HABER MERKEZİ- Kaynak: Sendikaorg – Yazar Murat Bey
Zap’ta yaşanan çatışmalar sonucunda Türk Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamasına göre 9 asker öldü. Yine 23 Aralık’ta Türk Milli Savunma Bakanlığı’nın verdiği bilgiye göre 12 asker ölmüştü. Uzun yıllardır TSK’nın özellikle İHA ve SİHA olanaklarına dayanarak kurduğu bölge hakimiyeti ve etrafında yaratılan algıyı yerle bir eden bu gelişmeler savaşın içindeki güçler dengesi durumunda yeni gelişmeler olduğunu işaret ediyor.
Bu güç dengesindeki değişim durumu, bölgesel ve ülke siyasetine etkisi yerli yerine oturtulmadan kavranmaya çalışılınca bir akıl tutulmasına da sebep oluyor. Bu akıl tutulmasının bir örneği yaşanan çatışmadan sonra TKP’nin yaptığı “Güvenlik tehdidi” açıklamasıdır. Kürt hareketiyle kurulan ilişki veya Kürt sorununa bakışın haricinde, açıklama iki yönüyle sorunludur.
Devam etmeden önce TKP (Türkiye Kominist Partisi) açıklamadan bazı cümleleri hatırlatmak yerinde olacaktır:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını gayrimeşru gören anlayışın tutunmasına, faaliyetlerini sürdürmesine alan açmaktadır.”
“Geniş toplum kesimleri Türkçülük, İslamcılık, Kürtçülük gibi yanlış taraflaşmalara ittirilmekte, Türkiye Cumhuriyeti dağılmaya sürüklenmektedir.”
“Türkiye’ye egemen olan sömürü düzenini değiştireceğiz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimeşru ilan edilmesine, ortadan kalkması gereken bir siyasi birim olarak görülmeye başlanmasına asla fırsat tanımayacağız.”
Devletçi çizgi
TKP’nin de çok iyi bildiğini umduğumuz gibi Türkiye’de egemen olan sömürü düzeninin taşıyıcı siyasal biçimi bugün var olan devlettir. Devletin üstlendiği rol emperyalist politikalara ve yerli burjuvazinin çıkarlarına göre şekil almaktadır. Tarihin en büyük proleterleştirme dalgasının ülkemizdeki ayağı, yani milyonları bir ücret gelirine muhtaç etme süreci bu devlet tarafından yönetilmektedir. Ücretleri baskılamak, dayatılan yoksulluğa ve eşitsizliğe itiraz eden örgütlü güçleri ezme ve örgütlülüğü parçalamak, tüm toplumsal egemenlik ilişkilerini kapitalist sömürüyü derinleştirecek şekilde sisteme entegrasyonunu sağlamak da devletin temel görevidir.
O devletin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Politik devrim de bu sömürü düzeninin garantörü olan devleti parçalayıp, silhasızlandırmak ve işçi sınıfının iktidarını kurmaktan başka bir şey değildir. Bir komünist örgüt için bırakın devletin korunmasını, devletin milyonlarca emekçi nezdindeki meşruiyetini yerle bir etmek bir görevdir.
Ancak bu durum, bir dil hatası değildir. Özellikle Kürt sorunundan kaynaklı gündemlerde ulusalcı bir tavır alma ısrarı niteliksel bir sıçrama yakalayarak devletçi bir çizgiye oturmayı getirmiştir. Bu ulusalcı tavırda ısrar ve bu niteliksel sıçramanın bir de tetikleyicisi, motivasyon kaynağı var.
