HABER MERKEZİ- Xebat Andok yazdı:
DEVLETÇİ SİSTEM ÖZNE-NESNE SİSTEMİDİR
Çokça tartışılan modernist paradigmanın temellerinin ‘bilimsel devrimler çağı’ denilen 16 ve 17. yüzyıllarda, daha çok da Galileo, Bacon, Locke, Descartes ve sonraları Newton tarafından atıldığı belirtilir. Modernist paradigma bilimsel düşüncenin hakim olduğu dönemin bir ürünü olarak ele alındığında, tarihsel gelişimle bağı kopartılmış olur. Bu yaklaşımın kendisi tarihselliği bertaraf ettiğinden tam da modernist paradigmanın düşünüş tarzına uygun olmaktadır. Yine de devletçi paradigmanın dönem paradigması olan modernist paradigmanın oluşturulmasında büyük katkıları olan adı geçen şahıslara kısaca değinmek, devletçi sistemin kendisini nasıl bir zihni yapılanma üzerine kurduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Galileo
Galileo deneycidir, pozitivist bir yaklaşımla olgu kapsamına girmeyen şeyleri bilimin dışına iter. Bilgiye ulaşmada zihni şeyleri önemsememiştir. Matematiksel bir yaklaşımla mutlak ve her şeyin kapısını aralayabilen bir yetkin bilgiye ulaşmak ister. Bu yaklaşımlarıyla görünür şeylerle zihni şeyleri birbirinden ayırır ve bunlardan duyulur şeyleri esas alır. Yani bunları özneleştirir.
Bacon
Aynı yolun yolcusu olan Bacon da bir deneycidir. Ona göre de bilimin konusu duyulur şeylerdir ve ancak tümevarım yöntemiyle gerçek bilgiye ulaşılabilir. Ona göre tüm bilgilerin kaynağı doğadır. Tüm bilgileri kendisinde toplamış olan bu doğa karşısında insan zayıftır, bu yönüyle doğa insana hükmetmektedir. Doğa kendisindeki bilgiyi vermemesi yönüyle cimridir, eli sıkıdır, diğer yandan insanlara hükmetmesi yönüyle de tahakkümcüdür, vahşidir. ‘Bilgi güçtür’ ve bilgilenmek için de önce doğaya boyun eğmeli, sonrasında da ona hükmetmeli. Kendindeki bilgiyi vermeye yanaşmayan doğaya gerekirse, işkence edilmelidir. Doğayı tanımlarken, İngilizcede kadını tanımlamak için kullanılan ‘she’ ve ‘her’ kelimelerini kullanan, İngiliz devletinde Adalet Bakanlığı ve yargıçlık yapmış olan Bacon’un doğaya bu yaklaşımında, Engizisyon’un şeytanla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle cezalandırılan kadınlara uygulanan yöntemlerden esinlendiği açıktır. Bu yönüyle de Bacon doğa ve kadını özdeşleştirerek aynı yaklaşım içinde olmuştur. Kadına işkence eden Engizisyon’un yerini doğaya işkence etmeyi bilgilenmek ve doğaya hakim olmak için gerekli gören Bacon alır. Zaten Bacon’u kendisinden önceki bilgi arayışçılarından ayıran en temel özelliklerden biri de diğerlerinin amacının doğayı anlamak olmasıyken, Bacon’un amacının doğaya hükmetmek olmasıdır. Özcesi Bacon yaklaşımında doğa nesne iken, insan öznedir. İnsan yaklaşımından hareketle de erkek özne iken, kadın nesnedir.
Descartes
Tüm bunları mekanistik felsefe olarak bir sisteme kavuşturan Descartes’ta bu görüşlerin daha sistematik halini görmekteyiz. Tüm evreni bir makine olarak ele alan Descartes, her şeyi mekanik yasalara göre işleyen, yer kaplayan ama düşünemeyen madde ve mekanik yasalara göre işlemeyen, yer kaplamayan ama düşünen ruh olarak keskin bir ayrıma tabi tutar. Ruhsal özellikleri, insanın bedeni de dahil olmak üzere tüm maddenin dışında tutar. Madde cansız, ruhsuz olurken tüm evren de cansız bir makineye indirgenmiş olur. Ona göre doğada ruhu ve maddeyi aynı bedende barındıran tek varlık insandır. İnsan dışındakilerde bir canlılık emaresi yoktur ve onlar bir makineden farksızdır. Doğa, insanlara kendi amaçları için şekillendirilmek üzere verilmiş koca bir makinedir. Hayvanlar sadece beden yönüyle insana benzer, onlarda akıl adına herhangi bir şey yoktur. O da ruh-beden ayrımını çok keskince yaparak eğilimini akıldan yana kullanır. Onun düşünce sistematiğinde de müthiş bir insan-merkezcilik görülmektedir. Aslında insanın da gelmiş olduğu canlı doğa, cansız kılınırken, insan adeta tek canlı haline getirilmektedir. İnsanı özneleştirirken, doğayı tüm bileşenleriyle birlikte insanın her türden tasarrufuna açık hale getirerek nesneleştirir. Bununla da yetinmeyerek insanı da beden-akıl (madde-ruh) ayrımına tabi tutar ve bunları birbiriyle ilişkisiz şeylermiş gibi ele alır. Akılı özneleştirirken, bedeni nesneleştirir. Parçalayan zihniyetini elini attığı her şeye vurur. Bu yaklaşım ve yöntemleriyle zaten analitik geometrinin de kurucusu olur.
