HABER MERKEZİ –
Benim TC’nin amansızlığı karşısında nefes alış verişimi sürdürmem bile başarıdır
“Ben halen büyük bir sabırla öğrenmeye, ne yaptığımı, içinde bulunduğum durumu kavramaya çalışıyorum. Yanı başınızda Saddam ölçüleri var, Türkiye’de M. Kemal ölçüleri, Osmanlı ölçüleri var, hatta Sovyetlerde Stalin ölçüleri var. Ama bu demek değildir ki en yaramaz çocuklar gibi her bildiğinizi yapacaksınız, bütün yaramaz, yetmez yanlarınızı fırsat buldunuz mu dayatacaksınız. Bu olmaz, fakat yeni Kürt de adam olmasını bilecek. Hepiniz yeterliliği az çok yakalayacaksınız, yoksa çatışırız, ki savaşa hiç gerek yok. Sizi denerim, sınarım, kaldı ki, yirmi yıldır sizi kontrol ediyorum, bundan sonra da ederim. Bunu anlayacaksınız. Eğer deli olmasaydınız, kesin birbirinize daha anlamlı yaklaşım gösterebilirdiniz. Eleştirmeyin demiyorum, daha fazla acımasız eleştirin, ama eleştiri tarzında, hiçbir emek vermeden “Bizim çabalarımız var” denilemez. Ben de eğitiyorum, bu insanlara hemen her gün bin bir türlü iş veriyorum. Hatta dikkat edin, benim TC’nin amansızlığı karşısında nefes alış verişimi sürdürmem bile başarıdır. Halk bana “Sen sağ kal yeterdir” diyor. Sağ kalmadan da öte ben, günlük olarak siyasi, askeri anlamda son derece yeterlilik sınırlarını zorlayan bir çalışma temposu içindeyim. Düşmanın kendisi bile bunu görüyor ve söylüyor.
Eğer kendinizi sıradan bir kişi olarak bile eğitemezseniz, birer miras yedici konumuna düşersiniz. Evde büyük ağabey çalışır, mirası biriktirir, günü gelince küçük kardeş alır, hatta çoğunuzun aklından bunun geçtiğini biliyorum. Geçmişte bir çoğu benim burada tıkandığımı, felçli olduğumu düşünüyordu. Bu, “Mirasa konalım, sen orada kal, biz bu işi götürürüz” demektir. Bunlar yanlış hesaplardır. Böyle güç kazanamazsınız. Ben olmayabilirdim de, hatta felçli de olabilirim. Akıllı olan bir seviye edinir ve Hareketin, otoritenin bütün yönlerini alarak ona göre pay alır. Ama ortada kaynağımız olan, anamız olan, hazinemiz olan bir otorite varsa, onun esenliğini koruyalım. Çünkü o giderse, kaynak kesilir. Bu arkadaşların hepsi, “Sen olmasan biz yaşamayız” diyorlar. Beni en çok tüketen tipler bile “Sen orada yaşa, bize ölüm yoktur” diyorlar. Bu da genel bir tavırdır. Çünkü benim olduğum yerde ağırlık vardır, itibar vardır, imkan vardır. “Sen ne kazandırıyorsun” diyorum, o ise hiç oralı bile olmuyor. “Ben tüketiciyim, ben kurutuyorum, ama sen alttan bana para yolla, kadro yolla, cesaret yolla, savaşçı yolla. Sen bize lazımsın” demenin altında yatan gerçeklik budur. Kendilerinin yaptığı ise; kötü hesap yapma, çıkar için ayarlama yapmadır; fakat “Ben hazineyi büyüteyim, kaynağa yol açayım” hesabı yok, işler o noktaya geldi mi ölü gibidir. Fırsat kollar, PKK’nin nerede itibarı var, nerede olanağı varsa onu kullanmak ister. Kendisi hiç çalışmaz veya çalışsa bile kendine ayarlama biçiminde bir çalışma olur. Tüm bunlar örgüt çalışması değil, bireyin kendi kendisini büyütme ve etkin kılma çalışmasıdır.
