BEHDÎNAN- Gerilla’nın Kaleminden: Önder APO ile anılar..
Çocukça Bir Gülümseyişle
“Yalnızlık, ne anlama geliyordu. Yörüngesinde yüzler, binler olan birisi nasıl yalnız olabiliyordu. Bunu nasıl anlayabilecektim. O an bunu hiç düşünecek halde değildim. Çocukça bir gülümseyişle O’nu seyrediyor, O’na ulaşmış olmanın hazzına ermeye çalışıyordum. Orada kaldığım sürenin her anı benim için bir hayal tufanı gibi duygulandırıcı oldu. Coşku, heyecan, sevinç, özlem, kavuşma, tanıma, bakma, sevme, duyum, his… Her şey iç içe, alt alta, üst üste, dop dolu bir arada yaşanıyordu. Ya ben bir rüyadaydım ya da hayallerim beni bir rüya alemine sürüklemişti. Artık O’nun öğrencisiydim. Kabul salonundan ayrılıp arkadaşların arasına daldığımda hala bir hayal alemindeymişçesine dalgındım. Çatıdaki bayrakları kapatırcasına dalgalandıran esinti göğsümden içeri dolduğunda, heyecandan ter içinde kalmış olduğumu, soğuyan bedenimde hissettim. Gülümser dudaklarımla arkadaşları selamlarken artık sevinç ve mutluluğun doruk noktasındaydım.
’88 yılının sonbaharı ve kışını Akademi’de geçirdim. Adı gibi Şirin Hilvê köyünün kıyısındaki bu özgürlük diyarının kendine özgü bir yaşamı ve dünyası vardı. Sabahları bir saat yürür, mutfak için kuru odun getirirdik. Sonra kahvaltı, ardından eğitim başlardı. Eğitimleri genelde arkadaşlardan oluşturulan komisyonlar verirdi. Ama Başkan Akademi’deyken hemen her gün kendisi katılır, diyaloglar geliştirirdi. Hemen her gün çeşitli alanlardan Akademi’ye gelenler ve buradan çeşitli alanlara gidenler oluyordu. Başkan, bazen eğitimde, bazen yönetim odasında, bazen kabul yeri olan bayraklı binada kalıyor, bazen de arazi yürüyüşlerine çıkıyordu. Öğle ya da akşam aralarında bazen koğuşları geziyor, mutfağa kadar denetliyordu. Öyle ki O’nu bir günün akışı içinde yaşama ilişkin her alanda görmek mümkündü. Devrim sürecinin hızlı bir yıl dilimi yaşanıyordu. Karşı çabalar örgütleniyor, oldukça zorluyordu. Tutuklamalar, şahadetler bu zorluğu daha bir katmerleştiriyordu. En öfkelendiği husus kadroların yersiz kaybıydı.
O günlerde o kadar öfkeliydi ki, bazen sesi bir bütün sahayı geçip koğuşlara kadar ulaşıyordu. Her yönden mücadeleye saldırılar vardı. “Bu bir komplodur. Bir tasfiye hareketidir” ve demek ‘PKK’ye evet, Apo’ya hayır’ Bu İngiliz oyunudur, Alman oyunudur. Bu hareketi biz bugüne getirdik.”sözleri bize kadar ulaşıyordu.
Sonra Türkiye’den gazeteciler geldi. Başkan, kampın kapılarını basına açmayı, özellikle istiyordu. Düşünceleri, resimleri kamuoyuna yansıdı. Avrupa’daki tutuklamalara da öfkeliydi. Ve sonbahar kendini iyice hissettirdiğinde, artık öfkesi dinmişti. Başkan’da belirgin bir rahatlama hissediliyordu. O yıl Akademi’de
Cuma, Botan ve Harun arkadaşlar da vardı. O kış görkemli ve yoğun bir eğitim devresi yaşadık. Başkan;
“Bu devre, bir kongre değerindedir” diyordu. Baharla birlikte birçoğumuz ayrıldık. Ben ülkeye geçmek üzere Şam’a geldim. Başkan, devreyi bitirip Akademiden ayrılmış, orada gidecek grupları uğurluyordu.
Halktan dostların da gelip izlediği 1 Mayıs anma ve kutlama töreni ile beraber, bizim grubunda veda ve ülkeye yöneliş töreni oldu.
Şam’a geldiğimizde Başkan, evde değildi. Grubumuz ikisi zindan çıkışlı, dört arkadaştan oluşuyordu. Diğerleri sınırı geçmezden önce, bize katılacaklardı. Orta yaşlı, orta boylu arkadaş Hamza (Hasan Bindal) arkadaştı. Yol hazırlıklarımızla ilgileniyordu. Beraber götüreceğimiz bayrak, rozet, radyo, dergi gibi ihtiyaçları paketliyordu. Oturup beklememizi Başkan’ın akşam geleceğini söyledi. Sonra ekledi;
“Masada mektuplar var. Başkan okusunlar diye bıraktı.
Salondaki masanın üzerinde duran mektuplar daha içeriye ilk girişte ilgimi çekmişti. Üzerindeki yazı tipinden nereden geldiklerini sezmiştim. Ancak izinsiz dokunamayacak kadar da bulunduğum mekana saygılıydım. Başkan duygularımızı paylaşırcasına önceden masaya bırakıp okumamızı istemişti. Büyük bir sevinçle mektuplara uzandım. Tam düşündüğüm gibi; zindandaki arkadaşların gönderdiği mektuplardı. Duygulu, edebi, coşkun. Yan odaya geçip kapıyı kapadım ve okumaya daldım.
