HABER MERKEZİ
Kapitalist Modernitenin toplumu haline gelmek tabiri, basit bir ifadelendirme biçimi olmaktan öte bir anlamı ifade etmektedir. Çünkü bu cümle, sadece bir hal anlatmamaktadır; arkasında çok daha derin anlamlarla yüklüdür. Kapitalizmin “toplumu” her yönüyle getirmeye çalıştığı gerçekliğe işaret etmektedir. Bunun en somut haliyle ifade ettiği anlam ise, köleliği içselleştiren bir “toplum” oluşturma hedefiyle hareket ettiği gerçekliğidir. En yalın haliyle de; toplumun, toplum olmaktan çıkarılmasının hedeflenmesidir. Eğer bunu başarırlarsa, toplumu bir sürü haline getirerek yönetebileceklerini sanmaktadırlar.
Toplumun, toplum olmaktan nasıl çıkarılabileceği gerçekliği ise tüm boyutlarıyla ele alınması gereken bir konudur. Burada öncelikle üzerinde durulması gereken de toplumun, nasıl toplum olarak kendini var ettiği gerçekliğinin anlaşılmasıdır. Eğer bu soruya doğru cevap bulunursa, toplumun nasıl toplum olmaktan çıkarılabileceği de tüm gerçekliği ile anlaşılmış olacaktır.
En yalın haliyle, “toplum; insanın kendini var etme” gerçekliği/eylemidir. Bu tanım üzerinde hemfikir olmayan yok gibidir. Burada öne çıkan temel özellikler de; bilince, düşünceye, sorgulamaya, örgütlenmeye, üretime dayandırarak insanın kendini var etme gerçekliğidir. Bunlar oldu mu ancak o zaman insan, kendini toplum olarak var edebilmektedir. Bu özellikler olmadan insanı var eden toplum olma gerçekliğinden uzaklaşılması da kaçınılmaz bir hale gelmiş olacaktır.
Günümüz koşullarında insanların giderek toplum olarak kendini var eden temel özelliklerinden uzaklaştırıldığına dair ciddi belirlemelerde de bulunulmaktadır. Hatta bu konuda yapılan bazı isimlendirmelere de tanık olunmaktadır. İşte ‘kapitalist modernitenin toplumu haline getirilmek’ denildiği zaman tamamen kast edilen bu gerçekliktir. Bu gerçekliği en somut haliyle Türkiye’de görmenin olanaklı hale gediğini de burada belirtmek mümkündür.
Türkiye’de 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilmiş olan askeri faşist darbeyi sadece siyasal bir düzenleniş ve sosyalist, devrimci, demokratik güçlere karşı gerçekleştirilen karşı-devrim olarak görmemek gerekmektedir; hedefinde tamamen toplumun yeniden şekillendirilmesi vardır. 12 Eylül sonrasında Türkiye’de toplum tamamen bu hedef doğrultusunda biçimlendirilmek istenilmiştir. Sindirilmiş, depolitize edilmiş bir ortamda; apolitikleştirilmeye çalışılan bir toplum, liberal, köşeyi dönme edebiyatıyla, “Türk-İslam sentezi” adını verdikleri şoven, dinci, milliyetçi ideoloji ile şekillendirilmek istenen bir neslin ortaya çıkarılması hedeflenmiştir.
12 Eylül faşist darbesinin üzerinden geçen yaklaşık kırk yıl içerisinde de önlerine koymuş oldukları bu hedefin “meyvelerini toplamak” istemişlerdir. Öyle ki, bu süreçte Kürdistan’da gelişen Özgürlük ve Demokrasi Hareketinin, Türkiye toplumunu etkilemesinin önüne geçilerek; liberal, ırkçı, faşist, dinci ideoloji ve ajan-provokatör yapılanmaların doğrudan etkisi ve yönlendirmesi altına girmeye açık bir hale getirilmesi amacıyla hareket edilmiştir. Bugün Türkiye’de, Kürdistan’da yürütülen soykırımcı özel kirli savaşa, Rojava’ya yönelik işgal saldırılarına karşı duyarsız bir kitle gerçekliğinin, AKP-MHP gibi faşist partilerin her türlü zulmü, her gün iğneden-ipliğe yaptıkları zamlar, kadın, çocuk, doğa katliamları karşısında hareketsiz bir hale gelinmiş olmasının nedenini de bu gerçeklik oluşturmaktadır.
Bu gerçeklik görülmeden, bugün Türkiye’de toplumun içerisinde bulunduğu durumu anlamak mümkün değildir. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin izdüşümü olan AKP-MHP faşist diktatörlüğünün her türlü baskısı, sömürüsü, açlık, yoksulluk, hayat pahalılığı, artan fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, işsizlik, kadın-çocuk-doğa katliamları, Kürdistan’da yürütülen soykırım saldırıları karşısında Türkiye’de toplumsal bir duyarlılığın ve hareketliliğin neden yaşanmadığı sorusunun yanıtı da böyle bir gerçeklik içerisinde gizlidir.