Locke
Locke da bu parçacı, bütün ile parçayı birbirinden keskince ayıran yaklaşımı topluma uyarlayarak, sosyal bilim ayağını tamamlamak istemiştir. Atomist toplum modeliyle birey ve toplumu birbirinden tümden koparmış, toplumu bireylerden oluşan bir şey olarak değerlendirmiştir. İnsanı gelenekten ve tarihten kopartan, kendini gerçekleştirmede bireyci bir tutum içinde olmuştur. O da gün ile tarihi, birey ile toplumu birbirinden koparmıştır. Yaklaşımı parçalı olduğundan da gerçeği vermekten uzaktır. Onun bireyi bu kadar öne çıkaran yaklaşımları, ABD Bağımsızlık Bildirisi’ni hazırlayan Thomas Jefferson’un hazırladığı bildiride etkili olmuştur.
Newton
Newton da bilimsellik adına ortaya konulan tüm şeylerin bilim ayağını oluşturur. Newton yaptığı deneyler ve ileri sürdüğü evrensel yasalarla tüm bu görüşleri doğrularcasına makro kozmosun tüm sırlarını ifşa etmiştir. Hatta kendilerinden o kadar emindirler ki bir fizikçi olan Laplace, tek bir evrenin olduğunu, bu evrenin de tüm yasalarının zaten Newton tarafından ortaya konulduğunu, kendilerine keşfedilecek bir şeyin kalmadığını belirterek hayıflanır. Böylelikle de eşitsizlik üzerine kurulu, var olanı parçalayarak kimilerini özneleştirip kimilerini de nesneleştiren, kimilerini büyütürken kimilerini küçülten, kimilerini değerli kimilerini değersiz gören, kimilerini esas kimilerini tali kılan, kimilerini önemli kimilerini önemsiz vb gören ve bunlardan her zaman birini diğerine hakim hale getiren, anlamlı bir bütünlük oluşturmayan egemenlikçi sistemin meşruiyet ayağı oluşturulmuş olur. Egemenlikte görülen eşitsizlik, bu ikiliklerle tarih boyunca ihtiyaç duyduğu meşruiyet zeminini bulmuş olur, böylelikle.
Hiyerarşik devletçi sistemin zihniyeti ve paradigması
Ortak payda, insan bedeninden tutalım doğadaki her şeyi birbirinden ayırmalarıdır. Varlığı, oluşu parçalara ayırarak bunlardan birini esas almak, öne çıkarmak, diğerini de ikincil planda görmek. Ortak yaklaşım birinin her zaman için özne diğerinin ise nesne olmasıdır. Felsefi bilimsel ayağını bu filozof ve bilim adamlarının hazırladığı bu zihni yapılanmanın aslında tam da mevcut hiyerarşik devletçi sistemin zihniyetinin sürekli hali olduğunu görmek gerekir. Dönem değişse de hakim düşünüş tarzları değişse de tıpkı devletin biçiminin değişmesine rağmen özünün değişmemesi gibi, bu zihni yapılanma da devletli sistemi yaratan ve her zaman üreten temel zihniyet formu olarak tüm devletli uygarlık tarihi boyunca değişmez temel formdur. Bu, gerçek-hakikat diye, insanlara aşılanır ve böylelikle de gücünü toplumun alıklaştırılmasından alan egemenlikçi sistem, bir kader olarak kabul edilir. Sistemi aşmak adına ortaya çıkan hareketler, ideolojiler ve hatta sistemler de bu algılamadan tam anlamıyla kendilerini kurtaramadıklarından istem ve talepleri sistem dışı olsa da yaşadıkları, yaratımları sistem içi olmaktan kurtulamaz. Talepleri eşitlikçi olsa da eşitsizlik yaratırlar. Özgürlük istemelerine karşın yeni bir egemenlik sistemini ve yaşam tarzını kurarlar. Adalet istemelerine karşın adil olmayan bir sistem ve yaşam tarzı kurarlar vb. Sistem içinde erimeler, hatta sistemi daha da derinleştirmeler böylelikle sisteme karşı mücadele yürütmüş kesimler eliyle gerçekleşir. Peygamberlik geleneği, Marksizm adına yürütülen mücadeleler, yirminci yüzyılda çok yaygınca görülen ulusal kurtuluş hareketleri, reel sosyalist pratik bunun en bariz örnekleridir. Önderliğimiz “tüm sistemin bilme kapasitesini bilmenin ufkuna alamayan bir teorinin eksik olduğunu ve karşıt teorilerin ufku içinde erimekten kurtulamayacağını temel ideolojik mücadele gerçeği olarak anlamalıyız” derken bu gerçeklere dikkat çekmektedir. Halbuki aslolan modernist paradigma denilen şeyin tamamen sınıflı devletçi uygarlığın paradigması olduğudur. Yani modernist paradigmanın yaratıcıları yukarıda adları zikredilen filozof ve bilim adamları değildir. Tam tersine onları ve devletçi sistemin dönem paradigması anlamına gelmek üzere modernist paradigmayı yaratan hiyerarşik devletçi sistemin zihniyeti ve paradigmasıdır. Devletçi sistemin ihtiyaç duyduğu meşruiyet, nasıl ki bir dönem mitoloji, bir dönem felsefe, bir dönem din adıyla sağlandıysa, şimdilerde de bilim ile sağlanmaktadır. Önderliğimizin modernist paradigma döneminin bilim anlayışı için kullandığı ‘Çağdaş Levh-i Mahfuzculuk’ tanımlaması, bu yönüyle oldukça çarpıcı bir tanımlama olmaktadır. Kaynağın hiyerarşik devletçi sistem olduğu ve maskeleri değişse de özünün hiç değişmediği asla unutulmamalıdır.
