HABER MERKEZİ- Hüseyin Gedik’in Sanallaşma ve Dijital Medya Kitabından
Dijital Teknolojinin Ekolojiye Etkileri Birinci Kısım
“İnsan emeğinin sömürüsünün yanı sıra, kapitalizmi, ekoloji karşıtı ve doğa tahribinin baş sorumlusu olarak konumlandırmak gerekir. Anti-ekolojist üretimin yol açtığı sorunlar, yaşamın her alanında kendisini göstermektedir. Kapitalist ekonominin ihtiyaç duyduğu hammadde ve enerji kaynaklarının temini için, doğanın talanı, tahribi ve yıkımı neredeyse onarılamaz bir düzeye varmıştır. Bugünün kârı için tüm bir gelecek yok edilmektedir. Engellenmesi mümkün olmasına rağmen, azami kâr hırsından dolayı engellenmemekte, tüm bir gelecek yok edilmektedir. Fabrikalar bacalarından doğaya karbondioksit zehrini saçılmakta ve bu da asit yağmurları olarak doğamıza geri dönmektedir. Birçok canlı türü yok olmuş ve birçoğu da yok olmanın eşiğindedir. Ozon tabakası delinmiş, buzdağları erimeye başlamış, mevsimsel döngüler, hava durumu, iklim değişmeye vs. başlamış durumdadır. Kısacası, azami kâr dışında, yarını ve geleceği düşünmeyen kapitalizm, dünyamızın ekosistemini tahrip etmektedir. Dijital teknolojinin doğanın tahribindeki rolü ne olur, bu da ayrı bir değerlendirme konusudur. Dijital teknolojinin ekolojiye etkilerini sorgulamak ve çözümler aramak hem doğanın korunması ve hem de insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
İnsan doğa ilişkilerinde meydana gelen değişimleri gözlemleyerek, doğa olaylarını yorumlayan ilk düşünsel yaklaşım olan büyücülükten günümüzün bilimsel yaklaşımlarına kadar, doğaya dair pek çok konuda düşünce üretilmiştir. İlk insanın doğa algısı kutsallık derecesindedir ve yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak ele alınmıştır. İnsan, doğa ile uyumlu bir yaşam içindedir. Toprak, insan yaşamında ana olarak yer edinmiştir. Doğa, insan yaşamın kaynağı olmak kadar, bilgi dağarcığının da ilk kaynağı olmuştur.
Doğanın giderek düşmanlaştırılması, ‘vahşi doğa’ olarak adlandırılması, hedef haline getirilmesi, sistematik olarak yok edilmesi, kâr amacı güden zihniyet ile başlamıştır. Toplumun sınıflara ayrışması, devlet aygıtının ortaya çıkması ve iktidarın kurumsallaşmasıyla inşa edilen uygarlıklar, ekolojik sorunların ana kaynaklarıdır. Bütün devletli uygarlıklar ekolojik sorunlar yaratarak, çevre yıkımını gerçekleştirerek, insan özgürlüğünü ortadan kaldırarak ilerlemiştir. Uygarlık kentleri, çevreyle uyumlu olmaktan ziyade, çevreyi talan ve tahrip ederek, yıkıma uğratarak kurulmuşlardır. Ekonomik faaliyetlerde, ticarette ve insan ilişkilerinde zarar gören hep doğa olmuştur. İnsanın canlı doğaya yabancılaşması, devletli uygarlık sisteminin gelişmesiyle başlasa da hiçbir sınır tanımayan kapitalist modernite uygarlığı kadar tahrip edici olmamıştır. Doğanın tahribinin en fazla derinleştiği dönem, doğa-kırım düzeyine vardığı dönem, kapitalizmin mutlak egemen olduğu dönemdir.
Kapitalist sistemin zihni yapılanması, pratik uygulamaları ve yürürlükteki bütün politikaları sömürüye dayandığı için ekoloji karşıtıdır. Sömürü çarklarını döndürmek için her yol mubahtır. Savaşların kaynağında da bu sömürü arzusu yatmaktadır. Sahip olduğu üretim araçlarıyla dünya genelinde büyük bir talan ve sömürü sistemi kurmuştur. Kapitalist sistem hammadde ihtiyaçlarını karşılamak ve pazar alanlarına sahip olmak için başvurdukları dünya paylaşım savaşlarında da görüleceği gibi, büyük bir ekolojik yıkımı ve milyonlarca insanın ölümünü göze alacak kadar vahşi bir sistemdir. Bu sistemin doğayı yaşanmaz hale getirmesi kaçınılmazdır. Gelişen dijital teknolojiler ve her şeyin sanallaştırılması, doğa tahribinde daha büyük felaketlerin yaşanmasına kapı aralayacak gibidir.
Ekoloji için sanallaşma, düşünce düzeyinde doğadan soyutlanmayı ifade eder. Sanallığın kendisi zaten doğa karşıtlığıdır. Ekosistemin bozulmasına, doğa insan ilişkisini ortadan kaldırmaya dönüktür. Yaşamın canlılığından kopmaktır. Doğanın tahrip edilmesinde dijital teknolojik yöntemler, mekanik yöntemlerden çok daha fazla tahrip edici kapasitesine sahiptir. Bu nedenle dijitalleşen ekonomi ve sanallaşmanın ekolojiye zararları, doğal kaynakların tahribinden daha fazla görünür haldedir. Biri düşüncede, ruhta, zihinsel kopuşu gerçekleştirirken, diğeri ise teknolojik araçlarla doğanın kalbini deşmeye çalışmaktadır.
Ekolojik sorun deyince aklımıza gelen ilk şey ekosistemin bozulması, meydana gelen iklim sorunları ve yaşanan çevre kirliliğidir. Toprak, su ve hava kirliliğinin yol açtığı risklerdir. Yani insan eliyle doğaya verilen zararlar ve yaratılan tahribatlardır. Ekosistemin bozulmasına yol açan etmenler, insan faaliyetleriyle oluşmaktadır. Yenilenemez, sürdürülemez ve geri dönüştürülemez uygulamaların sonucu olarak doğa tahribatı yaşanmakta ve iklimler değişime uğramaktadır. Kuraklık, sıcaklık gibi iklim değişikliğiyle birlikte birçok artçı sorun insan yaşamını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır.
Bilimsel ifadeyle ‘ekolojik sorun’ olarak adlandırılan kavram, insan ile doğa arasında meydana gelen uçurumu ifade etmekte, insan ile çevre arasındaki ilişkilerde yaşanan büyük yıkıma işaret etmektedir. Sel felaketleri, enerji krizleri ve nükleer kazalar da ekolojik krizin konuları arasındadırlar. Aşırı kentleşme, türlerin yok oluşu, ekosistemi etkileyen birçok faktör günümüzün en temel ekolojik sorunu haline gelmiştir. Enerji, gıda zinciri ve popülasyonların (bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi canlı türlerin) kontrolü, ekosistemin döngüsü için gerekli üç temel bileşendir. Bunlar gözetilmediği için, ne yazık ki, ekolojik krizler de aşılamıyor.
Neolitiğin doğal toplumu yerine ikame edilen uygarlık toplumuyla birlikte ekolojik krizler de artarak günümüze kadar devam edegelmiştir. Uygarlık toplumunun zihniyet yapılanmasından başlayarak, bütün gelişim evreleri ekolojik sorunlara yol açarak bugünkü krizleri doğurmuştur. Tarım köy toplumunun bozulmaya yüz tutmasını, ekolojik sorunların başlangıcı olarak görmek abartı olmasa gerek.”