HABER MERKEZİ- PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan tarafından Serxwebûn Gazetesine yazılan, Demokratik Ulus üzerine bir değerlendirme yazısı:
Demokratik Ulus Kareketeri Zihniyet ve Kültür Ortaklığıdır
“Önder APO “Demokratik Ulus” kavramını geliştirdi ve tanımladı. Ulusal sorunlar ve ulusal çatışmalar için yeni bir çözüm modeli olarak da formüle etti ve sundu. ‘Ulus’ kavramı tartışmalıdır. Her ne kadar bir toplumsal zemine dayalı olsa da, yine de düşünsel kabul etmeyle belirleniyor. Herkesin de düşünsel kabulü aynı değil, farklıdır. ‘Baştan beri insan toplumlarının ulus olarak doğduğunu ve günümüze kadar öyle geldiğini’ düşünen ve söyleyenler de var. ‘Uluslaşmanın kapitalizmle birlikte ortaya çıktığını’ söyleyenler de var. ‘Sanayi devriminin toplumları uluslaştırdığını’ söyleyenler de var. Ulusun, ‘halk topluluklarının gelişim sürecinde bir evre olduğunu’ söyleyenler de var. Bu bakımdan tartışmalıdır. Birde çatışmalıdır. Günümüzün ulusal çatışmaları, tarihsel geçmişin etnik çatışmalarını ifade ediyor. Etnisite arasındaki çatışmalar oluyor. Bu; klan, kabile topluluklarında nasıldır, bunu tam bilemiyoruz ama onlarda da savaş düzeyinde olmasa da kuşkusuz belli bir çelişki durumu var, belli düzeyde çatışmalı da oluyor. Fakat esas olan iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkışıyla birlikte bazı etnisiteler adına devlet ve iktidar gelişiminin diğer etnisitelere dönük saldırıları, çatışmaları biçiminde ortaya çıkıyor. Uluslararası savaş, gerçek anlamda devletlerarası savaştır. Ya da bir devletin halk topluluklarına, kavim, kabile, klan, aşiret topluluklarına dönük saldırısıdır. Tarih içerisinde bunlar var. En sert savaş ve çatışmalar buradan kaynaklanıyor. Bu durum soykırımlara kadar yol açıyor. Ağır çatışma alanı, boğazlaşma alanı bu alan oluyor. Öyle basit bir alan değildir.
Devlet ile ulus özdeşleştirildi
Kuramın esası, ulus tanımında da somutlaşmak oluyor. İnsanlık sağı ve soluyla, ulus ile devleti özdeşleştirdiği dönemde “ulusal haklar, ulusların kaderlerini tahin hakkı” biçiminde kavramlar geliştirdiler. Özellikle Birinci Dünya Savaşı, küresel kapitalist hegemonya savaşı olduğu kadar, dünyayı paylaşma savaşıydı, egemenlik altına alınamamış toprakların, halkların egemenlik altına alınması savaşıydı. Yeniden paylaşım savaşıydı. Dolayısıyla herkesi içine aldı, ilgilendirdi. Bu çerçevede ulus-devlet sistemi, bilinci, teorisi, istemi gelişim gösterdi. Saldırılar bütün dünyayı egemenlik altına alma amacıyla olunca, ‘dünyanın dört bir yanında yaşayan halk topluluklarının, hakları ya da yaşamları nasıl olacak?’ Sorusu gündeme geldi. Bu dünya siyasetinde tartışmalı oldu. Sonuçta ulus tanımları üzerinde tartışmalar en çok o dönemde yoğunlaştı. ‘Ulusal haklar’ kavramı öyle bir süreçte gelişti. Amerika’nın kendine göre geliştirdiği bir ulusal haklar tanımlamaları oldu. Buna “Wilson prensipleri” diyorlardı. Sosyalistler bu konu üzerinde durdular ve biraz da sosyalist hareket arasında parçalanmaya, düşünce ayrılığına, sonra politik ayrılığa kadar da götürdü.
Sonuçta Ekim Devrimi’ni yapan Rus sosyalistlerinin geliştirdiği kavramlar bir dönem etkili oldu. “Ulusların Kendi Haklarını Tayin Etme” kavramı temelinde ‘her ulusun devlet kurma hakkının olduğu’ ABD tarafından da, Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği tarafından da bir biçimde kabul edildi. Daha sonra 20. yüzyıl çelişki ve çatışmalarına bu durum damgasını vurdu. Taraflar, ulus çelişkiler kapsamında bu temelde belli bir çözüm yarattılar, fakat bir yönüyle de birbirlerine karşı mücadele de bu çelişkiyi kullandılar, tümden öyle çözüm durumu olarak da yaklaşmadılar.
Şimdi ulus tanımı burada daha çok Rus devrimcilerin yaptığı çerçevede kabul gördü, uzun bir dönem hemen herkes bazı eklemeler çıkarmalar yapsa da o tanımlama da fit oldu. Lenin ve Stalin’in geliştirdiği tanımlamalar, “toprak birliği, pazar birliği, dil birliği, tarihsel kültür ve yaşam birliği” gibi, böyle bazı boyutlar temelinde ulus tanımlaması geliştirildi. Fakat sorun yaratan ulusla-devlet tanımlaması oldu. Önder Apo savunmada, “Devlet amaçlı ulus, ulus amaçlı devlet” diye ifade ediyor. Öyle oldu ki, her ulusa bir devlet olacaksa o zaman devlet kurmak için uluslar türetilmeye, tanımlamaya yönelim oldu. Diğer yandan ulus oluşturmak üzere devletler kuruldu. Devlet ile ulus özdeşleştirildi. Ağırlıklı sorun buradan ortaya çıktı. O bakımdan tanımlama önemlidir.
Demokratik ulus kuramı var olan tanımlamalara yeni bir tanım getiriyor
Son yüz yıl hatta iki yüz yılda yaşanan çelişki ve çatışmalardan çıkan derslerin sonuçlarını içeriyor. Yine bu doğrultuda yürütülen tartışmalardan, getirilen tanımlardan oluşan düşünce yoğunluğundan yeni bir sonuç, yeni bir sentez çıkararak belli çözümler üretmiş olsalar da yine de çatışma etkeni olmaktan bu konuyu çıkaramamışlardır. Buna karşı demokratik ulus kuramı uluslararası çatışmalara, ulus kavramından doğan çelişki ve çatışmalara son vermeyi, bunu bütün ulusal toplulukların özgür demokratik haklarını kullanma, kendi kimlikleriyle özgürce yaşamlarını gerçekleştirme temelinde sağlamayı öngörüyor. Bu bakımdan demokratik ulus tanımı önemlidir. Şimdiden de etkili oldu. Önümüzdeki süreçte küresel düzeyde etkinliğini geliştirecek önemli bir çözüm modeli olacağı gözüküyor. Şimdiden sorunları ele alışı ve çözüm üretişi bu düzeyde etkilidir. Hemen herkes biraz da içinde bulunulan çelişki ve çatışmalar nedeniyle çözüm arıyor. Bir boğulma var, çıkışsızlık var, çözümsüzlük var. Demokratik ulus kavramı ve kuramı bütün bu çelişkili, çözümsüz yaklaşımları aşıyor, çözüm üretiyor, çözüm modeli oluyor.
