BEHDÎNAN- KJK Koordinasyon Üyesi Çiğdem Doğu, JİN TV’deki ‘Xwebûn’ programında Arjîn Baysal’ın kadın doğasına ilişkin sorularını yanıtladı…
Çiğdem Doğu, kadın doğası, kadının kendi doğasının ne kadar farkında olup olmadığı, kendi bedenini, aklını, duygusunu tanıyıp tanımadığı üzerine değerlendirmelerde bulundu.
Çiğdem Doğu, kadının topluma ölçü kazandırdığını belirterek, “Bireyciliğe yer vermeyecek şekilde yaşamın geliştirilmesi gerekiyor. Kadınlar bu anlamda çok önemli bir rol oynuyor. Kadının doğallığında paylaşımcılık var, barışçılık var, örgütlemede ustadır kadın” dedi.
“Kadın doğasını yeniden keşfetmek, kadın doğasını daha görünür kılmak, daha büyük bir yansımaya kavuşturmak, örgütleyebilmek, sistem haline getirmek gibi görevlerimiz var” diyen Çiğdem Doğu “Bilinçlenme olmadan hiçbir şey olmaz. Farkındalığı yaşamamız lazım” vurgusunda bulundu.
Kadın doğası diyoruz, erkek doğası diyoruz. Nedir bu kadın doğası? Kadının doğasının bugün getirildiği nokta nedir?
Her varlığın bir doğası olduğu gibi, kadının da bir doğası var. Bunu demek zorunda kalıyoruz. Neden? Çünkü erkek egemenlikli tarih boyunca kadının varlık sorunu bile tartışmalık hale getirildi. Kadın fiziki bir varlık olarak var ama sonuçta bir insanız. İnsan türü içinde bir erkek bir de kadın var. Bu insan türü içerisinde kadının insan olup olmadığı çoğu kez tartışmalık oldu. Fiziksel yapısıyla, gerek düşünsel duygusal yapısıyla aşağılanan, hakaret edilen, bir insana ait olmayacak özellikler olarak görülen, tabir edilen bir varlık haline geldi ve bir erkek egemenlikli ideoloji olarak da yaygın hale getirildi. Toplumsal cinsiyetçilik diyoruz biz buna. Cinsiyetçilik işte yaygın bir kültür haline getirildi. Kadın doğasını, varlığını tartışmak bütünlüklü bir şekilde tartışmak çok önemli oluyor. Jineoloji derslerinde, tartışmalarında da üzerinde en çok durduğumuz konulardan biri budur. Geldiğimiz aşamada kadınların mücadelesi, yürütmüş oldukları teorik çalışmalarla -feminist kadınların da bu konuda çok önemli çalışmaları oldu- bütün bunlarla birlikte geldiğimiz düzey artık şundan çıkmıştır. Artık kadın bir insan türü içerisinde var mı yok mu, kadın bir insan mıdır soruları artık aşılan sorular. Bunlar mücadeleyle birlikte ortaya çıkan hakikatler, doğrular olarak ifade edilebilir. Ama tabii sorunu şu şekilde daha da derinleştirmek gerekiyor. Çünkü kapitalist sistemle birlikte kadının nesneleştirilmesi, metalaştırılması çok daha ağır bir sorun haline getirildi. Şöyle bir durum var. Kadın bir varlık olarak, insan olarak kabul ediliyor. Hatta anayasalarda, kadının da bu toplumda yeri var, eşittir, vatandaştır; kadınlar da çalışabilir, okuyabilir vs. Bir erkek neyi yapabiliyorsa en azından yasal sınırlar içerisinde bunlar ifadelendirilmiştir. Her ne kadar toplumsal yaşam içerisinde böyle olmasa da, yazıda vardır. Fakat en tehlikeli olan yan da burası. Sözde bir eşitlik, özgürlük varmış gibi gösterip ama aslında kadının hem bedeniyle hem ruhuyla hem duygusuyla hem düşüncesiyle hem diliyle en fazla metalaştırıldığı, sömürüye tabi tutulduğu, kimlik olarak kadını varlığının, doğasının en fazla çarpıtılmış olduğu bir tarihsel süreci yaşıyoruz. Eskiden mitolojilerle çarpıtıldı, çarpıtılan dini argümanlarla yok sayıldı, felsefeyle çarpıtıldı ama bilimcilikle birlikte bu çok daha profesyonel bir düzeye kavuşturuldu. Ulus devlet yapılanması içerisinde hem toplum hem kadın devlete de bağımlı hale getirildiğinde bu çok ciddi bir düzeye ulaştı. O yüzden kadının doğasını tanımlamak, yeniden açığa çıkarmak aynı zamanda bir özgürleşme mücadelesi olarak da açığa çıkıyor. Bunu çok net bir biçimde ifade etmek lazım. Bu kadar çarpıtılan, nesneleştirilen bir kadın gerçekliği var. Bunu deşifre etmek gerekiyor. Kadının doğası neydi de sonradan bu çarpıtıldı… Neler çarpıtıldı, neler eksiltildi, neler yok edildi? Kadın açısından yürütülmesi gereken çalışmalar bu noktada olmak zorundadır. Biz kendimizde neyi kaybettik? Jineolojinin bu anlamda çok stratejik bir önemi var. Çok ciddi bir analiz