HABER MERKEZİ
Çağdaş bir kadın tapınağından, özgürlük diyarı Kürdistan dağlarındaki özgür kadının ideolojik ve askeri eğitim okulu Şehît Beritan Akademisi’nden bir izlenim yazmak istiyorum. Gelişkinlik, ilerleme, medeniyet diye bildiğimiz “uygarlık” üzerine eğitim görüyoruz.
Uygarlığın kurbanları olan, üzerinde kendi sistemini var eden, ezilen ilk sınıf, cins, hatta ulus olarak uygarlık çözümlemesi yapmak bizim açımızdan çok anlamlı. Tabiat ananın kurak topraklarını emziren, uygarlığı uygarlık yapan yaşam kaynağı sularından birinin kıyısında 45’i bulan sayımızla yürüttüğümüz tartışmalar kimi zaman uygarlıklar gibi çatışmalı, kimi zaman içinden geçtiğimiz Temmuz ayı sıcaklığı kadar sıcak geçiyor desem inanın abartmış olmayacağım. Rêber Apo’nun tek kelimeyle muhteşem diyebileceğimiz toplumsallık, uygarlık, iktidar ve kapitalist moderniteye ilişkin yaptığı yorumların zihinlerimizde yarattığı çatışmalar, tartışmalarımıza da yansıyor. Acaba şimdiye kadar tanıdığımız kibar, ince, centilmen, kurallara saygılı, haklara bağlı, barışçıl sıfatlar taktığımız uygar toplumun gerçek yüzü bu mu? Yoksa bu sıfatlar, asıl gerçeği maskeleme, yakıştırmaca gibi veya propaganda mı?
Rêber Apo, uygarlık adına söylenen şeyleri tersinden okumak gerekiyor diye bir yorum yapıyor son savunmalarında. Yani gelişkinlik, ilericilik olarak bellediğimiz uygarlığın asıl yüzünün bu olmadığını bu bölümden rahatlıkla çıkartabiliyoruz. Kendisini kutsal ana tanrıça kültü, yani neolitik kültür üzerinden yapılandıran uygarlığın, bu anacıl sistemin insani değerlerini, ahlâkını, felsefesini, sanatını, bilimini alıp Sümer rahiplerinin eliyle mükemmel bir tarzda değiştirmesini destanların, mitolojilerin dilinden, şifrelerinden yakalamak mümkün. Köy ve tarım devrimi olan ana tanrıça kültürü, bir başka deyişle neolitik kültür, çağın verimli coğrafyası Yukarı Mezopotamya’da M.Ö. 10.000’lerden itibaren yaşanmaya başlıyor. Bu tespiti, bu coğrafyada yapılan arkeolojik kazılar sonucu elde edilen kalıntıların (Ana Tanrıça heykelleri, figürler ve resimler) incelenmesinden anlayabiliyoruz. Bu coğrafyada zamanla artan nüfus, azalan yağmurlar ve sular yeni yerleşim alanlarını zorunlu kılıyor. M.Ö. 3000’lerde Aşağı Mezopotamya dediğimiz- günümüzün Kuzey Irak ve çevresi- alanda yaşayan El Ubeyd kültürü ve Yukarı Mezopotamya’dan aşağılara inen nüfusun yeni tarım alanları açmak için yaptığı sulama kanallarıyla gelişen yerleşkeler, tarihin seyrini değiştiriyor.
