HABER MERKEZİ
Ailenin, Devletin ve Toplumun Çocuk İstismarına Yaklaşımı
27 Ocak 1995’te Bileşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var olan çocuk istismarına yaklaşımı, bu konuda önleyici çalışmalar yapmak bir yana; üstünü kapatmak, mağdur edilen çocuğu cezalandırmak, hukuki süreç ilerlerken çocuğun tekrar istismar edilmesine neden olmaktan öteye gidememektedir. Adli süreç ilerlerken çocuğun tekrar yıpranmaması için oluşturulan Çocuk İzlem Merkezleri-ÇİM, hem nicelik hem de nitelik olarak çok yetersiz olmakla birlikte bu merkezler bilinmemektedir. Ayrıca bu merkezler, rehabilitasyon ve önleyici çalışmalar yapmamaktadır. Ki hepsinden önce Türkiye, (bazı maddelerine çekince koyarak) 1995 yılında imza attığı Çocuk Hakları Sözleşmesi ile çocuklara haklarını öğret- meyi ve tüm toplumda bu konuda duyarlılık oluşturmayı taahhüt etmiş durumdadır ancak bununla ilgili okullarda yapılan ciddi bir çalışma söz konusu değildir.
İlkokuldan liseye kadar müfredatta bu haklarla ilgili yüzeysel konu başlıkları ve doyurucu bir içerik taşımayan dersler dışında bir çalışma bulunmamaktadır. Çocukların pek çoğu bu sözleşmeden habersizdir. Toplumsal kesim ise bu konuya ciddiyetle yaklaşmaktan uzaktır. Devlet, taraf olduğu sözleşme ile başta çocuklarla çalışan yetişkinler ve meslek elemanlarının ‘eğitimi’ olmak üzere; bu konuda gerekli tedbirleri almakla yükümlü olma- sına karşın ciddi bir çalışma yürütmemektedir.
Yüzümüzü aileye ve topluma çevirdiğimizde de kapitalist moderniteden ve iktidar olgusundan bağımsız bir tespit yapamıyoruz. Devlet kurumunun ve iktidarın her an yeniden üretildiği ailede, istismar genellikle saklanıyor, üstü kapatılıyor ya da mağdur suçlanıyor. Ki istismar vakalarının %70’inde istismarcının çocuğun yakından tanıdığı ya da aynı evi paylaştığı bir erkek olması; bizi yeniden iktidar olgusuna götürüyor. Özel alan- kamusal alan ayrımıyla şiddet, istismar, tecavüz, kolayca mahremiyet örtüsünün altına itilebiliyor. Evliliğin ve ailenin kutsal sayılması, aile içinde yaşanan ne olursa olsun meşru hale getiriyor. Bu meşruiyetin ve örtünün altında da istismar, şiddet, tecavüz kendini durmadan ve rahatça tekrarlayabiliyor. Soyun devamı olarak hayata gelmesine karar verilen çocuğun bedeni, varlığı, toplumsallığı, anne babasının istediği mesleği seçme- sinden istismara kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılarak yok sayılıyor. Çocuğun yaşamı, ailenin gerek sosyal gerek psikolojik gerekse akademik olarak kendini gerçekleştirdiği bir alan haline dönüşüyor.
Toplumun tutumu ise tartışmalarda ardı arkası kesilmeyen ‘cezalar bulma’ şeklinde ilerliyor (“İdam edilsin, hadım edilsin” vb…). İstismar vakalarını magazine ederek haberleştiren medyanın da etkisiyle, istismar sadece konuşulan ama kökenine inilip tartışılmaktan oldukça uzak bir yerde duruyor. Oysa iktidarın yeniden üretildiği her alanda istismar da yeniden üretilmiş oluyor. Bundan dolayı da tartışmalar çözüme evrilmiyor. Çünkü kökenine inilmesi için, toplumun kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi gerekiyor. Tecavüzcü/istismarcı, toplumun dışında yetişmiş, kurgulanmış, sanki toplum dışında yaşayan bir güç tarafından ‘oluşturulmuş’,‘hasta’ kişi olarak tanımlanıyor.