Bizim geliştirmek istediğimiz hareket, aileciliği, memurluğu aşan bir harekettir
İçimizde inanılmaz ölçüde bir hastalık var. Geri önderlik hastalığı veya Osmanlı aile hastalığı, buna aşiret hastalığı da diyebiliriz. “Biz böyle oynamak istiyoruz, böyle oynamak hoşumuza gidiyor” diyorsunuz. Tabii bu hoşunuza gider! Çünkü biraz miras biriktirildi mi, onun üzerinde hesap yapmak bir Kürt geleneğidir. Bir tanesi çalışır çabalar, on tanesi de onu miras edinir. O olmasa bile, madem biriktirilmiş “Gelin paylaşalım” derler. Diğer bir yönüyle bu, ailecilik mantığıdır. Hepsi çalışabilir, hepsi iyi niyetli olabilir, değer de biriktirebilirler, ama biz iktidarı aile veya kardeşlik tarzıyla paylaşamayız. “Eski arkadaşız” demek de ahbap çavuşluğa girer, öyle de paylaşamayız. Veya birkaç eylem yaptınız diye, “Ben etkili oldum, kudretli oldum” da diyemezsiniz ve öyle de paylaşamayız. Çünkü binlerce şehidin, bir halkın emeği var, içimizde yoğun bir miras birikimi var. Sen bunların hesabını didik didik etmezsen, nasıl PKK’nin adaletçisi olabilirsin? Nasıl PKK’nin güç dağıtıcısı, yetki dağıtıcısı olabilirsin? Bunu hiç biriniz anlamıyorsunuz? Ailedeki yetişme tarzı veya memur tarzıyla yaklaşamazsınız. Memura bir yetki verilir, onunla sopa sallar. Sizde de otorite anlamında bundan fazla bir şey yok. Diğeri de aile içinde “Kardeş çalışmış, paylaşalım” anlayışıdır. Çünkü diğer değerler belli bir aşamaya geldikten sonra miras olarak paylaşılmak durumundadır ki, siz bunun ötesine geçemiyorsunuz.
Yiğitlik, başarılı pratik düşmana karşı sergilenmek durumundadır
Ben de iddia ediyorum ki, bizim geliştirmek istediğimiz hareket, aileciliği, memurluğu aşan bir harekettir, bir ulusal harekettir; ailecilik, aşiretçilik değerlerini paramparça eden bir ulusal hareket. Memurluk ve jandarma yöntemlerini paramparça eden bir harekettir. “Sen böyleysen, ben de böyleyim, ben de ulusal orduyum, haydi gelin birbirimize savaşı dayatalım” demek ne demektir? O zaman gelin dayatalım, el mi yaman, bey mi yaman; aşiret oğlu mu yaman, ulusun oğlu mu yaman? “Ben partiyi tanımıyorum” diyor; sen partiyi tanımıyorsan, parti kendini sana tanıtır. Karşı savaşı çok şiddetlendirirsen ben de, “Alın bunu atın bir köşeye” derim. Bunun dışında başka bir şey bekleyemezsiniz. Devrimci hareketin kanunları vardır, onları çiğnedin mi, çok zorlarsan, savaşı daha da içinden çıkılamaz hale getirirsen kaçınılmaz bir sonun olur. Bütün eğitici çabalara rağmen bir şey veremezsen kaybedersin. “Ben hem rahat yaptım, hem kelleyi koltuğa almışım” dersen o zaman sana yazık olur. Kendi canınızı bunun için ortaya koymamanız gerekiyor. Yüce dediğiniz bazı değerler var, her gün bunlar üzerinden söz veriyorsunuz. O değerlere karşı böyle yaklaşılamaz ve bu da bir cesaret gösterisi değildir. Yiğitlik, düşmana karşı gösterilmek durumunda, başarılı pratik düşmana karşı sergilenmek durumundadır. İşiniz gücünüz aile içi ilişkileri çekiştirmektir. Bu iyi bir politikacılık değil. Barzani ve Talabani’yi yorumlasam, bütün yaptıkları ulusal hareketin içinde hiç çalışmadan pay arttırmaktır. Zaten Barzani hükümdar sıfatını bırakmak istemiyor. Talabani, “Veliaht benim, kesin sıra bana geldi” diyor. Onların altında daha alt düzeyde ağalık ve beylikler var. Gel de halkı bunların elinden kurtarmaya, bunları önlemeye çalış!