Devlet ve iktidarı ulus ile özdeşleştirmek tehlike yaratıyor
Ulus-devlet ideolojisi bunu öngörüyor ve bir devlet egemenliği altında homojen tek tipleşmiş, tek dil, tek kültür, tek tarih, tek yaşama indirgenmiş bir toplum yaratmayı hedefliyor. Bu faşizmi ifade ediyor. Ulus devletin bu tekçi mantığı günümüzde her alanda faşist diktatörlüklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. En ağır dil, kültür, tarih kırımını bu zihniyet ve siyaset yaratıyor. Bu yanlıştır. Devlet, bir egemenlik gücü, bir çıkar şebekesi, bir iktidar biçimidir. Devleti ulus haline getirmek, iktidarla toplum yaşamını bu kadar özdeşleştirmek, bütün toplum yaşam alanlarını iktidara tabi tutmak, çıkar alanı haline getirmek, dolayısıyla toplumsal ahlakı, toplumsal dayanışmayı yok etmek, öldürmek anlamına geliyor.
Önder Apo ulusu, “toplumsal gelişmenin düzeyi” olarak tanımlıyor. Klan, kabile, aşiret, kavim, halk, tarih gelişimi içerisinde oluşmuş milliyet toplulukları var. Hacim olarak büyümek yanında, yaşam alanı bakımından da zenginleşen, çeşitlenen bir gelişmeyi ifade ediyor. Böyle bir toplumsal gelişmenin, büyümenin son evresi, günümüzdeki biçimi olarak ulusu tanımlıyor ve ulus için dil ve kültür ortaklığını, benzerliğini önemsiyor. Fakat Önderlik, “dil önemli olmakla birlikte, mutlak gerekli değildir” diyor. Çünkü bir dili konuşan birçok ulus olabilir. Nitekim toplumsal hareketlilik içerisinde tarih boyunca bu oluşmuştur. Yine “birçok dili konuşan bir ulus da mümkündür” diyor. Alt uluslar biçiminde de tanım getiriyor. Dolayısıyla demokratik ulusu, zihniyet ve kültür ortaklığı biçiminde tanımlıyor. “Reel sosyalizmin gerekli gördüğü dil birliği önemli olmakla birlikte mutlak zorunlu değildir. Toprak birliği, vatan önemli ama o da zorunlu değil, illa bir toprakta birleşmiş bir ulusal birliktelik olmayabilir” diyor ve buna Yahudileri örnek gösteriyor. Pazar birliği, iktisat birliğini zaten devletle özdeşleştirme olarak tanımlıyor. O bakımdan temel özellik olarak ele alma bakımından birçok ulus tanımlaması var. “Bir devlet egemenliği altında ulus yaratmak” biçiminde devletlerin yarattığı ulusları tanımlıyor. Ulus; “dil, toprak, kültür, iktisadi yaşam, tarih birliği” olarak da tanımlanıyor.
Böylece ‘devlet-ulusu’ demek; tarih içerisinde oluşmuş bütün dil ve kültürlerin kırımı ve soykırımı demektir. Devlet, bir toprak parçası üzerinde egemenlik kurmuşsa, o toprak üzerinde yaşayan, kendi sınırları içerisinde kalan tüm insanları, toplulukları, tek dil, tek kültür, tek tarih biçiminde tam bir faşist baskıyla homojen bir topluluk haline getirmeye yöneliyor. Bu da en ağır faşist baskı ve saldırıdır. Dil ve kültür katliamı böyle yaşanıyor. O bakımdan en tehlikelisi, devlet ile ulusu özdeşleştirmektir. Her devlete homojen bir ulus yaratma hakkı vermek, bunu devletin güvenliği açısından gerekli görmek, -ki günümüzde devletlerarası sistem böyledir. Birleşmiş Milletler denen yapı bunu kabul ediyor. Bir devletin sınırları içerisinde farklı dil ve kültürler haklarını istediği zaman, mücadele ettiklerinde onların haklarından çok aslında devletin güvenliği hakları öne çıkıyor. Devletler ona sahip çıkıyorlar. İşte Kürdistan’da somut olarak onları yaşıyoruz. PKK’ye karşı devletin şiddet kullanma hakkını kabul ediyor. “Devletin kendi güvenliğini sağlama hakkı var” deniliyor. Devlet ise, kendi ulusal demokratik haklarını arayan, bunun için mücadele eden topluluğu ‘terörist’ ilan ediyor ve suçlu sayıyor. Dolayısıyla sömürgeciliğe, soykırıma bütün devletlerarası sistem ortak ediliyor. Kürdistan’da bu çok daha somuttur. Ama genelde de devlet ulusu mantığı ve zihniyetinin ortaya çıkardığı sonuç bu oluyor.
Önder Apo, “Bunun yanında başka ulus tanımlamaları da vardır” diyor. Mesela “hukuk ulusu, ekonomik ulus, asker ulus diyebiliriz” diyor. Devlet ulusunda temel belirleyenleri oluyor, gücü ifade ediyor. Hukuk ulusunda, ‘hukuk’ gücü ifade ediyor. Ekonomik ulusta, ‘ekonomi’ gücü ifade ediyor. Asker zaten güçtür. Dolayısıyla bunlar bir toplumsal dokuya sahip değildir. Tarihsel gelişme içerisinde oluşmuş bir toplumsal şekillenmeden çok devlet, hukuk, ekonomi, ordu gibi gücün yarattığı ulus oluyor. O güç etrafında şekillenen kendisini güce bağlayan ulus oluyor.
Demokratik ulus zihniyet ve kültür ortaklığıdır
Önderlik, demokratik ulusu bunlardan ayırıyor. Bunları zararlı ve tehlikeli buluyor. Demokratik ulusu ise, “zihniyet ve kültür ortaklığı” olarak tanımlıyor. Üyelerini demokratik özerk kurumlarla birleştiren ve yöneten ulus. Topluluğun, yaşamın yönlendirilmesi için ordu, devlet, ekonomi, hukuk değil de demokratik özerk kurumlar, demokratik özyönetim, demokratik ulus yönetimi gerekli ve yeterli görülüyor. Demokratik Özerkliğe dayalı, Demokratik Konfederalizm olarak da daha somut tanımlanmış ve ifade edilmiş bulunuyor.
Demokratik ulus olmanın başta gelen koşulu, demokratik özerk yönetime sahip olmaktır. Demokratik Özerkliğe dayalı zihniyet ve kültür ortaklığı bir ulusal topluluk haline gelecekse her farklılığın kendisini özgürce örgütlediği, demokratik yönetimde birleştiği bir sistem gereklidir. Demokratik ulusu da sadece bir topluluk olarak görmemek lazım. Yönetimsiz bir topluluk değil, fakat onu yöneten devlet değil, ordu değil, hukuk değildir. Demokratik özerkliğe dayalı Demokratik Konfederalizm, demokratik yönetim oluyor. Devlet olmayan, içinde devlet ve iktidarı, baskıyı ve sömürüyü tanımayan, demokratik özyönetim ile demokratik ulus şekilleniyor.