çalışmasını gerektiriyor. Çok ciddi bir tarihsel çalışmayı, sosyolojik araştırmayı gerektiriyor. Jineoloji derslerinde kullanılan bir kavram var, “kadın arkeolojisi”. Bu da çok değerli bir tanımlama. Önderliğimiz de İmralı sürecinde ifade etti. İmralı Heyeti’nde Pervin Buldan vardı. Ona demişti “sen arkeolojisi yapılması gereken bir kadınsın”. Dokuz katmandan bahsetmişti. Bir yöntem olarak ele alınması gereken bir durum. Bizim kadınlar olarak tarihe yeniden dönüp arkeolojik bir kazı yapmamız lazım. Neolitik toplumda neydik? Neolitik toplumdaki o tanrıçalaşan kadın gerçeği, asıl bozulmamış öz oradadır. Bu nasıl bir gerçeklikti ve o tanrıçalaşan süreçten sonra; erkek egemen sistem gelişmeye başladıktan sonra kölelik nasıl inşa edildi? Mitoloji nasıl kullanıldı, dini argümanlar, felsefe, bilim nasıl kullanıldı? Bunların arkeolojik kazısını yapmak gerekiyor. Bu soyut bir şey değil, tarihe dönmek lazım. Tarih günümüzde de yaşıyor. Önderlik diyordu “tarih günümüzde gizli, biz tarihin derinliklerinde gizliyiz”. Gerçekten de böyle. Kadın şimdi nesneleştirilmiş. Ama biz özne halini canlandırmak istiyoruz ama zaman geçiyor, yeni koşullar oluşuyor. Bu koşullar içerisinde kadının kendisini yeniden oluşturması gereken boyutları var.
‘KADIN, TOPLUMA ÖLÇÜ KAZANDIRIYOR’
Peki neydi bu doğasının özü?
Tanrıça gerçekliği açısından baktığımızda biz bunu çok sık söylüyoruz ama çok önemli bir şey. Kadın gerçekliği, neolitik toplumla birlikte tanrıçalaşan bir kimlik kazandı, özneleşti. Kadın nasıl özne oluyor, toplumun gözünde neden tanrıça kimliği kazanıyor? Çünkü o toplumun yaşayabilmesinde, kendisini sürdürebilmesinde, o toplumun kendisini koruyabilmesinde, klan, kabile, köy toplulukları aşiretlerde vs. bütün bu süreçlerde kadın öncü bir rol oynuyor. O toplumun bir araya gelmesinde stratejik bir rol oynuyor. Tanrıçalaşma budur. Bu salt fiziki varlığıyla ifade edilecek bir şey değildir. Fiziki varlık yapısı, anatomik yapısı cinsel olarak farklılık arz eden yanları da toplumsallığın yaratılmasında çok önemli bir rol oynuyor. Örneğin, insan soyunun sürdürülmesinde kadının doğurgan olmasının çok temel bir rolü var. Neslin büyütülmesinde, yetiştirilmesinde çok önemli rolü var. Bir de anaç özellikleriyle toplumu bir arada tutabilme özelliği var. Topluma ölçü kazandırıyor. Şimdi bile düşünelim, yaşamda ölçü yoksa, ahlak yoksa beş kişi bile bir arada yaşayamaz. Eğer o ortamda ahlak olmazsa, insan çok bencil bir varlıktır. İnsanlık bencilleştikçe, bireycileştikçe bir arada kalamaz hale gelir. Bu yüzden bu kadar katliamlar var. Kadın o süreçte, birleştirici bir rol oynuyor. Ahlaki yapıyı, politik yapıyı ortaya çıkartarak, bu toplum kendini nasıl besleyecek; yiyecekler nasıl korunacak, hangi yiyecekler yapılacak, ne kadar yemek gerekiyor… O dönem kıtlık da var. Her şey bolluk içinde değil. Bir topluluk paylaşarak bir yaşamı yürütmek zorundadır. Bireyciliğe yer vermeyecek şekilde yaşamın geliştirilmesi gerekiyor. Kadınlar bu anlamda çok önemli bir rol oynuyor. Kadının doğallığında paylaşımcılık var, barışçılık var, örgütlemede ustadır kadın. Daha empati yapar. Bunlar bizim ölmeyen yanlarımızdır. Tarih bitmemiştir dedik ya. Kadının doğallığı da tamamen bitirilmemiştir. Hoşgörülü olması, üretken olması, empati yapması, yaratıcı olması. Şöyle tartışmalar vardı. Kadınlarda duygusal zeka daha gelişkin, analitik zeka erkekte daha gelişkindir gibi. Öyle değil ama. Yepyeni bir toplumsallık gelişirken, yepyeni üretimler içerisinde bulunmak lazım. Ben bunu fiziki bilimler açısından da sosyolojik açıdan da söylüyorum. Belki o zaman bunlar bilim olarak söylenmiyor olabilir ama bilimsel yaratımlar da var. Analitik zekanın en üst düzeyde kullanıldığı, duygusal zekanın da bir denge bütünlük içerisinde olduğu bir realite var. Kadın yapısında biz bunların gerçekten önemli bir denge içerisinde olduğunu; bu anlamda toplumsal yaşamın da daha neşeli, daha akışkan, daha birlikte yaşanılabilir kıvama getirdiğini görüyoruz. Tanrıçalaşmak gerçekliğini en önce böyle ifade edebiliriz.