Özünde Türkiye toplumuna karşı gerçekleştirilmiş bir karşı-devrim olan 12 Eylül askeri faşist darbesinin belirli yönleriyle amacına ulaştığını söylemek mümkündür. Her yönüyle açığa çıkmış ve deşifre edilmiş gerçeğine rağmen hala AKP-MHP faşist diktatörlüğü ayakta kalabiliyorsa nedenini tamamen bu gerçeklik oluşturmaktadır. Fakat bu “12 Eylül 1980 askeri Faşist darbesi her yönüyle başarılı olmuş, karşısında durulamaz, bir şey yapılamaz” anlamına gelmemektedir. Çünkü Kürdistan’da gelişen ve bugün önemli bir başarı ve kazanım sağlamış olan Özgürlük ve Demokrasi Hareketi önünü açtığı kültür ve demokrat devrimle birlikte toplumunda devrimci bir ruhsal şekilleniş ortaya çıkarmıştır. Sadece bununla da sınırlı kalmayarak, devrimci bir miras ve birikime sahip olan Türkiye’deki devrimci, demokratik dinamikleri canlı tutmuş ve onları her an harekete geçirecek bir ruhla donatmıştır.
Bu yönüyle de 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün oluşturmak istediği bir Türkiye gerçekliği karşısında; emekçilerin, devrimci ve demokratik güçlerinin Türkiye’si her zaman varlığını korumaya devam etmiştir. Bugün Türkiye’de asıl mücadele de bu iki ayrı gerçeklik arasında yaşanmaktadır. Türkiye’de yaşanan ve gündemleştirilmeye çalışılan sorunları da bu çerçevede ele almak gerekmektedir.
Türkiye’de emekçiler, devrimciler, demokratlar özgür ve demokratik bir yaşamdan ve bunun mücadelesi içerisindedirler, Kürdistan toplumu ile de ortaklaşarak birlikte mücadele kararlılığı içerisinde bulunmaktalar. Bu doğrultuda atılmış olan adımlar da söz konusudur. Emekçilerin, devrimcilerin, demokratların Türkiye’sini temsil edende bu gerçekliktir. Bunun karşısında çözülen soykırımcı, sömürgeci-faşist TC devlet gerçekliği söz konusudur. İngiltere’de(Londra), NATO’ya üye olan devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı toplantıda bu gerçeklik çok açık bir şekilde açığa çıkmıştır. Bahsi geçen bu toplantıda işbirlikçi, yeni-sömürge TC devletinin dibe vuran gerçekliği tescil olmuştur. Adeta “güvendiği dağlara kar yağmış” tır. Siyasal ve mali kriz gerçekliği, onu yaşadığı bunalım içerisinde nefes alamaz bir hale getirmiştir. Bugüne kadar sürü haline getirerek, yönetmeye çalıştığı toplumun her an başkaldıracağı korkusuyla karşılaşabileceğini düşünmektedir. Bu gerçeklik nedeniyle demagojilerle, özel-psikolojik savaş yöntemleriyle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Bunun dışında kendisi için başka bir çıkar yol görmemektedir. AKP-MHP faşist diktatörlüğünün yapmış olduğu son manevra ve içerisine girdiği kirli oyunlar bunu göstermektedir.
En son Termik santrallere ilişkin yaşanan sorunlar da Ceren Özdemir cinayeti de böyle bir gerçeklik içerisinde anlam kazanmaktadır. TBMM’de AKP-MHP faşist diktatörlüğü tarafından “iki buçuk yıl daha termik santrallerin filtresiz bacalarla” çalışmaları yönünde bir karar alınmıştır. Toplumun artan tepkisi karşısında aynı faşist diktatörlüğün başı olan R.T. Erdoğan kendi hükümetine aldırdığı kararı “veto” etmiştir ve bunu da kendini “doğa dostu” gösteren bir psikolojik savaşa dönüştürmüştür. Üstelik bunu TBMM’de böyle bir kararı alanlara ve basın-yayında bu kararın propagandasını yürütenlere yaptırmıştır. Ceren Özdemir’in katli de böyledir. Daha önceki kadın cinayetlerinde olduğu gibi, Ceren Özdemir’i katleden insanlıktan çıkmış güruh AKP-MHP faşist diktatörlüğünün Adalet Bakanı, Savcısı, Hakimi, Cezaevi müdürü tarafından böyle bir cinayeti işlemek üzere bırakılmış ve kendine verilen bu görevi yerine getirdikten sonra sanki elle konulmuşçasına, olduğu yerden alınarak “katili yakaladık” propagandasına dönüştürülmüştür.
Gelinen aşamada soykırımcı, sömürgeci, faşist TC özel savaş rejimi kendini ancak bu şekilde ayakta tutabilmektedir. Kapitalist Modernitenin kölesi haline getirmeye çalıştığı “Türkiye toplumunda”, doğa ve kadın katliamlarını bu doğrultuda özel-kirli psikolojik savaşın çıkarlarının bir aracı olarak kullanmak istemektedir.
Cemal Şerik