Şimdi uzak zamanları düşlüyorum, bu incecik patikaların taşıdığı sonsuz ağırlığı… Gözünüzün değdiği tüm detayları… Dersim’de Munzur’a bakan tüm vadilerdeki meşe ağaçlarını mesela. Gabar’daki Badem ağaçlarını… Toprak altında baharla birlikte sizi açmak için sabırsızca cemrelerin düşmesini bekleyen kökleri… Nice yorgunluğun ardından vardığınız çeşmeleri mesela… Boylu boyunca uzandığınız o toprağı…
HABER MERKEZİ
Coşkun akan suların uğultusu, her bir yağmur damlasının kendine has sesinin yarattığı ritim. Zirveler beyaza bürünmüş, ruha kazandırdığı erişilmez dinginlikle. Her bir zirvede kaç metre yağdığını bilmediğim karların altında onurun-özgürlüğün, toprağının nöbetçileri… Sadece bir yumruk kadar olan o gencecik kalplerinde karın altında bile bir toplumun umudunu büyüten ciğer pareleri…
Onyıllardır Kürdistan’ın tüm patikalarına, vadilerine, zirvelerine ayak basmış, tüm bu zamanların yağmurunda ıslanmış, ayazında donmuş, sıcağında kavrulmuş, meşe ağaçlarının sırdaşı olmuş ve bayrak yarışına hiç ama hiç ara vermemiş kadınlı erkekli aşk işçileri onlar. Tanıyorsunuz!
Uzaktayken ‘bir daha ne zaman?’ diyerek iç geçirdiğim hayal gibi gelen, yanlarına varınca hala hayal gibi hissettiren şeyi düşünüyorum. ‘Umudun ve sevginin yoğunluğunda yoğrulmak’ diyorum. Sonra ’Hayır sadece o değil! Bu; toprak sevgisi, ülke olmak, her bir savaşçıdan birer ülke yaratmak’ diyorum. Hemen ardından ne söylesem hakkını teslim edemeyecekmişim duygusuna kapılıyorum. Biliyorum, daha fazlası çünkü!
Anlam zamana işlemiş de havada asılı sanki. Yoksa her nefeste neden ağırlaşsın ki bu kadar yüreğim? Ciğerlerime hava yerine anılar soluyorum. Tanıdığım, tanımadığım gerillaların anılarıyla doluyorum…
Dem, Ağustos’tan bu yana içimde devinip duran ve dağlara varmadan hiçbir söz söylemeye cesaret edemediğim, adını söylersem sebebi ben olacakmışım gibi dokunmaya kıyamadığım Atakan yoldaşa selam gönderme demidir…
***
“…Unutulmuşsam savaş sayfasında
beyaz ipekler içinde değilsem de
doğanın çıplaklığında ve yalınlığında
düşmüşsem örneğin
hem de savaşta
bedenimden sana
kalbim, fikrim
bahar yaprağı fiziğim kalsa da
veya bir parça yüzüm…
Ürkmezsen eğer
eğil ve öp beni
ama ağlama…”
demiştin ya Atakan yoldaş, kalbini dile getirdiğin şiirinde. Unutmak ne kelime; buram buram sen kokuyor, siz kokuyor dağlar be yoldaşım! Özlemin, okyanusun deli dalgalarının hiç gidilmeyen kıyıları dövmesi gibi acıtsa da göğsümün tam orta yerini, seni hatırlatan diğer anılar gibi başım gözüm üstüne!
Seni anlatmaya kalkışmak ne haddime! Sadece varlığının yoğunluğunu bil istedim. Senin gibi, bu çağın görebileceği en bilge-mütevazı devrimcilerden biriyle zamanlarımızın kesişmesi, seni senden tanımanın onuru yeter bana.
Sen, hep uzak diyarların, sonu olmayan patikaların, zorun tam ortasında hakikati, inancı ve kahkahanı bir derviş misali taşıdın gönüllere. Eşit olmayan bu savaşta haklı olmanın cesaretiyle fikir ve anlam savaşçılığı yürütmekti işin. Sana en yakışan iş yani. Ama yine de “bir kucaklamada ellerin birbirine değeceği kadar yer kaplayan bir insan, nasıl olur da her yerde ve her şeyde olabilir?” diye sormadan edemiyorum. Ve biliyorum, tüm soruların olduğu gibi bu sorunun da en güzel cevabı sende. Bırak, vereceğin felsefi cevabın peşinden koşayım zamanda delicesine. Buluşmaları ertelediğimiz devrim sonrasının baharlarından birinde nasılsa vereceksin cevabı…
Bak bir ezgi yükseliyor karşıki dağlardan, duyuyor musun?