Modernist paradigmanın özü olan özne-nesne ayrımını hiyerarşik devletçi sistemin oluşum ve gelişim dönemlerinden takip etmek, konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Hiyerarşik devletçi sistemin kendisi bir özne-nesne sistemidir. Bu sistem özneleştirip nesneleştiren bir zihniyetin sonucu gerçekleşmiştir. Bu sistem normal olan bir kafa ve düşünüş tarzından ortaya çıkmamıştır. Anormal ve doğadışı özelliği nedeniyledir ki bu dönemi değerlendirirken, sapkınlık olarak ele almaktayız. Sapkınlık özelliği, toplumsal doğanın komünal olan özünden gerçekleşen kopuştan kaynaklıdır. Kopuş toplumsallıktan ve buna göre olma anlamına gelmek üzere ahlaktan bir kopuştur. Bu da insanın var oluş şartı olan toplumsallaşma ile oynamak anlamına gelir ki zaten doğa dışı oluşu buradan kaynaklanır. Doğanın özünde özne-nesne ayrımı yoktur. Kuantum fiziğiyle ispatlanan doğanın özne-nesne ayrımına yer vermeyecek şekilde canlı olduğudur. Doğadaki her bileşen, kendi eko-sisteminin yasallığına uyarken, aynı zamanda kendi yaşamına dair özne özelliği gösteren, değişik koşullar çerçevesinde kendini adapte eden etkinliğe de sahiptir. Kendi yaşamı hakkında söz sahibi olması itibariyle öznedir, var kalmak için içinde bulunduğu eko-sisteminin gerekliliklerine uymak gerekliliği yönüyle de bağımlıdır. Özne olma hali ile karşılıklı bağımlı olma hali var olmanın olmazsa olmazı olmaktadır. Zaten atom altı dünyada gerçekleşen belirsizlik, olasılık vb gibi hususlar parçacıkların özne olma halini göstermektedir. Özne olma haliyle karşılıklı bağımlılık adeta doğanın dili olmaktadır. Doğada en karşıt gibi görünen şeylerde bile birbirini tamamlama, dayanışma ilkesi çerçevesinde birlikte var olma halini görmekteyiz.
Doğanın içinden ikinci bir doğa olarak gerçekleşen ve ahlaki-politik toplum diye adlandırdığımız toplumda da dile gelen, doğanın bu birbirini tamamlayan, komünal halidir. Ahlaki politik toplumun birbirini tamamlayan, birbiri için yaşayan, herkesin potansiyeline göre pratikleşme zemini bulması yönüyle organik olan, animist yaklaşımdan ötürü her şeyi canlı-değerli ve özne gören, eşitsizlik ve egemenlik üretmeyen toplumsal yaşamından kopuş, bu nedenle aynı zamanda var oluşun diyalektiğine aykırı, anormal bir çıkış olmaktadır. İşte bu çıkışa ‘köle toplumun doğuşu’ anlamına gelmek üzere ‘hiyerarşik toplum’ demekteyiz.
Güçlü, kurnaz adamın doğuşu…
Çıkış nedenlerine girmeden, Önderliğimizin egemenlikçi-devletçi kültürün temeline oturttuğu ‘güçlü, kurnaz adam’ın kafasından ve pratiğinden doğan, ‘ataerkillik’ olarak da adlandırılan hiyerarşinin doğal toplumun (ahlaki ve politik toplum) komünal olan özünden bir kopma sonucu gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Ahlaki ve politik toplumun, eşitliğe ve özgürlüğe dayalı toplumsallaşmasına göre davranmak anlamına gelmek üzere ahlaki olan ve toplumun gelişmesi ve güçlenmesi için tüm enerjisiyle, büyük bir sorumluluk duygusuyla çalışmak anlamına gelmek üzere de politik olan kişiliğinde bir parçalanma yaşanmış ve ‘ben’ düşünülmüştür. Hiyerarşi, toplum nasıl daha da geliştirilebilir yönlü toplumsal bir kaygıdan ortaya çıkmış değildir, tersine yaşlı ve şamanın yaşlılığın getirdiği zorluklardan kurtulmak için kendilerini düşünmeleri sonucu ortaya çıkmış bir sistemdir. Yani ‘biz’ bilincinin yerini ‘ben’ olgusu almıştır ve pratiğe yön veren de bu motif olmuştur. Bu nedenledir ki gençleri kendi çıkarları temelinde kullanmak üzere yanlarına çekmişlerdir. Gerontokrasi(yaşlılar yönetimi)’nin özünde de bu vardır. Bir ev düzeni biçiminde gelişmek isteyen hiyerarşik aşama, uygarlık sürecinde görülecek olan toplumsal sorunların da zemini olacaktır. Hiyerarşiyle toplum eski sadeliğini yitirecek, ataerkillikle toplumsal cinsiyetçilik icat edilecek, güçlü-kurnaz adamın güçlenme ve toplumu parçalama denemeleri yoğunluk kazanacaktır. Toplum o eski birbirini tamamlayan, anlamlı bir bütünlük oluşturan komünal halinden gittikçe uzaklaştırılmaya çalışılacaktır. Artık toplum karşısında gittikçe keşfedilen bir ‘ben’ olgusu oluşacak ve birey-toplum bütünlüğü, hatta özdeşliği ortadan kaldırılacaktır. Doğal toplumda kapasiteleri, yetenekleri, güçleri farklı olsa da birbiri üzerinde egemenlik kurmayan, birbirini tamamlayan cinsler artık birbirine karşıt bir hale getirilecektir. Ahlaki politik toplumun demokratik ve komünal olan değerleri ve onun temsilini bir sistem ve değerler toplamı olarak gerçekleştiren kadın temel hedef haline gelecektir.
Erkek toplumsal yaşamda güçlendikçe, bu güçlenmelerini mitolojilerde erkeğin gücünü sembolize edecek olan tanrı figürlerini yaratmak suretiyle meşrulaştırmaya çalışacaktır. Henüz sınıflar, köle toplulukları, büyük alt üst oluşlar gerçekleşmemişse de toplumda parçalamalara neden olan, birilerini yüceltirken, birilerini küçülten zihniyet yapısı özü eşitsizlik olan devlete sonuna kadar açık bir karakterdedir. Toplumsal değişimde bir kaos ve geçiş dönemi olarak değerlendirilebilecek olan, doğal toplumun temsilini yapan kadın ve ataerkillik arasında çok yoğun bir mücadelenin gerçekleştiği bu dönemden ataerkilliğin mutlak zaferi anlamına gelen devlet ortaya çıkacaktır. Devlet hiyerarşiyle başlayan özne-nesne zihniyetinin zaferinin bir ürünü olur. Öyle bir ürün olur ki çıkışından sonra yaratıcısının yaratanı pozisyonunda olacaktır.
Devletin olduğu yerde toplum komünal ve bütünlük arz eden özüne ters düşerek parçalanmış demektir. Devletli toplumlar parçalı toplumlardır. Biçimlerine bakılmaksızın tüm devletler, alt toplum (halk) üstündeki üst toplumdur. Devlet toplumu parçalar, bu parçalama işini hiç ara vermeksizin alt toplum üzerinde sürdürür. Zira parçalı toplum güçsüz, enerjisini birleştiremeyen toplumdur. Devlet karşısında güçlü ve iradeli bir halk görmek istemez. Güçlenen, kendi sorunlarını çözen, örgütlü ve iradeli bir toplum devlete ihtiyaç duymayan bir toplumdur. Zaten toplumun doğası insanlık tarihinde de görüldüğü gibi devlete ihtiyaç duymayan bir özelliktedir. Bu yönüyle toplum devlet olmadan da var olabilir. Ancak devlet toplum olmadan yaşayamaz. Çünkü devlet, yaşamak, kendini doyurmak için alt topluma ihtiyaç duyar. Alt toplum devleti besleyen bir kaynaktır. Devlet bunu toplumu güçten düşürüp iradesiz kılarak, kendine bağımlı hale getirerek gerçekleştirir.
Sümer devletçi sistemi, aynı zamanda bir tanrılar düzenidir
İlk devlet olması nedeniyle devlet olmanın özünü oluşturan, orijinal kaynak olan Sümer mitolojisinde alt ve üst toplum diyalektiği çok çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Tanrı sembolünün esasında güçlenen erkeğin kendini kutsallaştırma ve yaratıcı kılarak maddi yaşamdaki güçlenmesinin meşruiyetini sağlama anlamına geldiğini belirtmiştik. Sümer devletçi sistemi, aynı zamanda bir tanrılar düzenidir. Güç kazanmış egemen erkeği, tanrılar temsil etmektedir. Tanrılar devletli sistemin kendisi oluyor. Devletçi sistemin zihniyeti olan mitolojiye göre insanların oluşumu, tanrıları doyurmak içindir. Mitosa göre tanrılar panteonunda daha alt sıradaki tanrılar, büyük tanrılardan kendilerini doyurmaları ve kendilerine bakmaları için bir şey yaratmalarını isterler. Bunun üzerine de kurnaz tanrı Enki’nin öncülüğünde tanrıça Nammu eliyle insan yaratılır. Yani ilk devletin zihniyetini oluşturan mitolojik ifadeye göre, üst toplumun dışındaki alt toplum, üst toplumu yani devleti doyurmak için yaratılmış hizmetçilerdir. Doğuştan hizmetçi ve köle olarak yaratılmıştır halk. Köleci dönem diye adlandırılan dönemin zihniyeti böyle kurulur, insanlar kralları öldüklerinde canlı canlı ve gönüllü bir şekilde mezara girmeye böyle razı edilir. Dönem öyle bir zihniyet inşa eder ki büyük düşünür Aristo toplumdaki parçalanmanın düzeyini ‘köle konuşan alettir’ sözleriyle gözler önüne serer. İnsan ve toplum olmanın özünü temsil eden, bize insana dair gerçekleri ve bozulmamış hali veren ahlaki politik toplumun birbirini tamamlayan, birbiri için yaşayan, değerli ve eşit insanları yerini, köleci ve kölelere bırakmıştır. Egemenlerin tanrı düzeyinde güçlendiği, toplumun kalan kesiminin de tümden karılaştırıldığı bir toplumsal gerçeklik yaratılmış oluyor. Özcesi devlet kadını-erkeğiyle karılaştırılan bir toplum yaratır. Devleti oluşturan üst toplum, özneleşirken, toplumun geri kalan kesimi de nesneleşmektedir. Devlet bununla da yetinmeyerek parçalama işini, özneleştiren-nesneleştiren sistematiğini, devletli sistemi toplum içinde de yaratarak sürdürür. Toplum üstünde geliştirdiği iktidarına, erkeğin kadın üstünde iktidar olmasını sağlayarak erkeği kendi sistemine ortak eder. İktidardan bir parça vermek suretiyle erkeği de kendine ortak etmiş olur böylelikle. Aile için kullanılan ‘küçük devlet’, erkek için kullanılan ‘evdeki despot’ tanımlamaları bu gerçeklikten kaynaklanır.