Hastalık modelinin temelinde esas olarak şu varsayım yer alır: tecavüz, akıl hastalığının yol açtığı bir sonuçtur ve genellikle denetlenemeyen bir cinsel dürtünün ürünüdür. Burada ileri sürülen, tecavüz eden erkelerin kendilerini denetleme yeteneğinden yoksun oldukları ve ‘hasta’, dengesiz bireyler olduklarıdır. Bu durumda tecavüz, “yükselen bir itkinin patlama noktasındaki ifadesi” olarak görülmektedir. Açıktır ki, tecavüzcü erkekler davranışlarını denetleyemediklerine göre bu davranıştan sorumlu da olamazlardı.4 Mevcut bakış açısı da hastalık temelli bu modeli benimsemeye yatkın bir tutum sergilemektedir. Bu durumda her türlü cinsel şiddet meşru kılınmış oluyor. Bütün bu iktidar ilişkilerinin deşifresi yapılmadan köklü ve kalıcı bir çözüm bulmak da zor gözüküyor.
Ne Yapabiliriz?
Çocuğa yönelik ihmal ve istismar davranışının toplumdaki çocukluk algısı, kadının statüsü ve aile yapısı ile ilişkisi de ortaya çıkarılmalıdır. Bu alanda bağımsız uzmanlar ve sivil toplum kuruluşları tarafından araştırmalar yapılmalı, araştırma bulguları doğrultusunda bir politika geliştirilmelidir. Sosyal normları değiştirmek, sosyal normların içinde cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak, kızlar ile erkeklerin ‘farklı insanlar’ olduğuna yönelik toplumsal vurguları ortadan kaldırmak oldukça önemlidir.
Bütün bunlar ışığında düşünüldüğünde, çocuk istismarının önlenmesi için; öncelikle çocuğun toplumsal bir varlık olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Çocuğu yalnızca aile, okul ve vatandaş kıskacında tanımlamaktan sıyrılıp, çocukluğun doğasını anlamaya dönük bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Bu alanlardan yola çıkılarak yapılan tanımlamalar çocuktan beklenen davranışları belli kalıplara dökerek yaratıcılıklarını köreltmekle birlikte kimliklerini de alt üst ediyor. Kendini doğanın ve toplumun bir parçası olarak görmekten çok bu beklentiler ışığında iyi bir vatandaş, iyi bir evlat ve başarılı bir öğrenci olmak üzerine kurguluyor. Ancak bunları gerçekleştirebildiğinde kendini başarılı ve toplumla bütünleşmiş hissediyor. Halbuki bunları yapmaya çalışırken çocuk kendi isteklerinin, hayallerinin ve daha da önemlisi kendi hakikatinin farkına bile varamıyor.
Bu ön kabul zemininde; şimdiye kadar yapılmış çocukları anlamaya ve korumaya dönük çalışmaların ve imzalanan sözleşmelerin dikkate alınması gerekmektedir. Aynı zamanda bu çalışmalara eleştirel bir gözle de yeniden bakmak elzemdir.
Öncelikle, anne babaların çocuğu dünyaya getirmiş olsalar bile çocuğun onlara ait bir mülkiyet olmadığını bilmeleri gerekiyor. ‘Benim çocuğum’ kavramı çocuğun yaşamla temasını koparmaya kadar gidebiliyor. Çocuğa karar verme ve bağımsız bir kişi olma ye- tisinin temelleri ailede atılıyor. Eğer aile çocuğun isteklerine saygı göstermez, toplum- sal normlar üzerinden çocuğa yüklenir ve çocuğun sınırlarını kendisinin belirlemesine izin vermezse çocuk kendini korumayı öğrenemez ve kendisi ile ilgili karar veremez.
Çocuğun ‘hayır’larının, büyüklere karşı gelme, aksilik, şımarıklık olarak tanımlanması çocuğun kendisini koruması önünde engel oluşturur. Böyle bir durumda, bir istismar durumu söz konusu olduğunda çocuğun hayır diyebilmesi güç olacaktır. Özellikle bu kişiler aile içinden ve yakın çevreden olduğunda; ailenin kutsallığı ile gelişen ‘aileden zarar gelmez’ algısı çocuğun kendini korumasını engelleyen en önemli durumdur. Aynı şekilde çocuğun; ‘iyi bir vatandaş’ adayı olarak kurgulanması çocuğa yönelik her türlü şiddete zemin hazırlamaktadır. Çocuk, yetişkinden farklı duyguları, düşünceleri olan bir varlıktır. Tutumlarımızı ve çocuğa yaklaşımımızı onun toplumsal bir varlık olduğunu sürekli göz önünde bulundurarak düzenlememiz gerekiyor.