Başkan’ın bağıran sesiyle irkildiğimde son mektubu okumayı daha bitirmemiştim. Zaman ne de çabuk geçmişti. Hemen mektupları toparlayıp salona koştum. Beraberindeki arkadaşlar koltukların arasındaki boşluklarda dikelmiş öylece duruyorlardı. Tam o esnada Başkan, karşı odanın kapısından aynı öfkeyle salona girdi. Bir elinde su şişesi, bir elinde tespihi vardı. Salonda geziniyor ve öfkesini dillendiriyordu:
“Şantaj yapıyorlar. Aklı sıra beni sıkıştırıp onlarla uzlaşmaya zorlayacaklar. Onlar işbirlikçi. Onlar bu ülkeyi beş paraya satarlar. Ben buna ortak olmam. İsterseniz hepsini öldürün, dedim. Bana soruyorlar. Tutuklamışız, ne diyorsun diyorlar. Aklı sıra yalvaracağımı sanıyorlar. İşte ne olur bırakın diyeceğimi sanıyorlar. Yok öyle şey. O sizin sorununuz dedim. İsterseniz hepsini öldürün, dedim. Ben taviz vermem. Ben şantaja gelmem. Bu benim şahsi sorunum değil, bir ulusun kaderi söz konusu…”
Hepimiz, şaşırıp kalmıştık. Ne diyeceğimizi ne cevap vereceğimizi bilemediğimizden suskunluğu tercih ediyor, anlamaya çalışıyorduk.
Artık meseleyi yavaş yavaş anlıyordum. İran hükümeti oradaki kampımızı basmış, birçok arkadaşı tutuklamıştı. Bununla şantaj yaparak bizi, Iraklı Kürt örgütlerinin çizgisine çekmeyi amaçlıyorlardı. Başkan’ın tavizsiz tutumu, onların bu oyununu bozmuştu ve arkadaşları salıvermek zorunda kalmışlardı. Başkan’ın öfkesi daha çok arkadaşların tedbirsizliğine yönelikti.
Gece oldukça ilerlemişti. Bu son gecemizdi. Ne Başkan ne biz gecenin bitmesini istemiyor, bu son anı en yoğun değerlendirmeye çalışıyorduk. Başkan, binlerce öğrencisini öyle uğurlamış, birçoğu da geri dönmemişti. “Kesilen parmağın acısını bilirim” demişti Akademideyken. Her dönmeyen öğrenci, kesilen bir parmak değil miydi? Akan kan onun bedeninden, düşen can onun yüreğinden değil miydi? Her ana yüreğinin üzerinde acı duyacağı bu kadar öğrencisinin acısını derinliğine gömebilmek için nasıl bir yoğunlaşma gerekirdi ya da bu yürek ne kadar büyük, ne kadar güçlü olmalıydı?
Bir daha görebilecek miydim, bu sert bakışları, gülümser dudakları. Akademiye geldikten bir süre sonra zindandaki arkadaşlara yazdığım bir mektupta Başkanla karşılaşmayı; “Kalın kaşlarının gölgelediği gözlerindeki sert ve keskin bakışlar, tarihin derinliklerinden öfkeyi andırırken, dudaklarından o eksilmeyen tatlı tebessüm ise Kürdün geleceğe güven ve umutla yürüyüşünü simgeliyordu” dedim.
Başkan’a bakmak, O’nda geçmişi ve geleceği görmek, artık bende bir imge olmuştu. Bir harita gibi bir kitap gibi adeta gözlerimin önüne seriliyordu. O simada, o bakışlarda, o gülümseyişte bir bütün Kürdün tarihini, insanlığın dününü, bugününü görüyor, hissediyor, düşünüyordum. Ve bu bana büyük bir bilinç, azim, irade, cesaret, moral, umut ve güven veriyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Önderlik, yatmaya çekildiğinde uzandığım yerde bir türlü gözüme uyku girmiyordu. Her şey bir sinema perdesine yeniden ve yeniden yansırcasına gözlerimin önünde beliriveriyordu. Bedenim o kadar hafiflemişti ki içimdeki huzur o kadar berraklaşmıştı ki, kalkmak, haykırmak, ağız dolusu gülmek ve doyasıya koşmak istiyordum. Belki de içsel duyularım o gece bitmesin diye beni uyutmuyordu. Ya da o gecenin hazzını, son demine dek yaşamamı istiyordu. İlk kez O’nunla aynı çatı altında yatıyordum. Ve bu son ayrılık gecemiz olacaktı. Bir daha görüşmek, artık bir istem değil, ancak bir umut olabilirdi.
Kucaklaştık. Buğday tenli yanaklarından öptüm ve vedalaşıp, ayrıldık. Gerisin geri giden ayaklarımla merdivenleri indim. Caddede arabaya binerken bakışlarım balkona uzandı, gerisindeki camdan hüzünlü bakışlarıyla bir daha göz göze geldim. İçim kavruldu. Bir volkan alevi, yüreğimi sarmalayıp yaktı, kul eyledi. Ve araba hızla alıp zamana savurdu beni.”
Kaynak: Yurtsever Genç Kadın Dergisi