Hiyerarşik devletçi sistem bir egemen erkek yaratımıdır
Devletçi sistemin özneleştiren-nesneleştiren zihniyetinin en iyi gözlendiği konulardan biri de kadına olan yaklaşımıdır. Hiyerarşik devletçi sistem bir egemen erkek yaratımıdır. Ve bu sistem, kadının öncülük ettiği doğal toplumun demokratik komünal değerlerinin geriletilmesi sonucu gerçekleşebilmiştir. Geriletilen, güçten düşürülen kadın, aslında geriletilen, güçten düşürülen gerçek toplumdur. Bu yönüyle kadın bir cins olmanın ötesindedir. O, bir yaşam biçimi, bir sistem olmaktadır. Onda dile gelenler demokratik komünal değerlerin bir toplamı olmaktadır. Bu nedenle de kadının hiyerarşik süreçten itibaren egemen erkeğe karşı yürüttüğü mücadele, bir cins mücadelesi olmanın ötesindedir. Gerçek insan ve toplum olarak kalmanın mücadelesidir.
Sümer sisteminde kadın hala etkindir, eski gücünde olmasa da hala güçlüdür. Hatta Sümerlerde ‘yazgı belirleyen’ dört büyükten biri tanrıça Ninhursag’dır. Tanrılar panteonunun tepesinde yer alanlardandır. Diğerleri de An, Enki ve Enlil’dir. Bu, kadının gücünü göstermektedir. Yine Sümer’de hiçbir şey yokken bile tanrıça Nammu vardır. Daha değişik pek çok mitosta da kadının gücünü gözlemlemek mümkündür. Daha çok çoban kültürünün, ataerkilliğin hakim olduğu Semitik toplulukların uygarlığın merkezi konumundaki Mezopotamya’da güçlenmesi sonrasında, kadının pozisyonunda bir güçten düşmenin daha yoğunluklu yaşandığı görülmektedir. Önderliğimizin ‘birinci cinsel kırılma’ diye adlandırdığı Enuma Eliş Destanı’ndaki Tiamat-Marduk çekişmesinde, Marduk’un kazanmasıyla kadının pozisyonunda önemli kırılmalar yaşanır. Tanrı Marduk, İmparator Hammurabi’dir. Devletli yaşamdaki merkezileşme, imparatorluk biçimini aldığında, çok tanrıların özellikleri de gittikçe daha az sayıdaki tanrıda toplanır. Öyle ki Marduk’un elli (50) özelliğinin, yani isminin olduğu belirtilmektedir. Tabandaki merkezileşme, tavanda yansımasını bu şekilde bulmaktadır. Sümer’in kaynaklık ettiği devletli gelenek, böylelikle erkeği özneleştirirken, kadını nesneleştirir. Kadının toplumsal anlamda temsil ettiği değer yargıları kendisinden alınır ve bir cins olarak ele alınarak nesneleşir.
Devletli gelenek özne-nesne zihniyetine oturan zihni yapılanmasında doğayı da nesneleştirir. Doğal toplum insanı için kutsallıklar yeri, besleyen, koruyan, kendisinden gelinen bir ana pozisyonundaki doğa; yerini cansız, kısır bir doğaya bırakır. Sümer mitolojisinde doğanın yaratıcısı da tanrı ve tanrıçalardır. Daha çok da tanrılardır. Örneğin suyun tanrısı, Enki’dir. Enki’nin olmaması insanlar için bir felaket anlamına gelecektir. Enki’yi de egemen kesimler, devletli toplumun kendisi olarak düşündüğümüzde, var olabilmek için devlete ihtiyaç vardır, düşüncesi belirir. Devlet zaten bu mitolojiyle insanlar için ne kadar gerekli olduğunu zihinlere nakşeder, egemenliği için gerekli olan maskeleri böylelikle temin eder. Bu zihniyette doğa kutsallıklarından yalıtılmıştır, yaratıcı özelliğinden edilmiştir. Kutsal olan, yaratıcı olan artık tanrılardır. Doğanın bırakalım gelinen yer olması, doğanın kendisi tanrılar tarafından yaratılmıştır. Enlil, Enki, Uranus, Kronos vb tiplemeler, hep doğanın yaratıcıları olan erkek tanrıları bize verir. Bu zihniyet böylelikle doğal toplum insanının doğa karşısındaki hassasiyetini, duyarlılığını bir kenara iter. Artık yeni dönem insan-merkezciliğin (erkek-merkezciliğin) hakim olduğu bir dönem olmaktadır. Bu zihniyete göre insan-doğa birbirinden kopuktur. Egemen insan özneyken, doğa nesnedir.