Önderlik, demokratik ulusun diğer ulus tanımlamalarından farkını ortaya koyuyor. Yahudileri, daha çok reel sosyalizmin ulus tanımlamalarına, yetersizliğine örnek olarak gösteriyor. Örneğin ‘vatan birliği, pazar birliği’ deniliyor ama Yahudilerin vatan birliği, pazar birliği olmadan da bir ulusal topluluk olarak var olduğunu, zemin bulduğu yerde vatan ve pazar birliğini de kendi içerisinde yarattığını bu geçmiş tarihsel süreç içerisinde gördük. Belirttiğimiz uluslar açısından, devlet ulusu için birçok örnek var. En çok karşımızda olan Ortadoğu’daki durumdur. Türkiye var. Birçok dili, kültürü, ulusal topluluğu tek bir devlet yönetimi altında devlet ulusu haline getirmeye çalışıyor. 22 tane Arap devleti var. Bir Arap ulusu 22 devlete bölünmüştür. Devlet-ulus için en somut örnekler bunlardır. Dikkat edilirse tamamen devlet ve iktidarın çıkarına göre bir şekillenme var. Önderlik, hukuk ulusu olmada daha çok Avrupa Birliği’ni örnek gösteriyor. “Anayasal vatandaşlık” deniliyor. Türkiye’de öyle tanımlıyor ama bu tanımlama çok gerçekçi değildir. Kendisini biraz ona uydurmaya çalışıyor. Tekçi, ulus-devlet diktatörlüğü, faşizmi baştan sona hakim durumdadır. Ekonomik ulus için Almanya, Japonya, ABD gibi örnekleri veriyor. Ulus-devleti ilk çağın tanrı kralları gibi kendilerini dincilik ve milliyetçilik biçiminde tanrısallığa ulaştırmış güç olarak tanımlıyor. Önderlik, laikliği “Ortaçağ tanrısallığı” olarak tanımlıyor. Devlet ve tanrısallık arasındaki bağa vurgu yapıyor. Bunu birçok düşünür ve sosyal bilimciler de tartışıyor. Önderlik, “Ulus-devlet kutsalları esas alır, demokratik ulus hizmeti esas alır” diyor. Demokratik ulusla sorunların çoğunun çözümlenebileceğini ortaya koyuyor.
Devlet, çelişki ve çatışma etkenidir
Devlet, çelişki ve çatışma etkenidir. Ekonomi ve hukuk çelişki ve çatışma etkenleridir. Bunlar ortadan kalkarsa, demokratik ulusu belirleyen etkeni olarak zihniyet ve kültür ortaklığı olursa, ortaya şu çıkıyor: Aynı yaşam tarzında ortaklaşmış, amaç birliği oluşturmuş, kültürel olarak zenginliği esas almış bir toplum yaşamı. Demokratik ulusun karakteri bu oluyor. O bakımdan kendi içindeki farklılıklardan korkmuyor, onları bir zayıflık etkeni değil, güçlülük ve zenginlik etkeni olarak görüyor. Dili önemsiyor ama zorunlu şart olarak görmüyor. “Demokratik ulusta özerk yönetim, hukuk ulusunda haklar; ulus devlette ise iktidar yönetimi belirleyicidir” diyor. Ulus devlette her şeyi elinde tutan iktidar yönetimidir. Hukuk ulusunda haklardır. Hukuki düzenleme, haklar düzenlemesidir. Demokratik ulusta ise özerk yönetimdir. Özerk yönetim, yani her farklılığın kendisini özgürce örgütleyip öz yönetime kavuşturma biçimidir. Ama bunun bir de genel demokratik yönetimde, Demokratik Konfederalizm de birleşmesi kaydıyladır. Öyle olmazsa her özerk yönetim ayrı bir parça olur ve ayrılır. Parçalanma doğurur. Burada optimal dengeyi tutturmak önemlidir. Demokratik Konfederalizm sistemi içerisinde birliği esas alan ama her farklılığın da kendi özgünlüğünde özgürce örgütleyip demokratik özyönetimine kavuşturduğu sistem oluyor. Demokratik Ulus’un belirleyici yönetim sistemi budur.
İlke olarak şunları belirliyoruz: Toprak birliği gerekli değil, iktisadi yaşam birliği, pazar birliği olmayabilir, gerekli değildir. Dil önemli ama demokratik ulus birçok dili ifade edebilir. Zaten farklılıkları özgürce örgütlü yaşamasını ifade etmesi, aslında onlarında dar anlamda birer etnik gruplarsa, ulusal topluluk olarak yaşamalarına izin veriyor. Böylece demokratik ulus birçok ulusal topluluğun yeni bir ulusal çatı altında birleşmesini de ifade ediyor. Ona da açıktır. Önder Apo bunu “alt ulus, üst ulus” olarak da tanımladı ya da demokratik özerk ulusal topluluklar, demokratik ulus olarak ön gördürdü. Burada temel belirleyenler, zihniyet birliği, ortak yaşam birliği, yaşam ölçüsünde ortaklaşıyor. Ahlakı, ideolojisi ortaklaşıyor, birlik oluşturuyor. Kültürel birlik, ortaklık, zihniyet ortaklığı onu ifade ediyor. Demokratik Özerkliğe dayalı Demokratik Konfederalizmi yönetim sistemi olarak kabul ediyor, farklılıkları zenginlik olarak görüyor. Her farklılığın kendisini özgürce örgütleyip özyönetimine kavuşturduğu, bunu da demokratik yönetimde, Demokratik Konfederalizm de birleştirdiği bir yönetim sistemini de esas alıyor.
