HABER MERKEZİ – Önder Apo İmralı süreciyle birlikte, yeni bir çıkış yaparak gelişen sistemsel kriz ve toplumsal bunalıma karşı yeni bir yaşam modelini ortaya koydu. Bu yaşam modelini hiç yaşanmamış olarak değil aksine uygarlıktan önce zaten hep yaşandığını toplumların yaşamlarının yüzde 98’ini komünal bir tarzda daha özlü bir şekilde yaşadığını belirtmişti.
Bu anlamıyla toplumlar içerisinde en önemli olan bir konu ise kavramlara atfettiğimiz anlamlardır. Ya da kapitalist modernite sisteminin bizlere aşıladığı özünde farklı anlamları taşıyan ama topluma farklı lanse edilen kavramlar (ahlak, özgürlük,aşk, hukuk vb.) Önder Apo kapitalizmin bu saptırmacasına karşı kavramları doğru ve hak ettikleri anlamlarına kavuşturarak sistemin bize dayattığı ezberi bozuyor.
“Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” başlıklı 5. savunma, bütün özlemlerimize cevap olarak bize gerçekten insan olduğumuzu, yaşanabilir bir dünyanın, olduğunu hatırlatıyor, gösteriyor.
Bu anlamıyla Önder Apo “Toplumbilimde temel kavram ve kuramların tanımı yapılmadan anlamlı yorumlar geliştirmek güçtür. Toplumbilim kendisini tanımlama konusunda bile görüş birliği sağlamaktan uzaktır. Bilimlerin her alanda yaşadığı kriz or- tadayken, toplumbilim alanında kesinlik aramak anlamlı bir çaba değildir. Esas gerekli olan, toplumsal olgunun doğru tanımlanmasıdır.” belirlemelerinde bulunmaktadır. Bizler de Önder Apo’nun 5. savunmasında gerçek, öz anlamına kavuşturduğu kavramları sizlerle paylaşacağız.
Kavramsal Kuramsal Çerçeve
Toplumbilimde temel kavram ve kuramların tanımı yapılmadan anlamlı yorumlar geliştirmek güçtür. Toplumbilim kendisini tanımlama konusunda bile görüş birliği sağlamaktan uzaktır. Bilimlerin her alanda yaşadığı kriz ortadayken, toplumbilim alanında kesinlik aramak anlamlı bir çaba değildir. Esas gerekli olan, toplumsal olgunun doğru tanımlanmasıdır. Toplumu tanıma çalışmaları sanıldığından çok daha düşük düzeyde bir anlam birikimine sahip- tir. Toplum tanımlanmaya çalışıldıkça cehalette derinleşme gibi bir paradoksla karşılaşılmaktadır. İnsan bireyinin gelişiminde toplum ne denli belirleyiciyse, gelişiminin önünde de o denli engeldir. Toplumsal paradoks budur. Bireyciliği derinleştiren liberalizmin sözde özgür bireyi ile komünitenin sıkıca bağladığı birey benzer ölçülerde çarpık olup tekil olarak yaşamdan kovulmuş olmaktadır. Bu tür hasta bireylere dayanarak toplumu tanımlamak imkânsızdır. Ne yazık ki, insanlık günümüze kadar her iki halin etkisinden kurtulmuş değildir. Bu toplumsal paradoksla ne kadar bilim yapılabileceği son derece tartışmalıdır. Bilim yapılabilmesi için temel şart olan zekâ ancak toplumla dile kavuşarak sıçrama yapabilmekte, fakat bir adım ötesinde önü yine toplumsal varlık tarafından kesilmektedir. Böylece hakikat olgusu son derece izafi kalmaktadır. Tam da bu noktada dogmatik inanç veya düşünce daha da katılaşarak, insan zekâsını en geri canlılarınkinden bile daha duyarsız ve yanlış algılı kılabilmektedir. Dogmatik toplumun yaygınlığı düşünüldüğünde, bilimin göreliliği kendini oldukça hissettirmektedir.
