HABER MERKEZİ –
“Dünyanın her yerinde devrimler halkların eseri olarak ortaya çıkarlar. Halklar yürür ve devrimi yaparlar. Öncüler ya da bir avuç devrimci sadece katalizör rolünü oynarlar. Topluma öncülük yapar, yön verirler, destek sunarlar. Ancak son tahlilde devrimin kaderini belirleyecek olan, halkın kendi duruşu ve direnişidir. Bu bağlamda yeniden belirtelim, sömürgeciliği söküp atmak sadece devrimcilerin işi değildir, olamaz da. Tüm toplumun özelde de gençliğin içersinde yer alacağı güçlü bir direniş ile ancak sömürgecilik sökülüp atılabilir.”
Ortadoğu, bir alt üst oluş sürecini yaşıyor. Alt üst oluş süreçleri siyasi literatürde ‘devrim anları’ ve ya ‘devrimci durum’ olarak tanımlanıyor. Devrimci durumların oluşması için birçok etkenin bir araya gelmesinin zorunluğu vardır. Dünya, bölge, yerel, sübjektif-objektif koşullar derken birçok gelişmenin yaşanan konjonktür ile bağı bulunuyor. Bunların tümünün bir araya gelmesi sonucunda dile getirilen ‘devrimci durum’ ya da kaos oluşabiliyor.
Devrimler tarih bilinciyle şekillenir
Devrimci durumları değerlendiren halklar kendi kaderlerini ellerine alarak kendilerini özgürleştirebilmişlerdir. Bu durumları sağlıklı değerlendiremeyen halkların ya da hareketlerin -birçok halkın direniş tarihinde görüldüğü gibi- kaderleri, başkaları tarafında çizildiği için boyunduruk altında kalmaktan bir türlü kendilerini kurtaramamışlardır.
Bugün Ortadoğu’da yaşanan tarihi süreç, yüz yıl önce oluşturulan statülerin yıkılma sürecidir. 17 Mayıs 1916 yılında Sykes-Picot-Sazonov ile paylaşım kıskacına alınan Ortadoğu halkları ve coğrafyası -10 yıllık bir tartışma süreci ardından- 5 Haziran 1926 yılında statüsü belirlenerek bugünlere kadar gelmiştir.
Oluşturulan bu statüden en çok olumsuz etkilenen halkların başında Kürtler gelmektedir. Kürtler gibi Ermeniler, Asuriler’de benzer bir kıskaç altına alınmışlardır. Arapların da 22 parçaya bölünerek, başkalarının kullanma malzemesi haline getirildikleri ise, yaşanan çelişki ve çatışmalarda görülüyor.
Kürtler, son yüzyılda tarihlerinin en karanlık çağını yaşadılar. Yok sayıldıkları için büyük direnişlere geçseler de oluşan devletlerarası statüden kaynaklı, direnişlerini siyasal olarak taçlandırmada sonuç alamadıkları gibi her direnişin ardından büyük kırımlarla yüz yüze kaldılar.
Rojava Devrimi ile birlikte yüz yıl önce oluşan devletlerarası statüyü, Kürtler açısından adım adım aşma şansı yakalanmıştır. Kaldı ki devletlerarası sistem henüz 1990’larda “Yeni Dünya Düzeni” adı altında bölgede ulus devlet ve emirlik, krallıklar gibi tekçi rejimlerinin, gelişen ulus üstü sermayenin önünde engel olduğunu görmüş olduklarından o yıllarda Ortadoğu’da bazı değişiklere gitmek istemişlerdi. Ancak en belirgin müdahaleyi, 2003 yılında Saddam’ı devirme süreci ile başlamış ve 2010 yıllarına geldiğimizde ise neredeyse tüm Ortadoğu’ya yayma çabası içine girmişlerdi. BOP diye isimlendirilmiş olan projenin Fas’tan başlayarak Pakistan’a kadar uzanan geniş Ortadoğu’yu kapsadığı bilinmektedir. Ancak Ortadoğu’da en katı ulus devlet yapıları olarak, İran ve Türkiye mevcut satükoda en çok direten iki devlet konumundadır.