Böyle olunca birçok dil, kültür vb. farklılıklardan doğan çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırıyor. Milliyetçiliğin önünü alıyor. Kendi dil, kültürünü başkaları üzerinde hakim kılma zihniyetini ortadan kaldırıyor. Hem her dilin, kültürün, farklılığın kendisini özgürce örgütleyip kendi kendini yönettiği, hem de daha üst bir yönetimde birlik oluşturduğu, dayanışma içerisine girdiği bir toplumsal ve politik yaşam sistemini öngörüyor. Böyle olunca farklılıklar, çelişki ve çatışma etkeni olmuyor. Tam tersine birlik ve ortaklığı geliştirme etkenine dönüştürüyor. Bir dayanışma etkenine dönüşüyor. Farklılıklar birbirine karşı düşmanlığı geliştirmiyor, çatışmayı ortaya çıkartmıyor. Tam tersine güç birleştirme, dayanışma, daha çok paylaşma etkeni oluyor. Bu biçimde iktidarın, devletin, onu koruyan hukukun, ekonomik çıkarın ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmalar yok oluyor. Yine dil, kültür etkenine dayanan milliyetçi şoven zihniyetin gelişmesi, onun ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmaların önü alınabiliyor. Bu tür farklılıklar kendini üstün gören zihniyet ve siyasetle birleşirse, yine kendi çıkarını başkaları üzerinde hakim kılmak isteyen zihniyet ve siyasetle birleşirse çatışma etkeni oluyorlar. Ama kendini üstün görme ve başkaları üzerinde egemen olma zihniyet ve siyasetiyle değil de kendisini özgürce örgütleyip yaşatma ve başkalarıyla daha çok paylaşıma girerek güçlenmeyi ortaklaşmada, dayanışmada, paylaşmada gören zihniyet ve siyasetle birleşirse daha fazla gelişme etkeni oluyorlar. Çelişki ve çatışma birbirini yok etme etkeni değil, tam tersine farklılıkların birbirlerini güçlendirme, destekleme, besleme etkeni haline geliyorlar. Bu da hem her bir farklılığın fayda görmesini, gelişme sağlamasını ortaya çıkartıyor, hem de ortaya daha bütünlüklü daha imkanları doğru değerlendiren, geliştiren, toplumun, insanların hizmetine koşan bir yaşam tarzını ve yönetim sistemini ortaya çıkartıyor.
Demokratik ulus sorunları giderici özelliğe sahiptir
Bu bakımdan demokratik ulus kuramı, çelişki ve çatışma yaratan sorunları giderici özelliğe sahiptir. Eğer doğru uygulanır, geliştirilir, zihniyet ve siyaset olarak esas alınır hakim kılınırsa, diğer zihniyet ve siyasetlerin, ulusal özellikler altında ortaya çıkarttıkları birçok çelişki ve çatışma durumunun çözümünü yaratır. Dikkat edilirse PKK kendi içinde böyle bir çözüm yaratıyor. Hiç kimsenin, hiçbir örgütün, hareketin 21. yüzyıl başı gibi çıkar çelişki ve çatışmalarını çok yoğun olduğu, milliyetçiliğin çok fazla geliştiği, etnik çatışmaların neredeyse bütün dünyayı kapsadığı, insanlığın paran parça olduğu dünya durumunda; tüm dilleri, dinleri, kültürleri kendi içerisinde yeni bir zihniyetle toplayan, birleştiren bir hareket olma özelliği kazanmış bulunuyor. PKK içerisinde, bugün birbiriyle en çok düşman olan, karşıt olan, karşıt hale getirilmiş bulunan toplumlardan üyeler var. En çok gerginliğe yol açan uluslardan, dinlerden, mezheplerden insanlar var. Baştan itibaren böyle bir çıkış yapmış, günümüzde bu konuda en ileri düzeye ulaşmış durumdadır. DAİŞ’e karşı savaşla birlikte tüm dinlerden, mezheplerden, farklı dillerden, farklı topluluklardan insanları ortak bir zihniyet ve amaç doğrultusunda yaşar ve mücadele eder, savaş yapar hale getirdi. Bu sadece geçici bir olgu, sadece ortak düşmana karşı birleşme değil, “düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla da ortaya çıkan bir birleşme değildir. Tam tersine ortak bir zihniyet, amaç, yaşam tarzında birleşmenin sonucu olarak ortaya çıktı. Parti de, gerilla da, savaş alanında ortaya çıkartılan bu bütünlük, toplumsal alana taşırıldığında Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm sistemi içerisinde bütün farklılıkların özgürce demokratik birliği yaratmalarının prototipi ve öncüsü oluyor. PKK zihniyeti, bugün PKK’de ortaya çıkan bu birlik toplumsal alana doğru taşırılırsa, neredeyse küresel düzeyde bir demokratik ulus ortaya çıkarabilecek kadar geniş bir birliği kendi içinde yaratmış durumdadır. Bölgesel düzeyde bunu geliştirebilir, hatta küresel düzeye bile yayabilir. Çünkü kendi içerisinde mücadele, savaş ortamında bu düzeyde bir birlik yarattı.
Mevcut PKK’nin, kadro ve savaşçı olarak ortaya çıkardığı birlik hiçte öyle küçümsenecek bir birlik değildir. Öyle bireysel düzeyde bir duruş da değildir. Bazı bireylerin kendi başlarına katılımları olarak da görmemek lazım. Evet, bireylerin katılımı var, o bireylerde temsilini bulan, ifadesini bulan farklılıklar da var. Bunları topluma aynı zihniyet ve siyasetle yansıtmak başarılırsa o zaman o bireylerin birey değil, birer topluluk oldukları, belli bir farklılığı temsil ettikleri, PKK’deki böyle bir birliğin KCK sistemine, Demokratik Konfederalizme dönüştüğünde; bütün farklılıkların Demokratik Özerklik temelinde kendi özgür örgütlülüğünü yarattığı, Demokratik Konfederalizm içerisinde de ortak zihniyet, amaç, kültür çerçevesinde birleştiği, dayanışma ve demokratik birlik içerisinde birbirini güçlendiren topluluklara dönüştüğü bir düzey ortaya çıkar. Şimdi PKK’de bunun öncülüğü, prototipi ortaya çıkartılmış durumdadır.
Geriye kalan PKK’de gerçekleşen bu öncülüğü, prototipi toplumsal zemine doğru taşıyabilmektir. PKK’deki en üst birliği toplumda da aynı PKK’deki gibi fedai militan birlikmiş gibi öngörmemek, Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm sistemini doğru anlamak, doğru uygulamak, ne Demokratik Konfederalizmin birliğini görmezden gelmek reddetmek, ne de birlik yapıyoruz diye demokratik özerkliği yani farklılıkların kendilerini özgürce örgütleyip, özgürce katılım sağladıkları bir sistemi zayıflatmak olmamalıdır.
Bu birlik doğru anlaşılırsa, bunun toplum alanına taşırılma modeli olan Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm doğru uygulanırsa işte o zaman gerçekten de “Küresel Demokrasi Kongresine” gidecek, “Dünya Demokratik Konfederalizmine” kadar gitmeyi sağlayacak, neredeyse insanlığı bir demokratik ulus çatısı altında birleştirecek bir düzey ortaya çıkabilir. Mevcut ulusal kurumlaşmalar bu anlamda artık eskimiştir, yok olmuştur. Mesela Avrupa Birliği’ni oluşturan bir hukuk ulusu olarak birçok kurum var. Bunun da ‘demokratik’ olduğu söyleniyor ama kendi çıkarlarını gözettiği oranda demokrattır. O çıkarlara azıcık dokunuldu mu, demokrasi filan kalmıyor. Avrupa’daki baskı sistemi kadar örgütlenmiş, kurumlaşmış bir baskı sistemi yoktur. O sistemi biz Kürtler iyi tanıyoruz. Ne olduğunu sokaklarında gezerek değil cezaevlerinde yaşayarak, mahkemelerine çıkarak tanıdık. Önce ‘ne büyük bir gelişmişlik, ne güçlü bir demokrasi, bizde bunu istiyoruz!’ diye hayal etmiştik ama acı bir deneyim ile gördük ki, kendi çıkarına dokunmadığı, ona hizmet ettiği oranda bu böyledir. Ama onların çıkarına biraz dokundun mu, birisi ‘bende varım, benim de haklarım var’ dediğinde ya da o haklar, hukuksal sistem haline gelmiş çıkarlarına biraz dokunduğu zaman kıyamet kopuyor. Orada demokrasi, insan hakları, hukuk, hiçbir şey kalmıyor. En sert baskı sistemi açığa çıkıyor.