El Ubeyd kültürü ile neolitiğin gelişkin kültürü Tel Xalaf birleştirilip tarihin ilk şehri olma onurunu taşıyan Uruk (Irak) kentinin gelişmesi gündeme geliyor. Uruk kentinin ve diğer ilk kentlerin (Nippur, Agade, Ur, Eridu vb.) mimarı, Sümer rahipleri kent projelerini Sümer zigguratları yeni tapınaklarda geliştiriyor. Artan ürünün depolandığı bu zigguratlarda gerek kıtlığa karşı alınan tedbirler gerekse de ürünlerin dağıtımı rahipler eliyle gerçekleştirilince yeni bir merkez, yani kent oluşuyor. Bu yüzyıllarca süren gelişmenin bir-iki paragrafla anlattığımız gibi kolay olmadığı bir gerçek elbette, yüzyılları alan bu uygarlıkların (Sümer-Babil-Asur-Grek-Roma uygarlıkları) ortak yönü, şehir artı sınıf, artı devlet birleşimi oluyor. Bu teorik açımlamalardan sonra akademide bir tartışmadır sürüp gidiyor. İlk kalkan arkadaş “eeee, heval o zaman bu uygarlık denen neme nem şey, adeta bir canavar gibi kadın değerlerini gasp ve talan ediyor ya” diyor. Hararetle ayağa kalkan bir arkadaş “Doğru, doğru” diyor ve bana göre de zorba ve kurnaz erkeğin neolitik değerleri üzerinde egemenleşmesi, iktidarlaşmasıymış bu uygarlık. Ardından tartışmaya katılan başka bir arkadaş, “Baksanıza heval bu rahipler kadının duygu yüklü zekasıyla yarattığı toplumsallığı, şifalı otlarla, büyü ve sihirlerle geliştirdiği tıp, bilimi, duyguların yansıması sanatı yine özgürlüğe dayalı ahlak ilkelerini alıp da toplum aleyhine nasıl da kullanıyor” diyor. Derken başka bir arkadaş “Öyleyse heval ilk kral Gılgamış’ın şehrinde Uruk’ta gelişen kentleşme, orada oluşturulan üç katlı Sümer zigguratları kentlerin hatta devletin maketiymiş desenize” deyip ana formülü ortaya koyuyor. Böyle oldukça sıcak geçen tartışmalarda anlamaya çalıştığımız, uygarlığın nasıl geliştiğine ilişkin yapılan değerlendirmelerde görüyoruz ki, erkeğin avcılığı ile bitki ve hayvan yetiştiriciliğinde kazandığı düzey, artık ürün ve kentleşme ile ticaret ve yine güzelim cennet Verimli Hilal’in değerlerinin (mitolojik deyişle İnanna’nın 104 Me’si) kurnaz tanrı Enki ile tabir edilen güçlü ve kurnaz erkek tarafından çalınması, erkek egemenliğine dayalı bir sistem yaratıyor. Yaşam suları Fırat ve Dicle’nin hayranı bir arkadaş bu tartışmalara baharat tadında ara ara katılarak “Heval ya, benim damarlarımda Fırat ve Dicle’nin damlaları var, ben Kürdistanlıyım ve bu sürece ait görkemli tarihi eserleri görünce hayranlık duymamam mümkün mü? Beni anlayın” diyor.
İlerleyen tartışmalarda Kürtler olarak uygarlığın gelişimindeki rolümüzü incelerken, Sümerlerden bağımsız Huriler adıyla Aryen kültürünü yaşadığımızı, kurduğumuz Mittani, Urartu ve Med-Pers uygarlıklarıyla da ayrı bir kanat olduğumuzu savunmaların bu bölümünde gezinirken görünce, “Acaba bizim de bir Sargon’umuz, bir İskender’imiz olmadı mı?” diye soruyor bir arkadaş. Bu soru üzerine bir arkadaş “Ben bu tarihten korktum heval, İskender bütün dünyaya hükmetmek için doğu halklarının üzerinden bir silindir gibi geçmiş, öve öve insan kellelerinden kaleler, saraylar inşa etiğinden bahseden Asur kralları, insanlarda itaat kültürünü, büyüklüğünü geliştirmek için korkunç düzeyde kan dökmüş. Hep kan, hep şiddet, hep talan var bu uygarlıkta. İnsan kellerinden kale ve saraylar yapmaktansa, dağ başlarında özgürce yaşamayı tercih eden halkıma şükürler olsun, Kürt olduğum için gurur duyuyorum” diyerek hepimizi düşündürüyor.
Uygarlığın büyüsü yıkılıyor gözlerimizde. Rêber Apo’nun “uygarlık iktidar toplumudur, iktidar erkekle özdeştir” yorumu üzerine bin yılların köleliğini iliklerimize kadar hissederken “tanrıça ana doğal bir otoriteydi, iktidar yoktu o zamanlar, ne biz kadınlara ne de biz Kürtlere iktidar uğramamış” diyor bir arkadaş. “Yanılma” diyor bir başka arkadaş, “belki özümüzde yok, ama bizler toplumsal hafızanın ürünleriysek, iktidar biz kadınlara da, Kürtlere de bulaşmış. Bu hastalıktan kurtulmanın tek bir formülü var; -kimseden tek bir çıt yok bu esnada- çünkü doğrular bize dokunuyor” ve bu arkadaş devam ediyor, “özümüze dönelim” derken çok meraklı arkadaşlarımızdan biri yeni bir şey keşfedercesine, “Heval bu iktidar şeyi var ya kırıp almaktan başka bir şey değil. Yani kıral, yazım diliyle kral, böyle bir şey, bence buradan çıkmış” diye atıyor ortaya. Anlayacağınız rengarenk görüşler var. Ama herkes için kent toplumu yerine Dionsos kültürü gibi dağlarda aşklı, şarkılı yaşam daha çekici anlaşılan. Ders tartışmaları yetmiyor bizimkilere. Arada da devam ediyor tartışmalar. Uygarlıkta bazı iktidarlaşan kadınların mahkemesi de yapılmıyor değil, Cleopatra ve Zennubya, ruhları şad olsun ama erkekten daha erkekçi. Ne farkları var ki?