‘Olgunlaşmış kölelik’
Sümerlerin kurduğu bu parçacı, gerçekleri tersyüz eden yapılanma, katı-köleci sistemi yumuşatma, hatta aşma iddiasıyla ortaya çıkan peygamberlik geleneğiyle daha da güçlenir. Sistem içinde erimelerin çok bariz bir şekilde görüldüğü bu dönem özgürlük, eşitlik isteyenlerin nasıl bir paradigmayla mücadele yürütmeleri gerektiğine dair yığınca dersle doludur. Önderliğimizin günümüzün sosyal demokratlarına benzettiği bu gelenek, istem ve hayallerine belki de en ters düşmüş gelenektir. Demokratik komünal değerlerin bir sürdürücüsü olmak isteyen, bunun için mücadele de yürüten bu gelenek, bir süre sonra mevcut devletli sisteme en fazla hizmet eden, Önderliğimizin deyimiyle ‘olgunlaşmış kölelik’ dönemini yaratan bir konumda olmaktan kurtulamamıştır. Devletli sistemin kendini üzerine oturttuğu özne-nesne ayrımı bu yeni sistemde daha da güçlenecektir.
Tek tanrılı dinler dönemi diye adlandırılabilecek olan bu dönem, önceki döneme göre daha sistematiktir. Bu dönemde toplum adeta ‘fikren ve ruhen silinmiştir.’ Devlet geleneği kendilerini aşma iddiasıyla ortaya çıkmış olan yeni öğretileri bir süre sonra içine alıp sistemiçileştirmekte ustadır. Ayrıca farklı ve alternatif bir sistem adıyla yola çıkanların hakim sistemin bilme gücünü aşamamaları sonucu paradigmaları devlete götürmektedir. Yani istemleri alt toplum istemleriyken, istemlerini gerçekleştirme araç, yol ve yöntemleri üst topluma aittir. Alt toplum ile üst toplum özelliklerini bir arada bulundurmaktadırlar. Üstün gelen her zamanki gibi devlet geleneği olur ve devlet karşıtlarını kendine dahil ederek onları emer, güçlerinden yararlanarak ömrünü uzatmasını bilir.
Devletçi sistem bu yeni döneminde, eskiden kaba bir şekilde gerçekleştirdiği köleciliği içerilmiş kölelik anlamına gelmek üzere kulluk yaklaşımıyla gerçekleştirecektir. Artık sadece görünen şeyleri değil; görünmeyenleri, insanların içinden geçenleri de bilecek denli güçlenmiş tanrının yeryüzündeki temsilcileri (egemenler) tanrının gücünü kullanırlar. Tanrı adına günah çıkartır, cennetten arsa satar, fetva verir, savaşa gönderir vb vb. Devletin ihtiyaç duyduğu güçlü ideolojik manipülasyon aracı, dogmatik olan dini düşünüşle elde edilmiştir. Tanrıya itaat, yöneticileri tanrının kutsal temsilcileri olan devlete itaat etmek anlamına gelir. Topluma tümden bir teslimiyetin dayatıldığı bir toplumsal gerçeklik oluyor, feodal dönem. Merak, sorgulama, yaratıcılık özellikleri insandan alındığından aslında öldürülmüş bir insana denk gelir dönem insanı. Canlı olmak için nefes almak yetmez. İnsanlar için canlılık yaratmak, gücü oranında katılabilmek demektir. Önü kapalı olan, potansiyeline göre kendini gerçekleştiremeyen insanlar, gerçek anlamda canlı olamazken, böyle toplumlar da canlı(organik )toplum kategorisinde değerlendirilemez. Devletli sistemlerde herkesin önü açık olmadığından, herkes insan olmanın potansiyeli oranında kendini gerçekleştiremediğinden aslında toplum hastalıklıdır, organik değildir. Kısır insanlar topluluğudur. Sorgusuz her şeyin kabul edilmesinin istendiği bir toplumsal gerçeklik söz konusudur. Mutlak itaat kültürüyle toplum içine kök salan, aslında devlete mutlak itaatin sergilenmesi kültürüdür.