Yeni yetme birçok küçük burjuva oluşum var, bunlar da bir siyaset diye ortaya çıkıyor. Düşman karşısında bitmişler, vurdukları tek bir darbe yok, tek bir kuruş parası yok, ama benimle karşı karşıya geldiler mi, bizi bile bastırmaya çalışıyorlar. Ben çok mütevazı bir insanım. Geçen yıllarda on üç Kürt örgütü yanımıza geldi. Onlara doğru kararlar çıkartalım, doğru iş bölümü yapalım dedik. Kendi görevinizi de kendiniz tayin edin, ama ulusal harekete çalışalım, bunun protokolünü siz yazın, iş bölümünü de yapın dedik. Sonunda nereye getirdiler? TC’nin yol açtığı bir eğilim var; bu, devrimci hareketin geçmişini suçlama eğilimidir. Aslında düşmandan değer koparmayı bilen yöntemleri kötüleme, bunun yanında devrimci hareketin yol açtığı siyasi kazanımları bir hırsızdan da beter bir tarzda, hiç çalışmadığı halde, belki de bir koyup bin, on bin, hatta yüz bin alma yöntemiyle kendine mal etme yaklaşımını gösterdiler. Beni de “Çulsuz, fakir fukara, amele”, hatta “hamal” gibi kullanmaya kalkıştılar. Kaldı ki ben kendim, halen bir kuru ekmeğe her zaman razı olurum, isterlerse hamal olmaya da varım, ama ortada fakir fukara bir halk, bu kadar kan-ter dökenler var, peki onlara ne olacak? Onların adı bile söz konusu edilmiyor. Zaten burjuvazinin, feodalizmin egemenlik sistemi böyledir. Senin yaptığın ise bunun daha silik bir biçimidir, fakat bunu anlamıyorlar. Ama ben biraz iktidar sanatında yol aldığım için iyi biliyorum. Demokrasi, örgütlerin eşit temsili tabii güzel laflar. Peki emekle, savaşla bağlantısı nerede kalıyor? “Oralar kötü, savaş ve terör gibi şeyler zaten sancılı, siz de, devlet de zarar görüyorsunuz” deniliyor. O kadar ucuz kahramanlık, bu kadar keskin akıllılık olur mu? Bırakalım onları, içimizde dahi iktidar savaşçıları var. Geliyorsunuz, ilk günden çoğunuz çok fedakâr, ölümüne hayatınızı ortaya koyuyorsunuz. Bana göre bu büyük bir fedakârlıktır. Fakat ikinci gün bakıyorsun, “Acaba emeğimin karşılığı ne olmalı”diyerek ya bire sıfır ya da bire bin istiyor. Burada dengesiz bir karşılık isteme var. Ne adalet yeterli, ne değer göreni dayatabiliyor, ne de alabiliyor. Aslında her şeyini veriyor, ama hiçbir şey alamıyor. Veya çok az şeyini ortaya koymuş, ama çok şey istiyor. Oldukça dengesizlik söz konusu. Örgütün ölçüleri; emeğe göre değer vermedir. Sosyalizm de herkese emeğine göre bir şeyler verme bilimidir. Bu da örgüte ve siyasete çaba kadar yetki, yetki kadar görev biçiminde yansır. Zaten bir proleter örgütten, “Bu kadar mal istiyorum, bu kadar despotizm istiyorum” diye bir beklentiniz olamaz. Benim sosyalist örgütlenmeden anladığım, kendini karşılıksız adamadır. Burjuva ve feodal, yarı feodal örgütlerde bastırma, o oranda da gasp etme olayı yaşanır. Proleter örgütlerde veya sosyalist örgütlenmelerde tam tersine, mütevazı bir yaşam karşılığında bütün yeteneklerini halkın hizmetine sunma vardır. Katılım kanunu budur, böyle başlar, böyle işler.
Acaba bu hususları kendi kişiliğinizde işletebiliyor musunuz? İşletemezseniz çok akıllı olduğunuzu mu söyleyeceksiniz? Hepsi aynı; sıkılacaksınız, “Ben gittim” diyeceksiniz. Küseceksiniz, ki çoğu kendini bu şekilde yere atıyor, “ben hastayım” diyor. Nitekim toplumumuz bu tiplerle dolu. Bütün bunlar çözüm değildir. Bir önder orta yerdedir, muğlak, hasta ya da psikolojik hasta diyelim, böyle bir tip en fazla ne yapar? Başkaları daha iyisini sunarsa oraya kaçar veya ölür, intihar eder. Bunlar “Bu işte iddialıyım” diyenlerin içine gireceği durumlar değildir. İktidar savaşı böyle çözümlenemez.”
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ı 11 Ağustos 1994 tarihli çözümlemesi