HABER MERKEZİ –
“O da vurmalıydı. Anasının, babasının, kardeşlerinin, halalarının, teyzelerinin intikamını almalıydı. Ancak böyle bitecekti kavga, onun da yurdu olacaktı kan gölü üzerine kurulan. Ama özgür, mutlu ve kardeşçe yaşayacaktı. Sürülmeyecekti artık bir yerden bir başka yere. Kan, barut ve ateş kokmayacaktı sokaklar. Özgürlük türküleriyle büyüyecekti yeni doğan bebeler. Çekmeyeceklerdi; Firuz, Şaro, Yasin… bebelerin çektiklerini. İşte Sana’m da bunu biliyordu, böyle bir yaşam için ölümü kucakladığında. Ne de çok benziyorsunuz ülkem çocuklarına.”
Sara-Sakine Cansız Yoldaş’ın, 1982 yılında Lübnan’da Filistinlilerin bulunduğu Sabra ve Şatilla Kamplarında yaşanan katliama ilişkin kaleme aldığı yazıyı sizlerle ilk defa paylaşıyoruz. 1985 yılının Haziran ayında kaleme aldığı yazısında Sakine Cansız, Amed Zindanı’nda direnişin zaferle sonuçlandığı, devrim ateşinin Kürdistan’da sönmemecesine yakıldığı bir dönemde, devrimci yüreğini yaralayan Sabra ve Şatilla Kamplarındaki katliamı 3. yıldönümünde şu sözlerle anlatıyor:
Bir kadın göğsünü yumrukluyordu parçalarcasına… Üst üste yığılmış cesetlerin üstüne kapanmış, tüm hiddetiyle ağlıyordu. Seçemiyordu, seçilemiyordu hiç biri; parçalanmış, yarıklar ve kan içindeydi hepsi. Oysa biri henüz on beşine yeni basmış taze kızı Yasemin, diğerleri de; bebesi Yasin, gelini Sahra ve büyük oğlu Yaser’di. Hepsi… hepsi tanıdıktı. Ama o hala tanıdık sima arıyordu. Dövünerek koşuyordu, şimdi bir başka ceset yığını üzerine kapanmıştı. Onlar da… akraba, dost, konukomşuydu.
Dinmiyordu silah sesleri. Gök gürler gibi makineler, bazukalar, uçaksavarlar kusuyordu ölümü… Sonra, buldozerler dizi dizi… Yükseliyordu toz bulutları, alevler, dumanlar, çığlıklar, inlemeler, bağırışlar. Her şey birbirine öylesine karışmıştı ki… