusal kurtuluş mücadelesinde devrimci, yurtsever ve anti emperyalist akıma karşı işbirlikçi bir örgüt geliştirir. Bu politika olmasaydı, FNLA Angola’da iktidar olmuştu. Emperyalizm FNLA’ya karşı UNİTA’yı savaştırır. Afganistan’da Gulbeddin Hikmetyar halen savaşıyor. Şunu demeye getiriyorum: Barzaniler’in daha önce ABD ile ilişkilerini biliyoruz. Bunun belgeleri var. 1972’lerden itibaren Barzani’nin Jimmy Carter’a yazdığı mektuplar var. Yine CIA ajanlarının açığa çıkmış değerlendirmeleri var. Buna bir de Türkiye’yi ekleyelim. Mesut’un geçen yıl Washington Post’ta çıkan bir açıklaması vardı: “Biz 1962’den beri TC’ye en büyük hizmeti yaptık” diyordu. Belli oluyor ki, 1960’lardan bu yana çok somut ilişkileri var. ABD uluslararası alanda ulusal kurtuluş hareketlerine işbirlikçi yaklaşımları dayatırken, bu yıllarda Kuzey Kürdistan’daki ulusal mücadelenin radikal özünün nasıl tasfiye edildiğini ortaya koyduk.
Dünya genelinde ABD’nin ulusal kurtuluş hareketlerini tasfiye edip, yerine kendi işbirlikçilerini oturtmak gibi bir planı vardır. Güney Kürdistan’da böyle bir gelişme vardır. Barzani ile ilişkiye geçip diyalog sağlamıştır. Talabani’nin bazı itirazları vardır. Onların da süreç içerisinde tasfiye edildiğini biliyoruz. İran-KDP’si vardır. Bunlar da Irak’a geçip, Şah’a karşı bir şeyler yapmak istiyorlar. Şah’ın talimatıyla bunların da tasfiye edildiklerini biliyoruz.
Size biraz da PKK Hareketi’nden bahsedeyim: Güney’deki önderlikle bizim aramızda ateşkes olsa da, çelişkilerimiz devam ediyor. Benim Kürdistan’da deneyimlerimden çıkardığım en iyi sonuçlardan birisi de bu ilkel oyuna gelmememdir. Güney’deki güçlerle ne ilişkiliydim, ne de karşıtıydım. 1980 başlarında ilişki geliştirilmesini biz de istedik. Mehmet Karasungur Hoca ilişki kurmak üzere KDP’nin yanına gidiyor. İlginçtir, onların yanında vuruluyor. Kendisi ilişki kurmak üzere gittikten kısa bir süre sonra, KDP ile YNK arasında çatışma çıkıyor. Bu çatışmada da vuruluyor. Yine son tahlilde çok planlı bir şekilde olmasa da, bu şahadet genelde bir komplo mantığının sonucudur. Hangi taraf vurmuş olabilir diye araştırdığımızda, ikisi de birbirinin üzerine attı. YNK ile düşmanlığımız da körüklenmek istenmiş olabilir veya bilinçli olarak bu anlama gelmese bile, bu tip çatışmaların getireceği sonuç budur. İlişkilerimiz vardı, bizi sürekli iç çatışmalara çekmek istiyorlardı. Kendi aralarındaki çelişkilerde, en önemlisi de Türkiye’ye karşı bir koz olarak, ‘Yanımızda kalın’ dediler. Tabii grubumuz Lolan’da üslenmişti. Türkiye ile ilişkileri de çok yoğundu. Yıl 1982’ydi. Karşılıklı ilişkilerde şunu da çok iyi biliyoruz: “Türkiye’ye silahlı mücadeleyi dayatmayacak, hele Hakkari-Botan bölgesinde eylem yapmayacaksınız, Türkiye ile dostluğumuz bakidir” denildi. 