Dile getirdiğimiz coğrafyada çok büyük alt üst oluşlar yaşandı. Büyük acılar da hiç eksik olmadı. Halen de ne büyük acıların yaşandığına gün gün şahit oluyoruz.
19 Temmuz Rojava Devrimi’ni yaşatmak
Ortadoğu’ya yeniden biçim vermek isteyen güçler mevcut statükoyu kırmaya yönelik yüz yıl önce yok sayılarak, dıştalanmış olan kesimlere dayanmak istemesi, işin doğası gereğiydi. Bu minvalde ele aldığımızda, yıllardır büyük bir mücadele içerisinde olan Kürtler’de ortaya çıkardıkları büyük ideoloji, askeri, siyasi ve toplumsal güçle bu sürece müdahalede bulunmuşlardır.
Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun geliştirmiş olduğu Demokratik Ulus çözüm projesiyle bir nevi en hazırlıklı güç olarak ortaya çıkan konjonktürden yararlanmasını bilmiş bu temelde devrim koşullarının olgunlaştığı 2012’nin 19 Temmuz’unda Rojava Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Tam yüz yıldır Kürtleri yok sayarak her türlü sömürgeci soykırımcı politikaları yürüten güçlerin bu devrimi hemen kabul etmeleri elbette beklenemezdi. Kürdistan devriminin kabul edilmesi demek, gerçek manada Ortadoğu’nun tümden değişmesi ve bu devrim temelinde yeniden şekillenmesi anlamına gelecektir. Biliyoruz ki ne BOP’u geliştirenlerin böyle bir strateji ve politikası vardı, ne de kaskatı bir biçimde, “Tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak” gibi çağdışı tekçiliğe, yani faşizme sarılan ve ulus devlet olmanın en köhnemiş biçimini yaşayan sömürgeci güçler bunu kabul edeceklerdi. Kabul etmediklerini/etmeyeceklerini çok erkenden Kobanê Direnişi süreci ve ardından herkese göstermişlerdir. Ortadoğu’yu dizayn etmek isteyenler açısından da Rakka’nın DAİŞ’ten alınmasıyla bu durum görülmeye başlanmıştır. Kerkûk’ü, 16 Ekim 2017 günü Başûrê Kurdistan hükümetinin gerçekleştirdiği referandumun ardından, Kürdistan Federe Bölges’inden alarak, Irak devletine bırakmaları ise bir diğer veri olmuştur.
Halbuki, TC sömürgeci devletinin Rojava Devrimi’ni kabul etmesi demek özün de demokratikleşmesi demek olacaktı. Demokratikleşecek bir Türkiye’nin bırakalım Rojava Devrimi karşısında zorlanması, tam tersine Rojava Devrim ile ilişkilenme temelinde kendi Kürt Sorunu’nu da çözerek, yaşanan Ortadoğu krizi ve kaosunda ciddi darbeler almadan, kendini sıyıraracak ve daha da güçlenerek, uluslararası güçlerin operasyonundan kurtarabilecekti. Önder Apo’nun, Türkiye’yi bu çözüme çekmek için ne kadar büyük çabalar sarf ettiği bilinmektedir. Halklar birbirine kırdırılmadan, sorunlarını başka güçlere havale etmeden, bölge güçlerinin kendi aralarında çözüm seçenekleri üzerinde ne kadar yoğunlaştıkları, yaşanan onca görüşmeden bilinmektedir.