Zihniyetin doğaya yansımaları da çok korkunç ve tehlikelidir. Kaynak-ana pozisyonundaki doğa, tanrının altı günde yarattığı, yedinci günde de dinlendiği bir uğraş sonucu gerçekleşen bir yaratıma dönüşür. Evrenin yaratıcısı tanrıdır, yani erkek. İçinde yaşanılan evren gerçek evren değildir, ilk günah sonrası suçlu olan insan soyunun cezasını çekmek, sınanmak üzere gönderildiği lanetli bir evrendir. Lanetli insanların tekrardan arınma çabası içinde olacakları lanetli bir evren. Asıl evren (dünya) diğer evrendir, ahret yaşamıdır vb. Bu lanetlilerin yaşamlarını sürdürmeleri için yaratılan dünyadan ne kadar erken ayrılma gerçekleşirse, o kadar iyidir. Yeni doğan bebekler doğarken ölürlerse, bu dünyanın kirlerine bulaşmamış olduklarından direkt cennete gideceklerdir. Gerçek yaşamın olduğu cennet, imtihan dünyasında teslimiyetin ve mutlak itaatin (devlete) karşılığı olurken, muhalefet etmenin karşılığı bu dünyada egemenlerin yaptığı zulüm yetmiyormuş gibi cehennem olacaktır. Tek tanrılı dinlerin bu doğa görüşleri insan-doğa ayrımını keskin bir şekilde yapmanın yanında, doğayı tüm bileşenleriyle insana (daha çok da erkeğe, zira kadını da erkek içindir) sunulmuş bir nimet olarak görür. İnsanlar lanetli olsa da yine de doğadan üstün görülür. Platon’un ‘idealar dünyası’ ile ‘gerçeklikler dünyası’na benzer bir ayrım, gerçek evren (ahret)-geçici evren (dünya) şeklinde yaratılır. Yani zihniyet her adımında üstünlük-aşağılık, büyüklük-küçüklük, güçlülük-güçsüzlük vb ikilikleri yaratmaya hazırdır.
Kadının lanetlenmesi süreci ve kaburga kemiği mitosu
Devletçi sistemin tarih boyunca en güçlü hesaplaştığı kesim olan kadının durumu, devletli sistemin bu yeni ama daha güçlü döneminde acımasızdır. Bu yeni dönemde Sümer’de sadece güçten düşürülmüş olan kadın, artık lanetli, tehlikeli, şeytanla işbirliği halinde olan, ikincil bir yaratığa dönüştürülmüştür. Her şeyden önce tüm insanların bugün ceremesini çektiği ‘ilk günah’ın gerçek nedeni kadındır. İlk insan çifti olan Adem ve Havva esasında cennettedir. Yaratıcı tanrının yasakladığı yasaklı meyveyi yemek için tüm insanların babası olan Adem’i yoldan çıkaran, onu kandıran, onu suça teşvik eden tüm insanların anası Havva’dır. Ceza insanların cennetten kovulması ve özü imtihan olan bu zorlu yaşamdır. Havva’nın yaklaşımları ve Adem’in de suça ortak olması olmasaymış, bugün cennette yaşıyor olacaktık. Özcesi ilk kadın, baştan çıkarandır, suça teşvik edendir, insanları yoldan çıkarma görevi edinmiş olan şeytanla her zaman işbirliği içinde olandır. Bu nedenle de her zaman ondan korkulmalıdır, tedbir alınmalıdır, suçludur… Var olması itibariyle de kadın erkeğin bir ekidir. Birbirine eşit, birbirini tamamlayan doğal toplum çiftinin yerini, var oluşsal olarak birinin esas, diğerinin uzuv olması alır. Tek tanrılı gelenek, kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratır. Esasında kaburga kemiğinden yaratılan kadın, erkeğin üstünlüğünü kabul etmiş, ona teslim olmuş kadındır. Yani Havva’dır. Havva öncesi Lilith vardır. Lilith ilk erkek olan Adem’in üstünlüğünü kabul etmeyen, eşitliği dayatan, bu nedenle de Adem’in rahatsız olmasına neden olan ve sonrasında tanrı tarafından Adem’in yanından alınan kadındır. Yani insanların ilk anası, erkeğe teslim olmak yerine, erkekle eşit bir yaşamı paylaşmak isteyen kadındır. Ancak erkek karakterli ve egemenlikçi bir kafanın yaratımı olan tanrı figürü, onu Adem’in yanından alarak aslında zaten eşitlikçi yaşamın gerçekleşmesini engellemiş olur. Yaratılan Havva figürüyle ilk insanların yaşamı tanrılarca eşitsiz, tahakkümcü, egemenlikçi ve cinsiyetçi kurulmuş olur. Böylelikle insan olmanın özünü oluşturan tanrılar insanları, cinsleri eşitsiz yaratmış olur ki buna da -zaten tanrılara karşı gelinemeyeceğinden hareketle- karşı çıkılamaz. Eşitsizlik bir tanrı yaratımı, düzeni olur.