Bir insanın doğasında yaşaması dediğimiz şey aslında tam olarak Xwebûn dediğimiz şeydir. Xwebûn olarak yaşamaktır. Bugün baktığımızda kadının hem bedenine, hem aklına hem duygusuna bir bütün olarak kadına çok fazla müdahale edilmiş durumda. Diyebilir miyiz bugün kadınlar Xwebûn olarak yaşıyor, kendi doğasıyla barışık halde, kendi doğasını tanıyarak özüyle yaşıyor?
Keşke diyebilsek. Demeyi isterdik. İnsan yapısı da toplum yapısı da öyle. Olmazsa olmaz şeyler var. Tanrıça kimliği anlamında ifade ettim, bu bozulmamış, doğal gerçekliği ifade ediyor. Bunlar olmazsa olmazdır. Bu olmazsa toplum nasıl yaşayacak? Diyelim bir yaşam içinde insan huzurlu değilse, mutlu değilse, özgür değilse, kendini ifade edemiyorsa nasıl yaşayacak? Bu nasıl bir yaşamdır? İntiharların bu kadar yoğun olmasının önemli bir nedeni de budur. Yaşamı öyle bir hale getiriyorlar ki insan artık yaşayamaz hale geliyor. İnsanın umudu kalmıyor, yaşam neşesi kalmıyor. İnsan insanla ilişkili değil. Bunları neden söylüyorum? Bunlar sadece genel değerlendirmeler değil. Bunlar kadın kimliğinin doğru yaşanması ve yansımasıyla birlikte ortaya çıkan bir yaşam atmosferidir. Bu ortadan kalktığında yaşam yaşanamaz hale gelir. Biz kadın gerçekliği açısından baktığımızda yüzde yüz böyle doğal yaşıyoruz, diyemeyiz. Ama yüzde yüz bitmiş de diyemiyoruz. Zaten bittiyse tüm yaşam, tüm insanlık bitecektir. Kadınlar bu anlamda çok direngendir. Belki de kadın doğasını anlatırken en başta söylememiz gereken budur. Kadınlar hem bedensel olarak çok direngen hem de zihinsel anlamda çok direngendir. Kadınların yaşamadığı şey kalmamıştır. Bu kadar sistematik bir biçimde çağlar boyunca hep işkenceye tabi tutulmuştur. Hem evin içinde psikolojik ve fiziksel işkenceye maruz kalıyor hem de evinin dışındaki yaşamında işkenceye maruz kalıyor. Sürekli baskı, işkence ve şiddetle sistematik olarak karşı karşıyadır. Sistematik derken kendini büyüte büyüte ilerliyor. Kadının temel bazı özellikleri var. Kadın bir şekilde onu tutuyor. Bir kısmı biraz bozulsa bile, bir kısmını tutuyor. Bu çok önemli bir direnç noktasıdır. Bizim en güçlü yanımız da budur. Bu kadar yoğun baskılar, cinayetler, katliamlar, evin içinde iş yerinde her yerde baktığımız her yerde bu kadar baskı var ama yine de bir yaşam gücü, direnme gücü buluyorsun. Bu çok önemli. Tümden yok edildi, diyemeyiz ama çok büyük oranda tahrip edildi. Bizim kadın doğasını yeniden keşfetmek, kadın doğasını daha görünür kılmak, daha büyük bir yansımaya kavuşturmak, örgütleyebilmek, sistem haline getirmek gibi görevlerimiz var. Bu salt teorik bir şey değil tabi. Keşfedilmesi ile birlikte ortaya çıkan bir çok görev var. Bizlerin kendi içimizdeki gücü görebilmemiz çok önemlidir. Bize hep kendi bedenimizden utanmamız gerektiği söylendi. Bir erkekten cinsel kimlik anlamında farkımız neyse bütün bunlardan utanmamız gerektiği söylendi.
