HABER MERKEZİ- Önder APO’nun Özgürlük Sosyolojisi Kitabından DEMOKRATİK MODERNİTEYİ YENİDEN İNŞA GÖREVLERİ- VI
DEMOKRATİK MODERNİTEYİ YENİDEN İNŞA GÖREVLERİ: Entelektüel Görevler-V – Nûçe Ciwan
B- Ahlaki Görevler
Ahlak, üzerinde çok konuşulmasına rağmen, çözümlenmesi yapılamayan toplumsal kurumların başında gelmektedir. Etik adı altında tüm teorikleştirme çabalarına rağmen, pratikte sağlanan gelişmeler çok umut kırıcıdır. Toplumsal varoluşun gittikçe ahlaktan yoksun kaldığı, bilimce gözlenen ortak bir tespittir. Bunun neden ve sonuçları yeterince açıklanmamıştır. Gittikçe gözden düşürülen bir kurum ve konum niteliğine büründürülmüştür. Fakat konu ve kurum olarak ahlak, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlaki yoksunluğun sonucu olarak düşünülebilir. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei‘nin yanardağdan püsküren lavlarla üstünün örtülmesini ahlaki dşkünlükle izah ederken, bir hakikatten haber vermek ister gibidir! Ahlaki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlakın) ahlaksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılma biçimidir. Tanrıyı toplumsal kimliğin en yüce ve kutsal tanılaması olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor.
Ahlakı kavramsal olarak tanımlamak basittir. Toplumsal törelere, alışkanlık ve kurallara göre yaşamayı bilmek ahlakı tanımlayabilir. Fakat bu açıklama oldukça biçimsel kalmaktadır. Etik adı altında antikçağ ve yeniçağ filozoflarının (Eflatun, Aris-to, Kant başta olmak üzere) giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha doğrusu, bireyi toplum üyeliğinden kopartıp devlet üyeliğine geçirmenin ön hazırlıkları gibidir. Sanki ahlakın görevi bireyi devleti için nasıl en yararlı hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlaki yorumları uygarlık yanlısıdır.
Her toplumsal konuda olduğu gibi, ahlaka ilişkin olarak da tarihe başvurmak daha öğretici olacaktır. Toplumsal çağların yüzde 98 gibi uzun bir döneminde hukukun değil, ahlak kurallarının geçerli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle de ahlaki toplum diyoruz. Dolayısıyla bu uzun dönem ahlakının neyi karşıladığını çok iyi bilmeden ahlakı yorumlamak eksik kalacaktır. Toplumsal doğayı esnek zekâyla en yüklü doğa olrak tanımlamamız konuya ışık tutabilir. Esnek zekâdan kasıt, daha çok dşünmeyle iş yapmaktır. Düşünme ile iş arasındaki ilişki zorunlu olarak kural içerecektir. Çünkü işin nasıl yapılması gerektiği zaten kural demektir. İşe ilişkin bu ilk eylemi ilk ahlak kuralı olarak da belirleyebiliriz. İş derken ise, her türden toplumsal etkinliği kastediyoruz. Yemekten uyumaya, yürümekten yiyecek yemeye, hayvanlarla dost olmaya veya çatışmaya, bitkilerle ilgilenmekten balık avlamaya kadar her eylem iştir. Bu iş ise, kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık ise toplumun ölümü demektir.
Bu noktada toplumu ekonomik temel ve ahlaki üstyapı gibi bölme kavramları saçma gelmektedir. Ahlak ekonominin, daha doğrusu yaşamın temel ihtiyaçlarının elde edilmesinin en iyi yolu olarak tanımlanabilir. Töre ve usul olarak ahlak, ekonominin veya temel ihtiyaçların elde ediliş tarzıdır. Dolayısıyla altyapı-üstyapı ayrımları açıklayıcı kavramlar olmaktan uzaktırlar. Ahlak, başta ekonomik çabalar olmak üzere, tüm toplumsal eylemliliklerin iyi tarzında gerçekleştirilmesini ifade eder. Dolayısıyla toplumsal olan her şey ahlakidir. Ahlaki olan her şey de toplumsaldır. Örneğin ekonomi ahlaksal olduğu gibi, din de ahlaksaldır. Doğrudan demokrasi olarak siyaset ahlakın kendisidir.