“Şu Dersim’in dağları,
vay lele le vay,
şu Dersim’in dağları vay,
yiğitlerin otağı vay lele le vay
yiğitlerin otağı vay…”
ARMANCIMIZ…
“Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır; küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgarda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla yalazlanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız.” Galeano
Saf ışıktı bizim Armanc…
Ne gün ne güneşin görünmezliğini engelleyemediği. Ruhu ahularla yıkanmıştı… İnsanı, yoldaşı hissedişin böyle bir raddesi sadece ve sadece O’na hastı. Omuzlarında taşıdığı yükü aynı zamanda gururuydu da. Yoldaşlarını ayrı ayrı hissedip sevmek, büyük bir sorumluluk. O, bu sorumluluğu can-ı gönülden kabullenmişti. Gülün dikeninin her acıtışında toprağa sevgi adına saldığı ayrı bir kök misali. Toprakla böyle büyük bağ, bir madalya gibi duruyordu göğsünün orta yerinde.
Çatık kaşlarına bakmayın siz O’nun, hemen ardından gelecek tebessümü ve o tok sesini asırlar boyu bekleyebilirdiniz. Sesinin tınısının yarattığı mutluluğu inanın herhangi bir dünyevi şey veremezdi.
Apaktı bizim Armanc…
Sonbahar’ın telaşlı pamuk bulutlarını bilir misiniz? Gökyüzünün güneş ışınlarının aylardır bedenini dövmesinden usanmış maviliğini gideren, bereketi müjdeleyen o ilk bulutlar. Öyleydi işte Armanc.
İnanç ve umut doluydu bizim Armanc…
Büyülü günlere inanmazdı, şansa da! Birey ve toplumlar ancak direnişle hakikatlerini yaşatarak varlıklarını ispatlayabilir ve özgürlüğe böyle yürünebilirdi onun inanışında. Bunun için canla-başla savaşmak, mücadeleyi büyütmek, örgütlülüğü kıtalar ardına taşırmak gerekirdi. Bu uğurda nerede ihtiyaç varsa orada olmuştu ya. Yoksa kim heybetli Zagrosları, onun özgürlük kokusunu ardında bırakıp Avrupa’nın yollarını tutturabilirdi ki O’na?
Emekçiydi bizim Armanc…
Dedim ya; mekan fark etmeksizin, ülkesini sol göğsünde taşıyarak kapı kapı dolaştı. Toplumunun tüm dertlerine çare aradı, kavgalar etti iyilik, güzellik ve özgürlük adına. Onlarla ağladı, onlarla güldü… Çok sevdi onları. Hele onlar nasıl sevdi Armancı… Gözlerimle gördüm sevginin nasıl ilmik ilmik işlendiğini…
Komutandı bizim Armanc…
Ateşlerde sınanarak ilerlediği hayat yolculuğunun hem yaşam hem de savaş komutanıydı Armanc. Savaşçılarını karındaşıymış gibi sevdi. Üzerlerine titredi, bıkmadan-usanmadan anlattı. En çok da nasıl irade olacaklarını ve savaşın kızgınlığında kendilerini nasıl korumaları gerektiğini. Öfkelerini diri tutmalarını ama sadece öfkenin özgürlük savaşçısına yetmeyeceğini, onu bilinçle yoğurmaları gerektiğini öğütledi. Yitirdiği her savaşçısına, yoldaşına ayrı ayrı gözyaşı dökmesini de bildi. Belki yaslarını tutacak zamanı hiç olmayacaktı kalbi attıkça ama yüreğinde hepsine yer yaptı. Bir insan yüreğini kaç parçaya bölebilirse o kadar böldü! Özlemini ay ve yıldızların parıldadığı tüm gecelerde bir kayaya yaslanarak usul usul gözyaşlarını toprağa salarak giderdi… Hiçbir yarasını yoldaşına göstermemeye özen gösterdi. Zira öyle öğrenmişti.
Parçası olduğu, dünyanın vicdanı olarak nam salmış Özgürlük Hareketi’nin bir ferdi olmak O’nun kendine verdiği en kıymetli hediyesiydi. Bu hediyenin ağırlığınca sevdi, yaşadı ve savaştı Armanc.
“bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kağıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim
…
evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü
…
öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım…”
Furuğ Ferruhzad
***
Şimdi uzak zamanları düşlüyorum, bu incecik patikaların taşıdığı sonsuz ağırlığı… Gözünüzün değdiği tüm detayları… Dersim’de Munzur’a bakan tüm vadilerdeki meşe ağaçlarını mesela. Gabar’daki Badem ağaçlarını… Toprak altında baharla birlikte sizi açmak için sabırsızca cemrelerin düşmesini bekleyen kökleri… Nice yorgunluğun ardından vardığınız çeşmeleri mesela… Boylu boyunca uzandığınız o toprağı…
En çok da herkese ve herşeye yeten sevginizin çıkarsızlığını düşlüyorum… Bu arada sevme şeklinizi ne çok sevdiğimi keşfediyorum! O da sevilir mi demeyin! Sizi ne çok sevdiğimi biliyorsunuz. Nasıl özlediğimi, son nefese kadar nasıl özleyeceğimi de!
BİRCAN YILDIZ