‘NE UTANMAK NE DE METAYA DÖNÜŞTÜRMEK…’
Özellikle Ortadoğu gibi coğrafyalarda…
Evet. Ortadoğu’da böyledir, Batı’da da tersinden bedeninden utanılmaması söyleniyor. Bu iyi bir şey ama bedenin de tamamen metaya dönüşmesi, teşhire dönüşmesi tamamen erkeğe hizmet etme temelinde erkeğe kendini beğendirme, onun arzularına hizmet etme temelinde kullanılması da çok felaket bir durum. Kendi bedeninden utanmak ne kadar kötü bir şeyse kendi bedenini tamamen erkeklerin hizmetine sunmak da tam bir felakettir.
İstismar aracı haline getirmektir.
İstismar aracı haline getirmektir. Bunlar iki uç noktadır ama ikisinin de kadının doğasıyla alakası yoktur. Kendi bedenimizden utanmamamız lazım. Kendi bedenimizle ilişkilenmeliyiz. Özgürleşmek isteyen bir kadının ilk başta yapması gereken şeylerden bir tanesi kendi bedeniyle buluşması, barışık olmasıdır. Her canlının bir varoluş gerekçesi vardır. Dişiliğin ve kadınlığın bu evren, bu dünya içerisinde bir var olma gerekçesi vardır. Bu var olma gerekçesi, bu anlamdaki farklılıklarımız bizim için utanç kaynağı da değildir. Teşhir kaynağı da değildir. Yaşam kaynağıdır. Kürtçede “Jin Jiyan Azadî” o yüzden çok anlamlıdır. Kadın ve doğada da dişilik bir yaşam kaynağıdır. Doğamızın tanımlanması gereken özellikleri direngenlik kadar budur da, yaşam kaynağı olmasıdır. Metafizik olarak da bu böyledir. Kadın düşüncesi de duygusu da çok doğurgandır. Bu bir tartışma içerisinde de böyledir. Kendi doğasını kaybetmemiş bir kadınsa, tartıştıklarında daha üretkendir, daha iyi dinler, biri bir şey söyler diğeri onun söylediğinden yola çıkarak diğerinin düşüncesini büyütür.
Çok sınırlı değildir.
Sınırlı değildir ve birbiriyle hemen etkileşim içerisine girme olur. Bu da bir doğurganlıktır. Doğurganlık sadece fiziksel bir durum değildir. Düşünsellik anlamında da kadın beyninin farklılığı vardır. Bu da bizim anatomimizin önemli bir yanıdır. Hormon yapımız biraz daha farklıdır. Çok fazla biyolojik indirgemecilik yapmak istemiyorum ama fiziğimizin metafiziğe dönüştüğü yanlar var. Bu bağlantıyı kurmak lazım. Kadının beyni ile erkeğin beynini inceleyen araştırmalar var. Farklılıklar vardır. Birbirine üstünlük anlamında değil ama farklılıklar vardır. Bizim bunu tanıyabilmemiz önemli. Kadının kendine güvenebilmesi için, kendini özgürleştirmede daha güçlü dayanaklar bulabilmesi için kendi bedenini tanıması önemlidir. Tabii bununla da sınırlamamak lazım. Kendi tarihini de bilmen lazım. Kadın metafiziğinin onun tarihiyle doğrudan bağlantısı var. Kadını tarihsiz ele alabilir miyiz? Kadın doğasını yeniden keşfetmek… Kadın arkeolojisi bu yüzden çok önemli. Bir kadın olarak neolitiği bilmeliyiz. İlk başta kimdi, neydi, nasıldı; ondan sonra olumsuz anlamda nasıl dönüşümler geçirdi? Bir yandan da doğasını koruduğu yanlar ne oldu? Ben şöyle düşüyorum. Eğer bugün insanlık iktidar ve devletlere karşı hâlâ mücadele edebilme gücünü bulabiliyorsa bu kesinlikle kadının direngen özelliğini kaybetmemesiyle bağlantılıdır. Belki hep erkek önderler vardı. Bu sosyalist, anarşist mücadelelerde de böyledir. Genelde hep erkek önderler ön plandadır. Bu erkek sisteminin kadını boğuntuya getirmesiyle ilgili. Ama bunun alt yapısını ören her zaman kadınların, anaların o kaybetmedikleri direnç noktasıdır. Yaşam kaynağını, direnç noktasını kaybetmiyor. Belki alanı biraz daralıyor ama kaybetmiyor. Yeni nesiller açısından da hep bir direnç örneği ve kaynağı haline geliyor. Tarihe de böyle ikili bakmak lazım. Kölelik, nesne olmak bize nasıl inşa ettirildi? Bunları keşfedip iyi değerlendirmemiz lazım ki onları temizleyip ayrıştırabilelim. Bunlar