Toplumsal paradoksun tümüyle aşılması imkânsız olmakla birlikte, bunu sınırlı ölçüde aşmak ve bilme düzeyine ulaşmak mümkündür. Bu durumda azami bilgilenme yaşamın kendisi hakkında olabilir. Kendini kavrayan doğa olarak yaşam ölümü anlamsız kılabilir. ‚Canlıların üremesi, beslenmesi ve korunması savaşımı ne zaman durabilir veya sonuçlanabilir?‛ diye sorduğu- muzda, buna en bilgece cevabın ‘kendini kavrayan doğa’ olarak insanda yattığını söylememiz mümkündür. Buna nihai evrensellik de diyebiliriz. Ağır bir öznelliğe düştüğüm düşünülse de diyebilirim ki, görünen, bilinen ve hissedilen her şey göreceli insanla sınırlıdır. Dolayısıyla bu biçimde kendini kavrayan doğanın evrenselliği ne kadar temsil edebileceği oldukça tartışmalıdır. Fakat ‘kendini bilen doğa olarak insan’ dışında bir evrenselliğin varlığı da yine son derece tartışmalıdır. Dünya canlılarının bir özeti olarak insan aklı dışında evren ne kadar tartışmalıysa, bu insan aklının kendisinin evreni ne ölçüde temsil ettiği de o kadar tartışmalıdır derken yine bir paradoksa düştüğümüz söylenebilir. Fakat hakikatin tüm çerçevesi de bu paradoksla çevrilidir. Çıkarılması gereken temel sonuç, bilginin göreceli karakteri ve bunun toplumsal doğayla sıkı bağlantısıdır. Dolayısıyla bilim dünyasındaki kriz ancak toplumsal doğa üzerinde yoğunlaşmakla, onun birinci ve üçüncü doğayla bağlantısını doğru, ahlâki ve estetik olarak kurmakla ve o da görece aşılabilir.
- Kavramsal Çerçeve
Konumuzla bağlantısı açısından toplumsal doğayı çözümlemede temel iki kavram olan kültür ve uygarlığı tanımlamak ön açıcı olabilir. Diğer kavramlar peşi sıra daha iyi tanımlanabilir.
- Kültür
Kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanıma kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü, anlamlılıkları ise dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür. Bir benzetmeyle tanımlamayı güçlendirirsek, yapısallığı yapının maddi, somut çerçevesi, anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür. Burada Hegel’in ‘doğa’ ve ‘tin’ kavramlarına yakınlaştığımızı söyleyebiliriz. Özellikle Hegel’in iki yüz yıl önce bu kavramlara yüklediği an- lamın ve bu kavramlar için yaptığı tanımlamanın içeriğinin daha sonraki bilimsel gelişmelerle yetkinleştiğini söylemek mümkündür.
Kültürün dar anlamda tanımı da oldukça sık kullanılmaktadır. Burada kül- tür daha çok anlam, içerik, yapının yasası ve canlılığı olarak belirlenmeye çalışılmaktadır. Toplum söz konusu olduğunda, dar anlamda kültürü toplumun anlam dünyası, ahlâk yasası, zihniyeti, sanatı ve bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar bu dar anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir. Dolayısıyla ancak temelde kurumsal ve içerik olarak anlamı varsa, bir varlık olarak toplumun kendisinden bahsedilebilir. Tek başına kurumsal ya da anlamsal toplumdan bahsetmek oldukça yanıltıcı olur. Tikel bir toplum ancak yeterli ölçüde kurumsal ve anlamsal bir düzey taşıyorsa kendisini bir varlık olarak kimliklendirebilir, adlandırabilir. Kendi başına kurumsal veya anlamsal toplumdan bahsetmek, bu tür toplumlar içinde insanca yaşanabileceğini varsaymak, tarihte tüm toplumların yaptığı gibi yanlışlık, sapma, ahlâksızlık ve çirkinlik olarak yargılanır.
Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından,
dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda ancak başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır. Bu konuda verebileceğimiz en yalın örnek, dramını yoğun yaşadığımız Kürt toplum gerçekliğidir. Hem kurumsal hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için, Kürt toplumu ancak bir ‘kültürel soykırım altındaki toplum’ olarak tanımlanabilir.