Yetişkinler olarak bizlerin görevi çocuklara, onların doğalarına müdahale etmeden rehberlik yapmaktır. Çocukları kendine benzetmeye çalışmadan onların düşüncelerini önemsememiz; onlara tartışma ve yeniden düşünme zemini sağlamamız gerekiyor. Fikirlerini çoğaltmaları için ortam hazırlamamız, çocuk istismarıyla mücadelede anlamlı bir yerde duruyor.
Anne babaların, aşırı korumacı, baskıcı/otoriter, çocuk merkezli ya da tutarsız/dengesiz tutumları da çocuk istismarının meşrulaştırılmasına dolaylı katkıda bulunuyor. Örneğin; aşırı korumacı tutumda çocuk, toplumsal bir varlık olmaktan çıkarılıp bağımlı bir kişi haline getiriliyor. Böyle durumlarda anne babalar çocuğun yaşamla temasını keserek çocuğu hiçleştiriyor. Baskıcı ve otoriter tutumda çocuğun tüm duyguları ve düşünceleri yok sayılırken çoğu zaman buna şiddet de eşlik ediyor. Şiddet eşlik etse de etmese de, bu durumda hem çocuğun zihninde hem de toplum nezdinde çocuğa yönelik her türlü şiddet meşru hale geliyor.
Çocuk, ailesinden gelen şiddetin kötü bir şey olmadığı algısına kapılarak kendisine yapılan tüm davranışları farklı bir yerden değerlendirip yaşadığı istismarın farkına bile varmayabiliyor. Halbuki bu noktada istismar bizzat aile tarafından gerçekleştirilmiş oluyor ve aynı zamanda öfke anında yapılan her temas çocuk için zaten şiddet anlamı taşıyor.
Anne babaların tutumlarıyla birlikte çocuğun kendi bedenini ve cinselliğini tanımaması da yaşadığı cinsel istismar durumunu fark etmemesine ve bunu bir ‘oyun’ olarak algılanmasına neden oluyor. Yaşanan pek çok cinsel istismar durumunda istismarın uzun süre devam etmesi, çocuğun etrafındaki yetişkinlerin sessizliği başta olmak üzere yaşadığı durumu algılayamaması da fazlasıyla etkili oluyor. Buradan hareketle; çocuğun haklarını bilmesi ve bedenini ve cinselliğini doğru bir şekilde tanımasının bir savunma biçimi olacağını düşünüyoruz. Çocuklara iyi dokunma-kötü dokunma konusunda doğru bilgilendirmenin yapılması, çocuğun yaşadığı durumu fark ederek durumun sonlanması adına yardım istemesi için bir kapı açacaktır.
İyi dokunma ve kötü dokunmanın (kişiye kendini kötü hissettiren, tehdit ve zor içeren, bunun bir sır olduğu söylenen, vücudun başta özel bölgeleri olmak üzere her bölgesine yapılan dokunuştur) vücudundaki özel bölgelerle birlikte kendisine yönelen davranışın niteliğinin de anlatılması gerekmektedir. Bu davranışı yapan yetişkinin kendisini tehdit etmesi, kimseye söylememesi konusunda telkinlerde bulunmasının da bu dokunuşun kötü bir dokunuş olduğunu ayırt etmesi konusunda belirleyici olduğunu anlatmamız gerekiyor. Ayrıca bu durumun sadece yabancılardan gelebilecek bir davranış olmadığı, kimden gelirse gelsin bu davranışın aynı anlamı taşıyacağının anlatılması gerekmektedir. Bu eğitimin çocukların yaşları dikkate alınarak ve toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla harmanlanarak etkinliklerle planlanması ve çocukların bu konuda güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Çağlar boyunca değişik şekillerde tanımlanan ve yaklaşılan çocukluk kavramına derinlikli ve tarihsel bir yaklaşım getirerek bir çocuk politikası üretmemiz gerekiyor. Bu politika kapsamında; çocuğu korunmaya muhtaç, yetersiz ya da durmadan sevilip okşanan, cam fanusa konulan bir varlık olmaktan çıkarmamız gerekiyor. Toplum, aile ve devlet eliyle üretilen iktidar olgusuna karşı; çocuğun kendi bedenini tanıması, istismarı fark edebilmesi ve korkmadan deşifre edebilmesi kuşkusuz bir öz savunmadır. Her alandan kuşatılan ve saldırıya uğrayan çocukluk tabiatını korumaya yönelik politikalar üretmek, toplumun özne olmasını sağlamak, çocuk haklarına yönelik çalışmaları artırmak bu bağlamda elzemdir.
Sarya Gören