bize ait değil çünkü. Bunu yaptıkça zaten bizdeki doğallık daha fazla açığa çıkmaya başlıyor. Biz bunu gerilla mücadelesinde çok net görüyoruz. Mesela yeni katılan bir arkadaştır. İlk geldiğinde kafasında bin bir çeşit çelişki, sistem içerindeki alışkanlıklar, orada gördüğü cinsiyetçilik yoğundur. Bu hem erkek hem kadın arkadaşlar için de geçerlidir. Yaşamımız sadedir, doğaldır; internetin, sistemin tekniğinin bombardımanı altında değil, bunlardan kopuksun. Bilimcilikten kopuksun. Özgür yaşam ilke ölçülerimiz var. Bu yaşamın içerisine girdikçe görüyorsun ki kendine ait olmayanları görmeye başlıyorsun. “Sistem bana böyle yapmış, okul bana böyle yapmış” demeye başlıyorsun. Bu bir çözümlemedir. Genel kişiliğimiz açısından da genel kadın tarihi açısından da hep arkeolojik kazı yapmak lazım. Kendi katmanlarımızı çözümleyebilmek gerekiyor ki var olan iç dinamiğimiz, özgürlük dinamiğimiz daha güçlü bir biçimde açığa çıksın. O yüzden hem kendi ruhunla, beyninle, düşünce gücünle barışık olmak hem de bedeninle barışık olmak çok önemlidir.
‘KADIN KADININ PSİKOLOĞUDUR’
Sistemin kadını kendine yabancılaştırmasıyla çok büyük tahribatlar da yaşanıyor. Bugün baktığımızda şöyle bir algı var. Sanki tüm psikolojik sorunlar, depresyon, intihara meyil, histeri durumlar hep kadına aitmiş gibi gösteriliyor. Bununla ilgili ne diyorsunuz? Psikiyatr alanının tamamen kadına yönelmesine ilişkin ne düşünüyorsunuz?
Başta şunu söyleyeyim. Bu sistemin içerisinde çıldırmamak çok zor. Sen sürekli bir aşağılanmayla karşı karşıyasın. Bedenin aşağılanıyor, tecavüz aracı olarak görülüyor. Sana bakan gözler böyle bakıyor. Sanal medyada ortaya çıkan durumlar; iş yerine gidiyorsun böyle durumlarla karşılaşıyorsun, eve geliyorsun ailede hep bununla karşı karşıyasın. Yani yaşamın her anı adeta seni delirtmek istiyor. Adeta seni ölüme sürüklemek istiyor. O yüzden dedim kadınlar çok direngen. Pes eden de oluyor intihar edenler de oluyor.
Bu direngenliği onun farkına varmasını sağlıyor. Yaşadığı ekonomik şiddetin, fiziksel şiddetin, psikolojik şiddetin farkında olduğu için.
Ama işin içinden çıkamadığında psikolojik durumunun bozulması, krizlerin yaşanması da oluyor. Sistem sanki bunda hiç sorumluluğu yokmuş gibi davranıyor. Kadınların bireysel sorunlarıymış gibi gösteriliyor. Kadın cinsi bunu yaşar der. Sanki onun var oluş sorunuymuş gibi, kadınlar hep krizlidir, kadınlar hep kıskançtır algısı yaratır. Kıskançlık krizi denilir zaten. Filmlere de bakıyorsun kadınlar kıskançlık nöbeti geçiriyor, çıldırıyor, bağırıyor. Böyle de lanse ediliyorlar. Hem sanal olarak yaratmaya çalışıyorlar hem de yaşamın kendisi de bunu sana dayatıyor. Psikoloji de bunu çok yapıyor. Kadınlar hep histeri halinde, kriz halindedir. Ama sen kriz haline sokuyorsun. Hele psikologlar daha fazla kriz haline sokuyor. Psikologlara giden kadınlar varsa bireysel tavsiyem kesinlikle psikologlara gitmemeliler. Asıl psikologlar kimdir, senin kadın arkadaşlarındır. Senin kadınlarla kurduğun yoldaşlığındır, bağındır, toplumsallığındır, tüm insanlarla kurduğun doğru bağdır. Esas terapi yapan insan ilişkileridir. İnsan ilişkileri bu kadar karmaşık hale getirilmiş, şiddet alanı haline getirilmiş. Gideceksin psikoloğa sorunlarını anlatacaksın, o da sorunlarını çözecek. Böyle bir şey yoktur, nitekim çözüm de olamıyorlar. O haplar, ilaçlar, terapi süreçleri, harcanan paralar. Sadece bu da değil. Bu yaklaşımlar aynı zamanda kadının bedensel anlamda sağlığını da etkiliyor. Neden kanser oranı bu kadar fazla? Çünkü her şey sende stres oluşturuyor. Bu da bedensel olarak hastalanmana yol açıyor.