‘Birleşmiş Miletler’ en katı devletlerin birliğidir
Diğeri ise, “Birleşmiş Milletler” deniliyor. Orada milletlerin birliği diye bir şey yoktur. En katı devletlerin birliği var, çıkarı var. Bu durum Önder Apo’yu doğruluyor. Aslında sadece bir devlet var. Birleşmiş Milletler değil, birleşmiş devletlerdir. Sümer’den başlayan devlet sisteminin tekliğini ifade ediyor. Ondan ötesi 150 ya da 200 şube açılmıştır. O şubeleri koordine eden yönetim olarak da “Güvenlik Konseyi” oluşturuyorlar, onlar yönlendiriyor. Tümüyle devlet çıkarlarıdır. Ulusal toplulukların oraya katılmaları mümkün değildir. Devlet olan katılıyor, o halde oraya katılabilmek için her topluluk devlet olmaya çalışıyor, işte ulus devletçiliği teşvik eden bir kurumdur. Bu kadar ulusal çatışma, boğazlaşma, katliam o sistem üzerinden çıkıyor.
Ortadoğu’daki 3. Dünya Savaşı’nın geldiği nokta ortaya çıkardı ki, o sistem sorun çözen sistem değil, sorun yaratan sistemdir. Çelişkileri, çatışmaları ortadan kaldıran değil, tam tersine çelişki ve çatışmayı teşvik eden, yaratan bir sistemdir. Kendi sistemleriyle çelişki ve çatışmayı körüklüyorlar, yaratıyorlar. Ondan sonra da niye bu çatışmalar çıktı diye çatışan tarafları suçluyorlar. Daha doğrusu halkları suçluyorlar, ezilenleri suçluyorlar, mevcut devletçi sistem birbirlerini destekleyerek toplumlar üzerindeki devletin baskıcı, sömürücü egemenliğini sürdürmeye çalışıyorlar. Böyle bir küresel dayanışma ortaya çıkartılmış durumdadır.
Birleşmiş Milletler denen şey tümden çürümüştür. Birleşmiş Milletler değil, küresel demokratik ulusun ortaya çıkartılması, küresel düzeyde demokratik ulus yapılanmasına ulaşmak, dolayısıyla Dünya Demokratik Konfederalizmi’ni hedeflemek olmalıdır. Bu temelde günümüzde hem mevcut çelişki ve çatışmaları körükleyen sistemi ortadan kaldırmak, hem de bu çatışmaları çözerek bütün dillerin, kültürlerin, halkların birbiriyle kardeşçe kendi özgürlüğü temelinde ve demokratik birliğe dayalı olarak yaşadığı bir dünyaya ulaşmayı hedefleyerek demokratik ulus mücadelesini küresel düzeyde de bu temelde ele alıp bu noktaya kadar vardırmak gerekiyor.
Tarih içerisinde devlet hiçbir zaman bugün olduğu kadar etkili olmamıştır
Toplum üzerindeki politikaları anlamak, değerlendirmek, çözümlemek gerekli ama bu politikalara karşı mücadele etmek için olursa bir değeri olur. Tersi durumda bunu kanıksama gibi bir duruma yol açabilir. Bunun fazla anlamı, faydası olmadığı gibi zarar da verebilir. Kuşkusuz geçmişte toplum bireyini şekillendiriyordu, böyle bir toplumsallık vardı. Çocuklar ve gençler ailede, cemaatte, işte eğitiliyordu. Şimdi kapitalist modernite sistemi bunu devlet tekeline almak istiyor. Toplumu devletleştirmek, bireyi devletleştirmek istiyor. Bu bakımdan da devletin ölçü ve özelliklerine göre devlete hizmet edecek insan yetiştirmeye çalışıyor. Toplumu daraltabileceği kadar daraltıyor. Yaşamı sokağı, eğitimi, işi her şeyi devlete iyi hizmet edecek, kul olacak, devletleşmiş bir kişilik yaratmak için organize ediyor. El atmadığı, tahakkümüne almak istemediği hiçbir yaşam alanı bırakmıyor.
Bunun için devlet inşaları bu kadar hızlı gelişiyor. Toplumun sorunlarını tartışıp karar alsın diye ilk olarak devrimler sürecinde ortaya çıkartılmış olan meclisler şimdi devletlerin bu tür amaçları için hizmet ettirilen araçlar haline gelmiş durumdadır. Bir kanun fabrikası gibi çalıştırılıyor ve oradan bireyi, toplumu nasıl tahakküm altına alacak, kendine hizmet eder, köle hale getirecek, onun hükümlerini, yol yöntemlerini çıkarmaya çalışıyor. Saldırı topluma karşıdır. Bu konuda Önder Apo “toplum kırım var” dedi. Böyle bir toplum kırımda başta medya ve sanat-edebiyat olmak üzere tüm araçlar kullanılıyor. Yine bu saldırı tüm toplumu hedeflemekle birlikte esas somut politikaları gençliğe yönelik oluyor. Çocukları ve gençliği şekillendiren yarını garantiye almış oluyor. O nedenle de tepeden tırnağa insan şekillenmesini neredeyse beşikten alıp sonuna kadar hep kendine göre yapılandırmaya çalışıyor. Tarih içerisinde devlet hiçbir zaman bugün olduğu kadar etkili olmamıştır. Bugünkü durumu görüp öncesini bilmemek insanlarda tarih hep böyleymiş, insanlar hep böyle yaşamış gibi bir algı uyandırıyor. Bu algı baştan yanlıştır. Devlet hiçbir zaman bu tarzda birey ve topluma böyle nüfuz etmedi, hiçbir zaman birey ve toplum bu kadar devletleşmemişti. Bu kadar büyük bir devlet gerçeği yoktu. Egemenlik, baskı, sömürü sistemi yoktu. Devletin kendine göre bir alanı vardı. Hatta devletler bu kadar toplumsallaşmayı, avamla bu kadar içli dışlı olmayı kendileri için bir küçülme sayardı. Devlet üst toplumdu ve üst toplum olarak kalmaya özen gösteriyordu. Bütün bunlar ulus-devletle değişti. Ulus-devlet sistemi de Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişiyor. Özellikle de 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana kökleşiyor.