İşçi sınıfının “kentli-eğitimli kesimler” ya da “Cumhuriyetçilik” ortak paydası içinde kendisini “laik burjuvaziye” de yakın hissedebilen, “eski güzel günlere dönüş” hasretini çeken bir kesimi gözünü CHP’ye dikse de CHP onların beklentilerini yeterince karşılayamamaktadır. Daha önce CHP’nin kapsayamadığı bu kesimlerin temsiliyetini üstlenmeye çalışan Aydınlık çizgisi de uzunca bir süredir iktidara yedeklenmiş vaziyettedir. Bu yüzden de bu alanda bir “boşluk” görülmektedir. Bu boşluğu doldurma amacıyla şekillenen “Kürt hareketiyle mesafeyi ne kadar açarsam, bu kesimleri kendime o kadar çekebilirim” mantığı, TKP çizgisinde en görünür halini almıştır.
Bu yaklaşım sosyalist hareketin farklı unsurları içinde de güçlenmektedir. Sorun elbette sosyalistlerin bu kesimlerle ilişkili olmasında değildir. Ancak sınıfın bir bölümünün bu eğilimi “ilerici” bir rol atfedilerek idealize edilmekte, ne yazık ki sosyalistler de dönüştüren değil dönüşen bir rol oynamaktadır.
Şiddetin kategorik reddi
TKP Açıklamasına tekrar dönelim: “Bugün PKK; siyasal stratejisi, hedefleri, müttefikleri ve yöntemleri itibariyle sorgulanmalı ve mahkum edilmelidir. AKP iktidarının herkesin bildiği uygulamaları ve geçmişten bugüne Kürtlerin uğramış olduğu haksızlıklar, bu gerçeğin üzerini örtemez.”
Açıklamanın bir diğer sorunlu yanı ise bir komünist örgütün şiddeti kategorik olarak reddetmesidir. Açıklamaya konu olan bu eylemler sivilleri hedef alan ya da almasa bile sivilleri öldüren bir eylem değildir. Bahse konu olan, askeri hedeflere yönelik bir eylemdir. Üstelik eylem alanı da bir kent merkezi ya da sivillerin etkilenebileceği bir nokta değil, TSK’nin sınır dışındaki bir operasyonunun bölgesidir.
Elbette Kürt halkıyla Türkiye’nin batısında yaşayan emekçiler arasında “kader ortaklığı”nı zedeleyen her eylem eleştiriye tabi tutulmalıdır. Ancak bu eylemi mahkum etmeye çalışmak; savaş gerçekliğini, savaşın tarihsel boyutunu görmezden gelmek anlamına gelir.
Halkın ve işçi sınıfının siyaset sahnesinde etkin bir konum alması, bir güç ilişkisi yaratmasına ve bir karşı şiddet üretmesine bağlıdır. Bir mahkeme kararının uygulanabilmesi için dahi direniş gerekiyorsa ve bu direniş şiddetle bastırılmaya çalışılıyorsa, karşı şiddeti üretmenin kategorik reddiyesi, ya devrim iddiasından vazgeçmek ya da bu gerçeği görmezden gelmek anlamına gelir.
Sonuç
Görülüyor ki TKP’nin konumlanışı gerçekçi bir emperyalizm, Kürt hareketi ve Ortadoğu’da güçler dengesi değerlendirmesi üzerinden değil, seslenmek istediği toplumsal kesimlerin duygularını okşayacak bir kaygıyla ve giderek bu toplumsal kesimlere benzeşerek şekilleniyor. Ancak taktiksel adımlar stratejik sonuçlar ortaya çıkarır. Gün gelir de TKP bir şekilde sermayenin siyasal örgütlenişi olan devletle karşı karşıya gelirse, bugün mahkum etmeye çalıştığı ezilenlerin şiddeti, yarın kendi lehine yönlendirebileceği bir siyasal güç olmayacaktır. Dolayısıyla sorun Kürt hareketinin ne yaptığı değil, TKP’nin nereden gelirse gelsin şiddeti kategorik olarak reddetmesidir ve devletin yanına hizalanmasıdır.
Bugün avantajlı gelen siyasal konumlanışlar, yarın çok farklı şekilde dönebilir. Tıpkı Haziran İsyanı barikatlarında kitlelerinin gerisinde kalmak ve İstanbul’un kapılarını NATO’ya kapatma iddiasıyla çıkılan yolda soluğu piknik alanında almak gibi.