Mücadele yöntemi ve azmini de uyuşturuyor.
Uyuşturuyor tabii. Seni hep hastalıklı hale getiriyor. Sürekli baş ağrıları, kanser hastalıkları ortaya çıkıyor. Bir nevi teşvik ederek hastalık hastası haline de getiriyor. Kadın bedeni üzerinden böyle bir saldırı da var. Diğer programlarda da söyledim; kadına değişik psikolojiler yaşatıyor. Mesela çirkinlik psikolojisi, şişmanlık psikolojisi, aşağılanma, utanma psikolojisi vs. Bu psikolojiler de kadın sağlığını etkiliyor. Bir de özenti yaratıyor. Bir ölçü belirlemiş kadınlar ince olmalı diye. Kadının tek gündemi “aman zayıflayayım, kaç kilom gitti, kaç kalori yaktım” vs. Kafası sürekli bunlarla meşgul.
Bu bir handikaptır. Hem kendi bedeninden utanıyor, doğasından utanıyor; hem de bu kadar bedeniyle uğraşıyor.
Handikaptır gerçekten. Kapitalist sistem sözüm ona özgürlükçü bir sistem ama üstü örtülü korkunç bir köleleştirme durumu var. Seni bedenine köle yapıyor. Sadece bir erkeğe değil kendi bedenine köle yapıyor. Kendi bedenini sevmelisin, tanımalısın, barışık olmalısın. Ama kendi bedenine köle olmamalısın. Bu erkek egemenlikli sisteme sormak lazım çirkinliğin ölçüsü nedir mesela? Bir standart belirlemişler; güzellikler budur diyorlar. Kadın da ne yapıyor? Özenti oluyor. Bu da bir oryantalizm aslında. Sürekli estetik ameliyatlarla, makyajla, giyim biçimiyle, davranışlarıyla o standardın içine girmeye çalışıyor. Güzelliği o belirliyor. Bu da erkeğin arzusuna göre hareket etmedir. “Ey erkekler güzelliğin ölçüsü nedir, çirkinliğin ölçüsü nedir? Niye bunu sen belirliyorsun? Neye göre belirliyorsun?” Her var oluşun bir güzelliği vardır. Biz hareket olarak bir şey doğalsa güzeldir anlayışıyla bakıyoruz. Saçı böyle olmuş, boyu bu kadar olmuş, kilosu bu kadar şu kadar olmuş, bunlara bakmıyoruz. Bizim için o bir kimliktir. Her türlü canlı açısından geçerli. Kadın ve erkek açısından da geçerli. Çünkü şimdi erkekler üzerinden de bu operasyonu yapıyorlar. Güzelliğin ölçüsü onun doğallığıdır, toplumsallığıdır, zihniyet güzelliği ve ahlakıdır. Bizim için güzellik ölçüsü budur. Ama sen bunu al sadece bedene indirge, özellikle kadın üzerinde odakla. O zaman bu kadın sürekli “ben filan gibi değilim, o zaman çirkinim, sarışın değilim, o zaman çirkinim” demeye başlayacak. Böyle bir şeyin kadın doğasıyla alakası yoktur. Bu anlamda kadın doğasına karşı çok ciddi bir saldırı var. Estetik operasyon da askeri operasyon gibi bir operasyondur. Kadın bedenine karşı çok ciddi bir savaş var.
Önder Apo, “kadın kimliği krizli bir kimliktir” diyor. Çünkü çok fazla bir müdahale var. Erkek müdahale ediyor, ulus devletler müdahale ediyor, sistem müdahale ediyor, bilimcilik çok fazla müdahale ediyor; kadınlar çok fazla tıp alanına yönlendiriliyor. Biraz geriye de gitmek gerekiyor. Kadın tıp dediğimiz alana bu kadar muhtaç mıydı? Kendi tedavisini kendisi uygulayamıyor muydu, birbirinin derdinden anlayamıyorlar mıydı, birbirlerine derman olamıyorlar mıydı?