1985’de Mesut Barzani, “Kek, Botan’da eylem yapmasaydınız çok iyi olurdu” diyordu. Bunlar benim tanık olduğum hususlardır. Yani KDP önderliği ve onun Barzani temsili, Kürdistanlı güçlerin kesinlikle kendi denetiminde olmalarını ister. Botan-Hakkari hattında silahlı eyleme karşıdır. Ama Türkiye’den taviz koparmak için de, “Yanımızda kalın” der. Bu genel bir sömürgeci politikadır. Bölgedeki devletlerin de benzer biçimde politik yaklaşımları vardır. KDP bu konuda gayet ustadır. İranlıları yanına getirtip kamp kurdurur, birkaç eylem de yaptırır ama sonra cenazelerini Şaha verdirir. Saitleri çağırır, kamp kurdurur, sonra da birbirine vurdurur. Beni de beş on defa çağırdılar. Yine de çağırıyorlar. Çok düşünüyorum, belki de giderim ama planlı ve programlı giderim. Bu, bir güç meselesidir. Genel olarak söyleyeyim: Bir mantık, bir zihniyet, bir yaklaşım vardır; “Bütün Kürdistan parçalarından gelsinler” derler; sonra gelen örgütleri parçalayıp, içlerinden en silik ve en kişiliksiz olanları da kendilerine bağlarlar. Diham Miro da böyle bir olaydır. Örgütü üçe bölüp parçalıyorlar, sonra da kendilerine en bağlı olanlarla örgütlenmeyi sürdürüyorlar. Saitler (Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak) olayında da şahsi yorumum şudur: Başlangıçta göz yumdular. ABD’den ve Türkiye’den taviz koparmak için kamp da kurdurdular ve teşvik ettiler. Türkiye’den gerekli tavizi aldıktan sonra sıra bunların tasfiyesine geldi. Çünkü; aynı olay bizim başımıza getirildi. 1982-83’te Lolan’da, Türkiye ile ilişkileri yoğunlaştırıp sonuca gidinceye kadar bize kamp kurdurdular, destek oldular. Aldıklarını aldıktan sonra Mehmet Karasungur’dan tutalım, neredeyse bütün arkadaşları tasfiyeye gidiyorlardı. Buradan tüm gücümü ortaya koyup, benzeri bir sürecin PKK’ye dayatılmasını önledim.
Bizim halen KDP ile, Barzani ile olan çelişkilerimizin ve çatışmamızın temelinde şu husus yatıyor: Güney Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi bütün parçalarla uyumlu, dengeli, hem yararlanan hem de yararlandıran, hem destek alan hem de destek veren, kardeşçe ve genel amaca bağlı, bütün Kürt halkının birlik uyumuna ve mücadelesine destek veren bir konumda mı olacak; yoksa Güney Kürdistan’da kırk yıldır bir aldatma aracı olmaktan öteye gitmeyen otonomide mi ısrar edilecek; otonominin de Güney Kürdistan halkının bütünlüğü dışında KDP’nin, KDP dışında da merkezin, onun da içinde bir ailenin çıkarları etrafında örgütlendirildiği ve böylece bütün parçaları Güney’e, Güney’i KDP’ye, KDP’yi de bir ailenin çıkarlarına bağlayan bir politikadan yana mı hareket edilecek? Tartışma ve çatışmamız bu ikilem dahilindedir. Ya doğru yola gelirsiniz ve sizlerle ittifak dahilinde yürürüz ya da bu ailesel çıkarları KDP içinde ve KDP vasıtasıyla Kürdistani Cephe içerisinde Kürdistan’a dayatmaktan vazgeçersiniz.