Klasik köle çağında batı uygarlığı da incelenmeye değerdir. Avrupa’nın şafak vakti, köprübaşı diye tabir edeceğimiz Greko-Romen uygarlığı Doğu uygarlıklarından farklıdır. Zeus’la başlayan yani erkek tanrıyla başlayan Greklerin Troya düşüşüyle güçlendiği, Atina ve Isparta kentleriyle doğu uygarlık değerlerini sentezlemeleri yeni bir gelişmenin işaretidir. Felsefe kentleri olan bu kentler (siteler) aynı zamanda sınıflı da olsa demokrasinin ilk denemeleridir. Köleci çağın imparatorlukta en geniş sınırlarına ulaştığı Roma imparatorluğu ise, köleciliğin zirvesinin temsilidir. Hukuku, cumhuriyeti, hitabıyla, metacılığıyla tanınan Roma uygarlığı belli bir sürede halk içinde yaşanan farklılaşmanın gelişimiyle daha çok maddi kültür anlamında öne çıkıyor. Hem Grek, hem Roma için Doğu’nun nimetleri iştah kabartıyor ve fetihlerle, savaşlarla geçen bir süreç yaşanıyor. Böylesi bir tartışma esnasında bir arkadaş gülerek soruyor, “Heval bu Büyük İskender gelip de bizim Kürt ve Fars kızlarıyla askerlerini niye evlendirmiş?”; cevap vermek isteyen bir arkadaş büyük bir heyecanla “Bu olay bile, Doğu-Batı kültürünü sentezlemesiyle ortaya çıkan Helenizm’in toplumsal yönünü gösteriyor” diyor. Yine imparatorluk sınırlarının en büyüğüne ulaşan Roma imparatorluğunun büyüklüğünü net bir biçimde gösteriyor.
‘Peki, böyle kendini ulaştıran, büyüten maskeli tanrılar çağında bu uygarlıklara karşı hiç mi tepki olmadı, direniş gelişmedi mi?’ gibi bir soru geliyor aklımıza. Bir avuç azınlığın iktidarlaşıp büyük bir kesim üzerinde besledi uygarlık öyle acısız, tepkisiz, direnişsiz gelişmiyor elbette. Tanrıçalar ve tanrılar çatışması uygarlığın ilk aşamalarında mitolojilerde İnanna figüründe, Adem-Havva hikayesinde, Nuh peygamberin gemisindeki şehirleşmeye karşı dağlık bölgelere kaçan neolitik kavimlerle yaptığı göçü anlatan, Nuh Tufan’ında, yine peygamber çağından Zerdeşt, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed bu uygarlaşmaya karşı halkın sözcüleri olmayı başarmış, ideolojik hamle yapan çıkışlardır. Ancak bu ideolojiler, özellikle de Hristiyanlık ve İslamiyet iktidar güçlerinin eline geçtikten sonra uygarlığın hizmetine geçirilmiş oluyorlar. Öyleyse bu uygarlık dediğimiz şey tüm insani değerleri kendisine göre alıp yeni bir zihniyeti başlatmıştır. İnsan zihinlerinde hükmedenler ve hükmedilenler olmak zorundaymış gibi bir bakış açısını kazımıştır. Kendi başına ayrı ele alınması gereken kapitalist sistem, uygarlığın kaos-kriz sürecini ifade eder. Başlı başına ele alınacağından bu uygarlığa dair değerlendirmeler savunmanın bu bölümüne dair tartışmalara bırakılsa da ortak görüş; uygarlığın özgürlük ahlakının boşaltılmasından geriye kalandır.
Çağdaş kadın tapınağı Şehît Beritan Akademisi öğrencileri olarak uygarlık tahlillerini derinden yapan Rêber Apo’nun son savunmaları “Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları ve Demokratikleşme Sorunlarımız” kitabı kılavuzumuzdur. Özgürlük savaşçıları olarak zihinlerimizdeki bu kalıntıları sorgulamak, özgürlüğe giden yol ve yöntemlerle hakikate ulaşmak için bu kılavuz temel gelişim kaynağımızdır. Bizim de hakikat arayışçıları olarak, bu derin ve özlü tartışmalardan sonra tek bir sloganımız var; “ÖZÜMÜZE DÖNELİM”…
Azê Malazgirt