Oluyorlardı tabii. Zaten tarihin ilk doktorları da kadınlardır. Analitik zekanın gelişkin olduğu bir dönem. Sonradan “kadın akılsız, dilsiz, konuşamaz, düşünemez, eksik varlıktır, hatta insan değildir” gibi yaklaşımlar çıkıyor. Bütün bunlarla birlikte akıl alanını daraltıyorlar. Kadının analitik aklı çok gelişkin ve güçlüdür. Kadınların o zamanki şifa yöntemleri bugün hâlâ doğal toplum özellikleri bozulmamış halklarda -Kurdistan’da, Abya Yala halklarında, Afrika halklarında- kadınlar o toplum içerisinde doğal yöntemlerle kimyasal karışımlar yaparak tedavi ediyorlar. Hâlâ toplumun büyük bir kesimi bu yönteme güveniyor çünkü çözüm gücü var. Bu tarih de hâlâ yaşıyor. Şifacılık geleneği tamamen bitmemiş. Dolayısıyla doğal toplumlar içerisinde kadının çok önemli bir rolü var. Çok önemli bir birikimi de var. Avrupa’da 14. Yüzyıl ile birlikte cadı avı denilen o süreçte bunlar daha belirgin yazılmış. İlerleyen tarihler olduğu için biliyoruz. Kalıntıları da var. Milyonlarca kadın Avrupa’da cadı diye öldürülüyor. Bunlara işkence yapılıyor. Bilimciliğin kurucularından Bacon da bunu savunuyor. Bu işkencelerle kadınların bilgileri alınıp rapor ediliyor. Daha sonra kadınlardan işkenceyle alınan birikim üzerinden tıp ortaya çıktı. Öyle tıp bilimi de masum bir bilim değil. Kaynağını oradan alıyor. O yüzden sonrasında da kadına karşı çok ciddi bir saldırı içerisindedir. Bu gelenek hâlâ kısmen yaşıyor. Ama o zamanki saldırılar kadınlar arasında dayanışma yaratıyor. Cadı avlarının yapıldığı dönemlerde kadınların kendi içlerindeki kadın olmaktan kaynaklı sağlık sorunları var. Bunları kendi aralarında çözüyorlar. Doğum sorunlarını kendi aralarında hallediyorlar. Aslında bir nevi demografik problemi kadın şifacılar birlikte hallediyorlar. Bağımsız ve özgür bir biçimde bunu yapabiliyorlar. Toplumda hasta insanlar var, çocuklar var. Topluma karşı da rol oyuyorlar. O yüzden de o dönemin öncü ve bilge kadınlarıdırlar. Hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da dünyanın değişik yerlerinde kadınların böyle bir rolü var. Çünkü toplumun en temel sorununa cevap buluyorlar. Şunu görüyoruz. Kadınlar kendi bedenlerini çok iyi tanıyor. Kendi bedenini, anatomisini tanımasa nasıl tedavi edecek? Nasıl çözüm üretecek? İnsanlar başı sıkıştığında, hastalandığında oraya başvuruyor. Neden? Demek ki kadın bedenini tanıyor, çözümler üretebiliyor, dayanışma içerisindedir.
‘BİLİNÇ VE FARKINDALIK OLMADAN HİÇBİR ŞEY OLMAZ’
Ama sistem bundan bir şey kazanamıyor. Bütün sorun da burada başlıyor.
Bu zaten çok ciddi bir ticaret alanına dönüştü. Hastanelere bakalım hâlâ çoğunlukla baş hekimler erkeklerdir. Hâlâ tekel onların elindedir. Tıpı kendi tekellerine almışlar ve çok ciddi bir ticaret alanı oluşturmuşlar. O yüzden de hep hastalık üretiyor. Sistem, bir yandan ha bire hastalık oluşturuyor bir yandan da ilaçları üretiyor. Böyle bir endüstrisi de oluşmuş. Kadınlar da en büyük kurban yapılmış. Kendi bedenimizle barışık olmak aynı zamanda kendi kendimizi de tedavi etmektir. İnsan kendi bedenini ne kadar tanırsa, sistemin sana dayatmış olduğu şeylerin karşısında ne kadar direnç gücün, bilinç gücün olursa sen anatomik olarak da olarak sağlıklı olacaksın. Ama bunlara çözüm bulamadığın oranda sürekli bir bombardımana uğrayacaksın. Ama insan psikolojisi bunları aşar. Metafizik gerçekten çok önemli. Ben bir şeyi çözümlediğimde, kafamda bir yere koyduğumda onun beni etkilemesine izin vermem. Bedensel olarak da ruhsal olarak de beni etkilemez. O yüzden kadının kendi doğasını tanıması çok önemli.
Programın başında belirttiniz, kadın insan mıdır değil midir gibi tartışmalar yürütülmüş. Bugün hâlâ bu tartışmalar yürütülebiliyor. Suudi Arabistan’da 21. yüzyılda bu konuda seminerler yapılabiliyor. Hâlâ bu tartışmaları Aristo dönemine, Platon dönemine götürmeye çalışan girişimler de var. Buna karşı nasıl bir mücadele yürütülecek? Bir doğadan bahsettik ve kaybedilişini ele aldınız. Kaybettiğimiz bu doğaya nasıl dönebiliriz?