Şimdi bu politikayı genelleştirip ABD’ye, Almanya’ya, sömürgeci devletlere bağlanmışlar. Kürdistani Cephe iki temel örgütten oluşuyor. İki temel örgütten KDP en öndedir, KDP’de de Barzani tek meliktir. Böylelikle Kürdistani Cephe’yi boşa çıkarıyorlar. Kürdistan halkının çıkarı bunu kaldıramaz. Biz kardeş kardeşe büyük dava için Güney’e mücadele etmeye, destek alıp vermeye geldik. Siz ise, “Türkiye ile çıkarlarımızı bozmayın, Türkiye bize yardım ediyor” adı altında Partimize tasfiyeyi dayatıyorsunuz. Yüzlerce yoldaşımızı vurdurttunuz. Diğer parçalardaki tüm örgütlenmelere müdahale ettiniz. Gerekçe olarak da, “ABD böyle istiyor, Avrupa böyle istiyor, Türkiye’ye karşı bir şey yapılmasını istemiyoruz. Biz söz vermişiz, baba dostudur” diyorsunuz. Bu, nüfusu otuz milyonu aşkın bir ulusun hayati çıkarlarına çok tehlikeli bir dayatmadır. Çatışma böyle başladı ve günümüze kadar da böyle devam ediyor. Bir savaş boyutuna tırmandırıldı. Bu savaşın da Çekiç Güç’ün, ABD’nin önderliğinde yürütüldüğünü biliyoruz. Türk özel savaş birimleri Zaxo’nun içinden geçip peşmergelerin öncülüğünde bin bir emekle yarattığımız gerilla değerlerinin üzerine yürüdüler. Tarihin kaydettiği en haince yaklaşımlardan birisi de buydu. Belki yenilmedik fakat bu Kürt halkına dayattıkları en büyük komploydu. KDP’nin, Barzani’nin gerçek yaklaşımının ne olduğunu herkes gördü. Halen de bu olumsuzluğu gidermeye çalışıyoruz.
PKK’yi tasfiye etmeyi açık açık konuşmuşlar
Bizim başımıza da getirilmek istenen aynı oyunlara düşmedik. Bu oyunlara düşmemenin benim konumumla da bağlantısı var. Esas itibariyle Filistin ve Arap kurtuluş sahasını kamp yeri olarak değerlendirdim. Uzun süre burada hazırlık faaliyetlerini yürüttüm. Kuzey Kürdistan’a direkt birkaç cepheden girdik. Doğu Kürdistan’ı bağımsız bir biçimde ele alıp işledik. Güney’le ilişkilerimiz taktik düzeyden öteye geçmedi. O nedenle oyunlara gelmemiz mümkün değildi. Ama Faik Bucak ve iki Sait’lerin durumları çok farklı. Örgütlenmeleri çok zayıf, dışta herhangi bir bağımsız kamp yeri ve üs durumu yok, ciddi bir eylemsel hazırlıkları da gelişkin değil. Tümüyle Güney’e, Güney’in KDP Zaxo sorumlusuna, en gerici bir komutanına bağlı.
Dolayısıyla Kuzey Kürdistan’da sol, özellikle bazıları açısından çok tehlikeli gelişiyordu. Çünkü; 1970’lerde sosyalist gelişme çok hızlıydı. Bütün Kürt aydınları, artan bir dozda sosyalizme ilgi duyuyorlardı. Zaten Dr. Şivan’ın kendisi de Marksist-Leninist yönelimdeydi. Dolayısıyla hareket bütünüyle sosyalist bir önderliğe dönüşebilirdi. ABD’nin bunu görmemesi mümkün değil. Fakat kullanma amacıyla KDP’ye yanaşmış, kullanma gerekçeleri var. Dikkatinizi çekerim; Barzani ve Talabani’nin Nokta dergisinde, ‘Birlikte parti kuralım’ başlığı altında yayınlanan bir söyleşileri var. MİT temsilcisi ile Kürdistani Cephe temsilcilerinin görüşme tutanaklarıdır. ‘Birlikte parti oluşturup, PKK gibi kontrole gelmeyen bir partiye tasfiyeyi nasıl dayatalım’ hususunu açık konuşmuşlar. Peki, 1990’ların başında bunu yapanlar, acaba 1970’lerin başında çok tarihi bir süreci yaşayanlara bunu niye yapmasın? Aynı mantık niye yürürlükte olmasın? Birlikte oturup anlaşmışlardır.
Tabii, hem çatışmalı hem ilişkili bir durumu yaşıyoruz. Güçlerimiz hem de belli bir anlaşma temelinde Güney kampına yerleştirilmiştir. Yine Güney Kürdistan’da sınır ötesinde güçlerimiz vardır. Sıcak bir çatışma durumu yoktur; bir ateşkes durumunun sonuçlarını yaşıyoruz. YNK ve KDP ile 1980’li yılların başlangıcından itibaren görüşmelerimizi sürdürdük. YNK ile ittifakımız 1980’lerdedir. Yine KDP ile 1982’dedir. İkisiyle de protokol imzaladık. Protokol metinleri elimizdedir. Yine Serxwebûn Yayınları’nda en son çıkan Kürdistan’da İşbirlikçilik İhanet ve Devrimci Direniş isimli kitabımızda bu protokollerin metinleri yayınlanmıştır. Protokoller içerik olarak itiraz götürmez biçimde ileri bir adımdır. Biz yine de bu protokollere bağlıyız. Belirttiğimiz gibi bunlarda Avrupa emperyalizmi ile ABD’nin sömürgecilik ilişkilerine karşı çıkma var, silahlı mücadeleyi dengeli geliştirme var, aramızdaki ilişkileri kardeşçe geliştirmeye dair bolca madde var.