Ancak ulus devlet yapılarının oluşturduğu tekçi, milliyetçi ve faşist zihniyet onca çabaya rağmen aşılamadı. Önder Apo ile yapılan görüşmeler temelinde bırakalım tekçi ve faşizan zihniyetlerin aşılmasını, bu süre daha büyük öldürücü tekniklerin geliştirilmesi temelinde değerlendirilerek, Kürt Özgürlük Hareketi başta olmak üzere tüm demokratik ve Kürt kazanımlarına karşı, topyekûn bir saldırı konseptini geliştirmeye yönelmişlerdir. Nitekim Cizîr, Nisêbîn vb yerlere saldırılar ile sözde 15 Temmuz 2016 darbesi gibi birçok husus gerekçe gösterilerek, topyekûn saldırı daha da tırmandırıldı. Güney Referandumuna yönelik politika, Efrîn’e işgal saldırısı, Medya Savunma Alanları’na başlatılan yeni işgal dalgası ile bu güne gelindi. 9 Ekim 2019 Rojava işgal ve soykırım saldırılarının tümünü bu eksende ele alarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. Fakat öncelikle şunu vurgulamak gerekir; ya Türkiye sorunlarını Kürtlerle, Kürtlerin temsilcisi olan Önder Apo ile oturarak demokratik temelde çözecektir ya da şimdi görüldüğü gibi Kürtlere karşı topyekûn savaşı her yere yayacaktır. Savaşı yaymak da resmen intihar olur.
Türkiye’yi yıkıma sürükleyen zihniyet
Bu kadar derin bir milliyetçi ve faşizan zihniyetin temsilcileri olarak ortaya çıkan Erdoğan-Bahçeli-Ergenekoncu iktidar bloku, sadece Rojava ve tüm Kürt değerlerine saldırmakla kalmamış, tüm sol-sosyalist, demokrat güçlere, toplumsal değerlere saldırmış, toplumu dejenere etmiştir. Fakat mevcut durumda bu faşizan zihniyet sürdürdüğü saldırı ve yol açtığı şiddetin sonucunda kendi sonunu da hazırlamıştır.
31 Mart seçimleri ardından gelişen 23 Haziran İstanbul seçimlerinde de görülmüştür ki bu zihniyet, demokratik koşullarda ayakta kalamayacak bir duruma gelerek aşılmış, teşhir ve tecrit olmuştur. Onlarca sorununun yanı sıra bu düzeyde tekçiliği yaşayan Türk devlet yapısının kendi iç bünyesinde de giderek sarsıldığı, çatırdadığını herkes görmektedir. Bu çatırdamaya uluslararası arenadaki bunalımlar, ekonomik buhran Türkiye toplumunda başgösteren bunalım hali giderek taşınamaz hale gelmiştir. Türkiye’yi soyup-soğana çeviren aile iktidarı, kayırmacılık, hırsızlık derken, ahlaki olarak çöküş tam gaz ilerlerken, ancak kapsamlı bir demokratikleşme projesiyle bu durum tersine çevrilebilir ki; verili iktidar yaptığı kötülüklerle ve faşizan uygulamalarıyla bu şansı ortadan kaldırmıştır. Bundan dolayı iktidar ömrünü biraz daha uzatmak için Türk halkını, “Vatan-Mille-Sakarya” nidalarıyla şovenist-faşizan bir dalga yaratarak yürüttüğü soykırım savaşına destek sağlayıp yaşanan onca sorunun üstünü örtmeye çalışmaktadır.
Erdoğan-Bahçeli iktidarının yığınla sorun yaşamasına rağmen Rojava’ya saldırıları karşısında sözde muhalefet ve AKP karşıtları bile bir bütün olarak iktidarın arkasında sıraya dizildiler.
Tarih boyunca tüm diktatörlerin en başarılı bir şekilde uyguladıkları saldırı ve işgal yöntemlerinden birini şimdi Rojava’ya karşı faşist diktatör Erdoğan uygulamaktadır: Birilerini günah keçisi gösterip milliyetçi ve dinci yapıları mobilize etme, birilerini hedef göstererek toplumun tümünü milliyetçi dalga temelinde yönlendirme yöntemi…
Hitler bu yöntemi Avusturya’ya, Çekoslovakya’ya ve en son olarak Polonya’ya saldırılarında kullanmıştı. Musollini’nin Kuzey Afrika’ya saldırması da benzer biçimdeydi. Zamanında Fransa’nın Cezayir’e saldırmalarıyla da aynı yöntem esas alınmıştı. Saddam da İran ve Kuveyt’e böyle saldırmıştı. Ve 12 Eylül faşist cuntasının da aynı amaçla Kürtlere insanlık dışı uygulamalarla yöneldiğini, söylemenin gereği bile yoktur.
Kasım Engin