Kaybettiğimiz doğamıza bilinçlenmeyle başlayacağız. Bilinçlenme olmadan hiçbir şey olmaz. Farkındalığı yaşamamız lazım. Bir kadın neden özgür olmadığının ve nasıl özgürlüksüz kaldığının, nasıl köleleştirildiğinin nasıl metalaştırıldığının farkında olması lazım. Farkındalık nasıl ortaya çıkar? Bilirsen farkında olursun. Bilmekle farkındalık birbiriyle bağlantılı şeyler. Bilincini geliştirmek, tarihini bilmek çok önemli. Hem kadın tarihini, hem genel insanlık tarihini bilmek çok önemli ama bireysel olarak kendi tarihini de anlamlandırman lazım. “Ben çocukluğumda, ailemde neyi yaşadım? Ben hangi coğrafyada yaşıyorum, hangi kültürel- toplumsal yapı içerisinde geliştim büyüdüm? Oradaki devlet sistemi neydi. Beni nelere maruz bıraktı, nelerden etkilendim, hangi yaş dönemlerinde nasıl değişim süreçlerini yaşadım?” Bireysel anlamda da kendimizi kazmak, arkeolojik kazımızı yapmamız lazım. Bu bir bilinç ister. Diğeri; insan ilişkileriyle bunu yapmamız lazım. Kadın sadece kendini değil karşıdakini de tanımalı. Kadının kadınla arkadaşlığı çok önemlidir. Çoğu kez “kız kardeşliği” denilir. Evet bu da anlamlı bir tabirdir ama kız kardeşlik kavramı da buna yetmiyor. Kız kardeşlik daha aileci bir tanımlama. Ama kadın arkadaşlığı ufku daha da genişleten bir kavramdır. Dolayısıyla kadınların birbirlerinin acısını bilmesi, hangi sorunları yaşadığını bilerek ona bilinçle yaklaşması, ahlakla, vicdanla yaklaşması gerekiyor. Bunun bir örgütlülüğe kavuşması çok önemli. Örgütlülük de böyle oluşuyor. Kendi doğasından uzaklaşmış kadın gerçekliği erkeğe göredir, kadınla rekabet içerisindedir, hep bir öfke içerisindedir. Hep itaat eder, çabuk kabul eder. Böyle bir kadın örgütlenebilir mi, böyle bir kadınla kadın arkadaşlığı kurulabilir mi? Hayır. Burada bir aydınlanmanın olması lazım. “Benim doğam neydi, ben niye bir kadın arkadaşımı kıskanayım ki yani?” Bu bir bilinçtir. Kadınlar her noktada kendini eğitebilmeli. İtaatkarlık nedir, kadercilik nedir, bu beni kendi doğamdan ne kadar uzaklaştırıyor, ben neden bana dayatılan bu vahşeti kabul edeyim? Evet, ben bir insanım, bu çağda benim insanlığım tartışılıyor ama sen bunu tartışamazsın. Şunu da dememek lazım “yok biz de insanız”. Kürt halkında da bu şeyler oluyor.
Kendimizi sürekli ispatlamaya çalışma duygusu…
Evet. Niye ben kendimi ispatlamaya çalışayım ki? Ben bir varlığım zaten bunu ekstradan söylememe gerek yok. Ben zaten varım. Varım ve sen beni kabul edeceksin. Ama nasıl kabul edeceksin? Ben örgütlenirsem, örgütlü mücadele yürütürsem, bilinçli mücadele yürütürsem, kadınla güçlü bir yoldaşlık kurarsam; ideolojisiyle mücadelesiyle, direnç gücüyle, aklıyla, duygusuyla en güzel duygularıyla, aşk duygusuyla kendi varlığını ortaya koyduğunda zaten senin varlığını kanıtlamana gerek kalmaz. Ama bu varlığı örgütlemen lazım. Jineoloji derslerinde hebûn (varlık)-zanabûn (bilinç)- xwebûn (kendi olmak) tartışıyoruz. Yani varlıksın ama o varlığını bilinçle daha büyük bir anlama kavuşturman lazım. O zaman da kendin olursun yani Xwebûn. Kadın doğasının aydınlatılması kesinlikle mücadele ile bağlantılı. Direnme gücünü ortaya çıkarmakla, kesinlikle örgütlenmeyle bağlantılıdır. Burada da süreklileştirmek lazım. Sistem kendisini sürekli organize etmiş ve devamlı kılmış. İktidarlar tarihine bakın, kesinti yoktur. Bir yerde boşluk varsa mutlaka başka birisi kendisini hakim kılmıştır. Kadın doğasının aydınlatılması özgürleşmesi anlamına gelir. Kadın özgürlük mücadelesi açısından baktığımızda boşluğa yer vermeyen, sürekliliğini sağlayacak eğitim, örgütlenme diyalektiğini oluşturmamız lazım.