Bunlar Türk sömürgeciliğinden güç almazlarsa yaşayamazlar. Şu açıktır ki; günümüzde yalvarırcasına ve her gün açıkça işbirliği dahilinde hareket ediyorlar. Bunları açıklamaları gerekiyor. Bunlar Bağdat’a, İran’a ve Türkiye’ye dayanmadan, bağımsız ayakta duramayacakları için, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü bir tutum içerisine giremiyorlar. Şimdi bazıları neden bu meseleyi anlamak istemiyorlar? Şu çok açıktır ki, bunlarda özgüce dayanma, bağımsızlık doğrultusunda yol alma ve buna hazırlanma yoktur. Bunun gereklerini yerine getirmeden bir gün bile bağımsız ve özgür temelde ayakta kalamıyorlar. Anti-emperyalist ve anti-sömürgeci olmayı bir yana bırakın, en tehlikeli emperyalist ve sömürgeci güçle ilişki halinde olmadan kendilerini yürütemez durumda görmekteler. Durum bu iken, ‘PKK protokollere uymuyor, anlaşmaların gereklerini yerine getirmiyor’ demek, bile bile gerçekleri göz ardı etmektir. Gelsinler, hem de ortak bir çatı altında -bu ulusal cephe olur, ulusal ordu olur-, onun emir ve komutası altında anti-sömürgeci mücadeleyi, demokrasi için mücadeleyi, anti-emperyalist mücadeleyi birlikte yürütelim.
Ben 1980’lerde yalnız Burkay’a değil, diğerlerine de, Talabani ve Barzani’ye de, “Siz yine başta kalın, büyük Kürdistan’ı biz devrime açalım. Büyük Kürdistan’ı devrime açmadan, siz Güney’de yok olursunuz” dedim. Hepsi bunu kabul ediyordu ve doğrusu da buydu. Burkay’a söyledim: “Siz yine baş olun, fakat bırakın Kürdistan köylülüğünü ve işçisini biz ayağa kaldıralım. Diplomasi sizin olsun, pazarlık sizin olsun, biz en zoru üstlenelim. Kürt köylüsü ve emekçisi biraz dirensin; onu biz örgütleyip savaştıralım, siz onun sözcülüğünü yapın” dedim. Daha benden ne isteyebilirler? Talabani ve Barzani’ye de aynı şeyleri söyledim. “Avrupa bizden silahlı mücadeleyi terörist olarak ilan etmemizi istiyor, ABD bilmem ne istiyor; Türkiye ile ilişki kurduk, o da, “PKK’ye karşı çıkar ve terörist derseniz, bu konuda bizimle her türlü işbirliğini yaparsanız size yardım ederiz” diyor, dediler. Biliyorsunuz, Mesut Barzani, “Biz açlığa dayanamayız, gıda gelmezse olmaz, bizim halkımız için mücadeleyi birkaç yıl erteleyin” diyor. Mücadeleyi ertelemeye benim de gücüm yetmez. Bu, halkın büyük bir çabayla ilk defa yakaladığı büyük bir adımdır; halka yapabileceğimiz en büyük kötülük bu mücadeleyi durdurmaktır. İsmail Hoca’nın da dediği gibi, Kürt halkı ilk kurşunu patlatmıştır. Bunun çok tarihi bir anlamı vardır. Her şey gitsin ama bu adım sağlam kalsın. Benden her şeyi isteyin ama beni bu adıma hizmet etmeyecek bir tutum içerisine çekmeye zorlamayın. Çok rica ettim ama olmadı.”
Devam edecek…