O halde işin ilk kuralı yani ahlakı, ilk başlardan itibaren toplum için hayati bir konudur. En iyi iş nasıl yapılıyorsa, o nasıllık en iyi ahlak kuralı olarak zihinlere yerleşir. Bu, süreç içinde daha da yetkinleşerek, sağlam bir gelenek olarak toplumsal hafızaya mal olur. Ahlak artık oluşmuş demektir. Töre, gelenek denilen olay budur. Burada çözümlenmesi gereken en önemli husus, ahlakın zihni bir eylem olduğu kadar toplumsal işle ilgili olmasıdır. Hem zihnin çabasını, hem toplumun eylemliliğini gerektirir. şahsen bu duruma demokrasinin ilk orijinal hali demeyi tercih ederim. Bu durumda orijinal demokrasi ve ahlak özdeşlik kazanıyor. Toplum daha çok hayati işler peşinde koşturup durduğuna göre, iş üzerinde çok düşünülüp tartışılması kaçınılmazdır. Bununla da yetinmez; en iyi işin nasıl başarılacağı, yani yönetileceği üzerinde de çok durması yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Her iki durumda da, yani hem düşünüp tartışmanın, karar vermenin, hem de kararı yönetip işin başarısına dönüştürmenin demokrasinin en dolaysız biçimi (katılımcı, doğrudan demokrasi denilen şey) olduğu açıktır. Bu ise aynı zamanda toplumun ahlaki yönetilişi, ahlaki yaşamı demektir. Demek ki ahlak ve demokrasinin kaynağı aynıdır. O da toplumsal pratiğin kolektif zihin ve iş yapma yeteneğidir. Toplum yaşamının yalnızca yüzde 98‘lik bölümü ahlaki ve orijinal demokrasi ile geçmiş olmuyor; günümüze kadar çok parçalanmış, kendi haline bırakılmış toplum birimlerinde de hala ezici olarak uygulanan hukuk değil ahlaktır. Çok bozulmuş da olsa, aileden etnisiteye kadar, hatta hukukun en ince detayına dek düzenlediği birçok kurumsal alandaki iş yapımına kadar ahlak olmadan yaşamın yürüyemeyeceğini çok iyi bilmek gerekir. Hukuk bir örtüdür. Esasen işi yürüten güç eminim ki hala ahlaktır.
Uygarlık sürecine baktığımızda konu açısından yapılacak ilk tespit, ahlakın aleyhine sürekli devlet normlarının geçerli kılınmaya çalışıldığıdır. Sümer toplumunda, ilk Hammurabi stelinde (yazılı kaya dikitleri) hukuk kurallarının düzenlenmesi bu durumu gayet iyi açıklar. Belki ahlakın yetmediğinden, hukukun gerekli hale geldiğinden bahsedilecektir; ama böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Sorun ahlakın yetmezliği değil, ahlaki toplumun aşındırılmasıdır. Ahlakın nasıl aşındırıldığını çokça belirledik. Toplum üzerine katmerli sermaye ve iktidar tekelleri kurulmaya başlanmıştır. Üretilen toplumsal değerler gasp edilmektedir. Bu durumda ahlakın yetmezliğinden değil, toplumun tahakküm altına alınmasından, devletin yönetim kuralları denilen hukuk kurallarının uygulandığı baskı ve sömürüye tabi tutulmasından bahsedebiliriz. Dolayısıyla ahlakın, bağlantılı olarak doğrudan demokrasinin alanı gittikçe daralıyor. Buna karşılık devlet yönetiminin, hukukunun alanı genişliyor. Bir tarafın kaybettiğini diğeri kazanıyor. Daha doğrusu, ahlaka devlet zoruyla kaybettiriliyor. Alanı daraltılarak, uygulanması zorlaştırılarak bu durum gerçekleştiriliyor. Daha sonraki tüm uygar toplumlarda ahlakın (doğrudan demokrasinin de) alanı daraltılmaya devam edilip hukukun payı sürekli arttırılacaktır. Nitekim ilkçağ uygarlıklarının bir nevi sonu ve özeti olan Roma uygarlığının en çok hukuku gerçekleştiren devlet yönetimi olması bu gerçeği doğrular. Roma hukuku halen hukukun temel taşlarından biridir. Avrupa uygarlığında, diğer bir deyişle modernizmde toplum adeta hukukun istilasına uğrayacaktır. Bir nevi hukuk sömürgeciliği söz konusudur. Ahlakın alanı en ücra köşelere sıkıştırılırken, tüm başköşelere hukuk konuk edilecektir.
Bu gerçek neyi yansıtır? Toplum üzerinde sermaye tekelinin ve iktidar ağırlığının arttığını gösterir. Son dört yüzyıllık moderniteye baktığımızda gerçekleşen, azami sermaye birikimi ve iktidar çoğalımıdır. Daha doğrusu, ikisinin iç içe kümülâtif birikimidir. Ahlak açısından belirtilecek olan husus ise, işlevsiz kalması değil, toplumun elinden alınmasıdır. Ahlakın uygulanacağı toplum koparılıp alınmıştır. Dolayısıyla çokça söylendiği gibi, karmaşık hal alan toplumun ahlakla artık yönetilememesi nedeniyle hukuka ihtiyaç duyulduğu şeklinde anlatılması, büyük bir yalan ve o denli ahlaksız bir yargıdır. Ahlakın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından iş görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay safdışı bırakmak için propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Ahlak hakkındaki çağdaş yaklaşımın oluşumunda liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu kim bilmez ki. Mahkemeye ilk düşenlerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez deyimi boşuna söylenmemiştir. Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir. Pratik gerçekler, günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu doğruluyor.”