Milliyetçi şekillenmeler ulus-devlet yapılanmasını getirdi
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya ihraç ettiği milliyetçilik aslında böyle bir devlet hegemonyasının ideolojik, psikolojik temellerini oluşturdu. Bütün ülkelerdeki milliyetçi şekillenmeler ulus-devlet yapılanmasını getirdi. Hepsi de faşist diktatörlüktür. Bunlar aşılacak mı, daha da kökleşecek mi? Şimdi onun mücadelesi veriliyor. Aslında 3. Dünya Savaşı denen, küresel kapitalist sistemi ile bölge hegemonyacılığı arasında süren çatışmanın özünde de şu var: Ortadoğu’da çok ileriye giden ulus-devlet diktatörlükleri toplumu fazla sıkıyor, tepkiler oluşuyor, dolayısıyla sistem için tehditler ortaya çıkıyor. Kapitalist modernite sistemi bu kadar tepki yaratmayacak, tehdidi azaltacak, daha usta yöntemlerle kendi egemenliğini geliştirecek bir ulus-devlet yapılanması olmalı diyor. Fakat kapitalist modernite sistemi son yüz yıldır böyle bir sistemle egemenlik kurmaya da alışmıştır. Ekonomiden bürokrasiye kadar yoğun sömürü ve talan etmiş bir burjuvalaşma var. Bu burjuvalaşmanın en tehlikeli boyutu ise siyasal oligarşi alanındadır. Oluşan bu faşist oligarşik yapılanma küresel kapitalizmin desteğiyle Ortadoğu’da böyle bir egemenlik kurdu ve kendini şekillendirdi. Bunun da böyle kalmasını istiyor. Çünkü o şekilde palazlandı, güçlendi. Çatışma da bunun içindir. Sisteme “beni böyle kabul et!” diyor, sistem de “sen mevcut durumunla bana tehdit oluşturuyorsun. Biraz tehlikeleri azalt” diyor ve ortaya çıkan bu çelişki işleri çatışmaya görürmüş oluyor.
Vahşi kapitalizm denilen dönemin ve onun ulus-devlet saldırganlığını da küresel kapitalizmin değişiklik isteminin de doğru anlaşılması gerekiyor. Özünde hiçbir farkı yoktur. Her ikisi de birey ve toplumu yok etmek istiyor. Bir kültürel soykırım, kültür kırım özelliği taşıyor ve dolayısıyla da toplum kırım özelliği taşıyor. Bütün bunları anlamak, kafa yormak ve üzerinde daha fazla araştırma-inceleme yapmak gerekiyor. Bu yönlü çabalarımız ve somut bilgilerimiz eksiktir. Topluma, gençliğe, çocuklara değişik biçimlerde ne tür özel savaş politikaları dayatılıyor? Bu dayatılan politikalar nerede ne zaman hangi kesim üzerinde ne tür etkilerde bulunuyor? Bunları ortaya çıkaracak çalışmalara ihtiyaç var. Çünkü karşı politikaları, toplumcu-demokratik politikaları zamanında, yerinde, etkili bir biçimde geliştirmek, buna karşı mücadele edebilmek için bu gerekiyor.
Önemli olan mücadele durumudur
Şimdi burada önemli olan mücadele durumu oluyor. Mücadele edilmez, karşı durulmazsa kapitalizm ve ulus-devlet bitirir, çünkü saldırıları bitiricidir. Bireyi bitirir, toplumu bitirir; kültür, ahlak, değer bırakmaz. Önder Apo buna ‘robotlaştırma’ diyordu. Gerçekten de robotlaştırıyor. Aynı biçimde ve aynı tempoyla doğaya da saldırıyor. Eğer önü alınmaz, topluma ve doğaya bu biçimdeki saldırı bu şekilde devam ederse sonu kıyamettir. Burada bitişten, felaketten başka bir şeyin çıkmayacağını görmek ve söylemek kahin olmayı gerektirmiyor. Bu, gözle görülecek kadar açıktır.
Kapitalizmin bu saldırısı karşı konulmaz olmadığı gibi her şey ona bağlı da değildir. Önder Apo “Kapitalizm de tarihsel süreç içerisinde boşluklardan yararlanarak ortaya çıktı, saldırı yürüttü” dedi. Demek ki toplum doğru ve yeterli mücadele yürütebilirse, kendine ve doğaya sahip çıkarsa, tarihsel gerçeği ile bütünleşirse bu vahşet, saldırganlık durdurulabilir. Buna da inanmak lazım. Bu saldırının en tehlikeli boyutu ise bu bilinci, inancı kırmasıdır. Öyle bir hava yaratıyor ki, bu sisteme karşı kimse duramaz, karşı mücadele başarılı olmaz, artık dünyanın sonu budur, insanlık burada sona erdi. Dolayısıyla hiç karşı durmamak ve teslim olmak lazım! İşte toplumlarda köşe dönmeci felsefe böyle ortaya çıkarılıyor, bananecilik, vurdumduymazlık böyle oluşturuluyor, birey düşünce olarak böyle teslim alınıyor. Ondan sonra teslim alınmış düşünce üzerinde de her türlü saldırı yürütülebiliyor. Büyük tehlike itiraz edememede, teslim olmadadır. Bir defa direnci kırar teslimiyeti geliştirirse, onun üzerinde her şeyi inşa edebiliyor ve bireyi-toplumu istediği gibi şekillendirip kendi hizmetine koşa biliyor.
Ulus-devlet bir zorunluluk değildir
Bu nedenle öncelikle bu tehlikeyi görmek, topluma göstermek ve iyi anlatmak gereklidir. İkinci, bu sistemin bir tanrı yaratımı olmadığını, bir gereklilik, zorunluluk olmadığını, tersine bir saldırı olduğunu ve dolayısıyla da buna karşı mücadele edilebileceğini anlamak, bilmek ve aynı şekilde toplumu da bu mücadeleye sevk edebilmek gereklidir. Üçüncüsü, uygun, sonuç alıcı yol-yöntem bulmak, örgütsel sistemler geliştirmek ve direnmek, mücadele etmek, politik-ahlaki toplum gerçeğini, demokratik toplum sistemini geliştirmek ve yaşatmak lazım. Günümüzde devrim budur. Devrimci mücadelenin özünde bu vardır. Bununla bütünleşmeyen çabaların devrimciliği yoktur. Bunun dışındaki siyasi-askeri boyutlu çabaların, devrim adlı girişimlerin sonuçta bu sisteme hizmet etmekten öteye bir sonuca varmadığını 20. yüzyıl pratiğinde net gördük. O nedenle devrimin bir iktidar olgusu, devleti ele geçirme, ekonomiye hükmetme, siyasi-askeri mücadele yürüterek başarma, olarak görmemek lazım. O devrimin saptırılmış biçimi, daha doğrusu devletçi paradigma tarafından özümsenmiş halidir.