Tek tanrılı geleneğin nasıl mitolojik dönemin bir devamı olduğunu kaburga kemiği mitosunda da görmekteyiz. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması, kaynağını Sümer mitolojisinden alsa da özü farklıdır. Mitosa göre, temel yaratıcı ve yazgı belirleyici tanrı ve tanrıçalardan olan Ninhursag’ın sekiz bitkisini, kendisinin izni olmaksızın Enki yer. Öfkelenen Ninhursag’ın yiyeni lanetlemesi sonucu Enki’nin her bir bitkiye karşılık gelecek biçimde sekiz ayrı yerinde tedavi edilemez hastalıklar oluşur. Sümer sisteminin adeta pratik yönetimi olan Enki’nin hasta halinin sisteme pahalıya mal olacağını gören büyük tanrıların araya girmesi sonucu Ninhursag ikna edilir ve lanetini kaldırır. Enki’nin hastalıklarını tedavi etmek için de sekiz ayrı tanrı-tanrıça yaratır. Bunlardan biri de Enki’nin kaburga kemiğindeki hastalığı iyileştirmek üzere Ninhursag tarafından yaratılan ‘yaşam veren’ anlamına gelen Ninti’dir. Yani aslında Enki’ye yaşam veren pozisyonundadır Ninti. Ama tek tanrılı gelenek kendisinden de bir şeyler katarak kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratır. Böylesi bir zihniyetin yaşamda nasıl sorunlar yarattığı, toplumu ne hale koyduğu bilinmektedir. İnancı esas alan dini şekillenmenin bu bilinçle sağlıklı bir toplum yaratamayacağı, egemenlik üreticisi konumunda olacağı açıktır. Sorgulanamaz bir şekilde eşitsizlik, tahakküm, egemenlik tanrının bir icraatı olarak oluşturulmuş durumdadır. Ne adına ve hangi amaçla yola çıkılırsa çıkılsın bu zihniyetten bir özgürlüğün, eşitliğin, demokrasinin, gerçek bir toplum ve insanların çıkmayacağı açıktır. Dönemin her yerinden özne-nesne ayrımı fışkırmaktadır.
Bilimi kendi çıkarına kullanmaya başlayan hiyerarşik devletçi zihniyet
Devletli geleneğin ‘derinleşmiş ve genelleşmiş kölelik’ çağını temsil eden kapitalist dönem, bu zihni yapılanmayı bu defa bilimsel kılıflar altında ama daha ince ve tehlikeli bir şekilde gerçekleştirecektir. Yeni dönem devletçi sistemi artık doğa, toplum ve insan karşısındaki tüm suçlarını bilimsellik kisvesi altında gerçekleştirecektir. Temel bir karakteri olan tekelciliğini en çok da bu dönemde pratikleştirerek bilimi tamamen kendi çıkarları temelinde kullanacaktır. Yukarıda adı geçen filozof ve bilim adamları farkında olsunlar veya olmasınlar temel argümanlarıyla tam da hiyerarşik devletçi sistemin ihtiyaç duyduğu meşruiyet zemininin oluşmasında etkili olmuşlardır.
Bugün insanlığın ve doğanın uğraşmak zorunda olduğu tüm toplumsal sorunların altında hiyerarşik devletçi zihniyeti oluşturan ve geliştiren, kökeni toplumsallaşmadan kopmaya dayanan bu özneleştiren-nesneleştiren zihniyet bulunmaktadır. Sorun üreten bir zihniyetten aynı sorunların çözümünü beklemek, beyhude ve kendini yanıltan bir yaklaşım olur. O nedenle toplumsal sorunların henüz görülmediği, toplumdaki eşitsizlikleri iktidara doğru değil de eşitliğe doğru yöneltebilen zihniyetle toplumsal sorunlar aşılabilir, toplum özüne uygun bir gerçekleşmeyi yaşayabilir. Eski ezberleri yerle bir eden kuantumun gelinen aşamada ispatladığı en temel olgu, doğanın canlı ve her şeyin özne olduğudur. Bunun da doğal toplumun düşünüş tarzıyla tamamen örtüştüğü açıktır. Doğal toplumun henüz doğadan yeni çıkmış oluşu, doğaya yabancılaşmamış olması dönem insanını özüne uygun kılmıştır. Nasıl ki Sümer kent devletleri devletin orijinal halini veriyor ve devletin özünü, genlerini oluşturuyorsa, insan ve toplum olmanın özünü ve genetiğini de ahlaki politik toplumun insanı oluşturmaktadır. Doğal toplum insanındaki komünalliğin özü, onların geri, güçsüz olmasından kaynaklanmaz, onlarda dile gelenin doğa olması gerçekliğinden kaynaklanır. Bozulmamışlık, komünallik, toplumsallık oradan gelir.
Devleti yaratmış, sonrasında da kendi yaratımı olan devletçe en çok geliştirilen özne-nesne zihniyetinin devletli uygarlık boyunca gerçekleşen bir akış olduğu unutulmamalıdır. Her yeni dönemde kendini yeniden üreten, hatta güçlendiren bu zihniyettir. Tüm toplumsal sorunların temel kaynağı da bu zihniyettir. Devletli toplum dışında kalan halk açısından özgür, demokratik, eşitlikçi, adil özcesi sosyalist bir yaşamı kurabilmenin tek yolu bu zihniyetin yani devletçi paradigmanın tuzaklarına düşmemek ve ahlaki-politik toplumun komünaliteye dayalı özüne göre hareket etmektir. Devleti ve onun zihniyetini yaşamdan uzaklaştırmaktır. Toplumsal sorunlar ancak böyle çözülür ve yeniden üretilmez. Tarih boyunca hiyerarşik devletçi sisteme karşı özgürlük ve demokrasi adına mücadele yürütmelerine rağmen, amaçlarına ulaşamamışların da hayallerinin gerçekleşmesinin tek yolu da bu olmaktadır.