Devletçi paradigma öyle yaparak devrimi de kendi içine çekerek aslında toplumu yok ediyor. Bu da bir ulus-devlet uydurmasıdır. Öyle bir devrimcilik yok ama öyle göstererek bireye ve topluma o alanı da kapatıyor. Yapacaksanız da beni yeniden üretme temelinde yapacaksınız, diyor ve yıkılırken kendini güçlendirmeye, toplumun mücadelesini kendini yenilenmeye dönüştürüyor. Bunu Önder Apo çok iyi ifade etti. Özellikle reel sosyalizmin çözülüşü bu tür sonuçları ortaya çıkarmayı gerektirdi. Çünkü iddiası ebediyetti. Dünya var oldukça biz var olacağız diyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın altıda birine hükmettik. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ‘üçte birine hükmediyoruz gerisini de getireceğiz’ derken fiske bile vurulmadan tuz buz oldu, dağılıp çöktü. Bu sorunun değerlendirmesi önemlidir. Nedenleri sorgulandığında devrim o değildi. Bir devleti yıkıp yenisini kurmak, bir siyasi-askeri egemenliğe son verip yenisini inşa etmek devrim filan değildi. O halde devrim insanın ve toplumun kendini koruması ve geliştirmesidir. Toplumsal kültürün, ahlakın, politikanın korunması, geliştirilmesi, işlevsel kılınması, topluma hükmeder olmasıdır. Şimdi devlet hegemonyası bunu yok ediyor. Devletten yeni bir devlete geçiş toplumun kültürünü, ahlakını, politikasını daha fazla yok ediyor. Bunu da devrim değil karşı devrim denilir. Devrimi doğru anlamak, devrimci mücadeleyi doğru yürütmek önemlidir. Bunlar paradigma değişimi temelinde daha iyi açığa çıktı. O halde bu değişim bizim yaşamımıza, mücadelemize yansımalıdır.
PKK’nin çıkışında paradigma değişimi bile yokken, PKK’nin soykırıma karşı duruşta refleksleri daha güçlüydü. Tehlikeyi daha çok görüyordu. Şimdi paradigma değişimi ile bu refleks daha fazla artacakken, mücadele tümüyle buraya yoğunlaşacakken buradan uzak durma var. Bu da aslında kapitalist modernite saldırılarının ne kadar güçlü olduğunu kültürel soykırım saldırılarının ne kadar güçlü ve etkili olduğunu gösteriyor. Bunlar karşısında devrimin daha güçlü olması lazım. Karşı devrim güçlü diye devrim kendi mücadelesinden vazgeçemez. Karşı taraf güçlüyse, bu bizi daha fazla güçlü olmaya sevk etmelidir.
Kültürel mücadele, ahlaki-politik ölçüler ve bunları gerçekleştirecek ideolojik eğitim ve mücadele çok önemlidir. Devrimin gerçeği de budur. Onun için PKK mücadele ettikçe, şimdi ulaştığı nokta birey ve toplumu korumak; özgür birey ve demokratik toplum yaratmak amacı oldu. Tüm amaçlarının başına bunu yerleştirdi. Kişilik devrimi, zihniyet ve vicdan devrimi, kültür devrimi, ideolojik devrim bunu ifade ediyor. İdeolojik mücadelenin bu kadar önem kazanması buradan geliyor. O bakımdan ‘düşman şunları şunları yapıyor’ deyip durmamak lazım. Düşmanın ne yaptığı değil devrimin ne yapması gerektiğini açığa çıkarmak ve bir de sadece söylememek anı anına yapabilmek lazım.
Burada sorun imkan sorunu değil, sorun kişilik sorunu, toplumsal kültür, ahlak, politika sorunudur. Toplumun örgütlü var olma sorunudur. Toplumsal olabilme durumudur. Demokratik komünalizmden de ifade edilen budur. Bu bakımdan sorunu politik-askeri olarak görmek, çözümü orada aramaya çalışmak yanlıştır. Dahası bir sapma bile olabilir. Sorunun politik-askeri boyutunun çok az olduğunu, esas boyutun felsefik, ideolojik ve kültürel olduğunu daha iyi görmek ve kabul etmek, çalışmalarımızı, yaşamımızı, mücadelemizi buraya oturtmak zorundayız. Paradigmanın gereği de bunu istiyor. Günlük pratikler de bunu dayatıyor.
Devrimci çalışmaların gerçeğini, planlamasını, karşı devrim saldırılarını boşa çıkartacak ve devrimi ilerletecek tarzda yeniden yapılandırmak gereklidir. Bunun için en başta eğitim gerekiyor. Kapitalizm bu kadar aracı boşuna kullanmıyor. Neredeyse tekniği insanın ruhuna hükmeder hale getirdi ve dağ başlarına kadar ulaştırıyor. Beş kuruş parası olmayan bile en modern tekniği elinde bulunduruyor. Yiyecek bulamıyor, ne olduğunu düşünemiyor bile ama elinde en modern teknik var. Unutmamak gerekiyor ki, toplum kırım kültürel-ideolojik bombardımanla yürüyor. İnsanların beynine, ruhuna, duygusuna saldırılıyor, hükmediliyor. Hangi araç ne kadar etkili oluyorsa hepsi değerlendiriliyor, hepsi birden kullanılıyor. Bu bir ideolojik saldırıdır, bu bir karşı tarafı teslim alma, vurma, eğitme yöntemidir. O halde bütün bunları boşa çıkartacak kadar etkinlikte, yaygınlıkta bir eğitime, ideolojik mücadeleye, propaganda ve ajitasyona, kültür ve edebiyat çalışmasına ihtiyaç var. Bireyin ruh, duygu, düşünce dünyasını devrimci değerler, toplumcu değerler temelinde şekillenmesi lazım.
Demokratik toplum örgütlü toplum demektir
Demokratik ulus bilinci ve örgütlülüğü Önderlik felsefesi, teorisi ve ideolojik-politik çizgisidir. PKK bunun çekirdeği olan parti örgütüdür. Önderlik kök parti demiştir. PKK, böyle bir demokratik ulus olma, demokratik toplum olarak örgütlenme mücadelesinin çekirdeğidir. Partide yaratılan çözüm, örgütlenme bilinci, iradesi ve sistemi topluma yayılarak örgütlü toplum ortaya çıkarılmaktadır. Buna demokratik toplum diyoruz. Demokratik toplum, örgütlü toplum demektir.
Demokratik ulus, kendini örgütlemiş, kendisini kendi örgütleriyle yöneten ulus demektir. Örgütsüz ulusa demokratik ulus denemez. Bir yönüyle demokrasi örgütlülük demektir. Neden? Çünkü demokrasiyi, kendi olmak, kendi kendini yönetmek olarak tanımlıyorsak; insan kendini ancak örgütlenerek yönetebilir. Örgütlü birey ancak planlı, projeli ve başkalarıyla birlikte çalışarak yapı kazanabilir. Dolayısıyla demokratik toplum, demokratik ulusun bireyi de örgütlü bireydir. Buna özgür birey diyoruz. Özgür birey olmanın temel karakteri örgütlü olmasıdır. Özgürlükle örgütlülük başattır. Örgütlü olmayanın özgürlüğü olmaz. Çünkü iradesi olmaz. Özgürlüğün çok önemli bir boyutu iradeyse, bu irade örgütlülükle sağlanır.
Bugün dünyayı arkasına alıp imha etmek, ezmek için bütün gericiliğin saldırılara karşı kendini bilinçlendirmiş ve örgütlemiş, her türlü fedakârlığı göstererek bedeli göze alan, ülke için, özgür geleceği için ölümüne direnen bir halk gerçekliği söz konusudur.
Toplum kendini örgütlemekte, kendi örgütlülüğüyle direnmektedir. Halk bu hale nasıl geldi? İşte bunun anlaşılması önemlidir. Bunu anlatmak da önemlidir. Bilimsel olarak anlaşılması, edebi olarak da izah edilmesi gerekmektedir. Önderlik, bütün bu gelişmelere yol açan gerçekliğin doğru anlaşılmasını ve analiz edilmesini istedi. Bu da Önderlik gerçeğinin, şehit ve parti gerçeğinin, çizginin anlaşılmasını gerektirmektedir.
Değişim bireyde ve toplumda, onun kültüründe, ahlakında, ruhunda, duygularında, değer yargılarındadır. Kürt toplumu Önderlik ve Parti gerçeğiyle köklü bir paradigma değişimi yaşamıştır. Hala da bu devam etmektedir. Sömürgeciliğin, iktidarcı-devletçi sistemin, milliyetçiliğin oluşturmaya çalıştığı paradigmayı kırmış, yerle bir etmiştir. Bugün kahramanca direnen halk gerçekliği böyle ortaya çıkmıştır.
Yeni toplum inşası yeni insanla olur. Bu da kadro ve toplum eğitimi demektir. Kadroyu ve halkı eğitmedikçe demokratik komünal yaşamın, demokratik ulus yaşamının gereklerine göre kadro, toplum eğitimi yapmadıkça inşa yapılamaz. İnşa bir eylemdir ve eylem eğitime göre olur. Ne kadar eğitim o kadar örgüt ve eylemdir. Önder Apo reel sosyalizm çözülüşünü ‘kadrosunu, insanını yaratamadığı için çözüldü’ dedi.
Kurum toplumla bütünleştiği ölçüde demokratik kurum olur, öyle olmazsa devlet kurumuna dönüşür. Onun için kurumlarda KCK’yi örgütlemeliyiz ama o kurumların esası demokratik ulus, demokratik toplum inşasıdır. Daha doğrusu demokratik ulus inşası=örgütlü toplum. Her alanda örgütlü toplumun kendini yönetir hale getirmesi gerekiyor. Toplumun kendini yönetir hale gelebilmesi için her alanda eğitim lazım. Kadrosunu eğiteceksin, toplumu eğiteceksin. Kendi kadrosunu eğitmedikçe demokratik ulusu inşa edemeyiz. Demokratik ulus kadrosunu eğitmedikçe, toplumu demokratik ulus bilinciyle eğitmedikçe inşa edemeyiz. Eğittiğimiz kadar inşa çalışması yürütürüz. İnşanın önemli bir boyutu ne kadar eğitim çalışması yürütüyorsa bir gücün o kadar inşa çalışması yürüttüğünden söz edebiliriz.
İdeolojik ölçüler, ilkeler önemlidir
İnşada ikinci husus da çalışma ve eylem tarzıdır. İnşa eylem demektir. Ama inşa eylem olarak görülmüyor. Sadece protesto, yani karşı tarafa vurma durumu eylem olarak görülüyor. Kendi yaşamını inşa, kendi etrafını inşa çalışma olarak görülmüyor. Böyle organizasyonlarımız, birliklerimiz olmalıdır. Toplumun hepsini seferber etmeliyiz. Kimisi kültür, kimisi eğitim, kimisi sağlık birimlerinde, büyük çoğunluğu ekonomik birliklerde yer almalı, çalışmalıdır. Nasıl gerilla birliklerinde savaşıyorsa bütün bu alanların, demokratik ulusun inşasının bütün boyutlarına ilişkin birlikler olmalıdır. Özellikle gençlik bunları dönemin en devrimci eylemi olarak görmelidir. Hareketle birlikte nerede ne yapmak gerekliyse kararlaştırmalı, planlamalı ve seferber etmeli, uygulamalıdır.
Üzerinde durmamız gereken diğer önemli konu ise ideolojik ve örgütsel mücadeledir. Önder Apo şunu söyledi: Benim temel karakterim örgütsel çizgi savaşçılığımdır. Bu Önderlik özelliğidir. Yani Önderliğin temel karakteridir. İdeolojik-örgütsel savaşçılık kadro olmanın temel karakteridir, özelliğidir. Bir kadro kendi içinde ve dışında ideolojik-örgütsel savaş yapandır. Her türlü ideolojik-örgütsel mücadeleyi, sınıf ve cins mücadelesini yürütendir. Vurdumduymaz olan, idare eden, görmezden gelen, her şeye tenezzül eden kesinlikle kadro olamaz.
Kadro ölçülerini yükseltmek, kendini toplumla bütünleştirmek, özgürlük amacı ve ilkeleriyle bütünleştirmek, donatmakla olur. Eğitimlerimizi bunu sağlamalı, örgüt bunu yaratmalı, pratik mücadelede bunu ortaya çıkartmalıyız. Bu konu iyi anlaşılmalı ve tartışılmalıdır. İdeolojik-örgütsel çizgiyi anlamak, onun mücadelesini vermek önemlidir. Bir kadro için, şu ya da bu alanda görevlendirme olabilir, askeri çalışma yürütebilir, siyasi çalışma yürütebilir, halkı örgütleyebilir. Bunlar pratik iş bölümleridir. Askeri çalışma içinde olurken kuşkusuz diplomatik görevler yapamaz, ama hangi görevde olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın her kadronun birinci görevi ideolojik-örgütsel çizgi savaşçılığı, mücadelesidir, propaganda etmektir, eğitimdir. “Bunu birileri yapar, ötekiler yapmaz” diye bir şey yoktur, bu kadro olmanın görevidir. Burada iş bölümü yoktur. Bu işleri daha iyi yürütelim diye ideolojik alan, basın vb örgütleniyor. İdeolojik-örgütsel mücadeleyi başkasına havale etmek militanlık değildir; köleliktir, zavallılıktır. Oradan buradan bir şey bekleyen insanın halidir. Devrimci insan yapandır, militan daha fazlasını yapandır. Önder Apo, “Ben eşitler arasında hizmette birinciyim. Bir militan kadar çalışıyorum, bir de militanların işlerinin yarısına da yardımcı oluyorum” dedi. Doğru kadro böyle olur, tempo böyle gelişir.
İdeolojik ölçüler, ilkeler önemlidir. Önderliğin öğrenilmesi, özümsenmesi önemlidir. Önderlik ilke ve ölçüleriyle donanarak ona ters olan her şeyle mücadele halinde olmak önemlidir.”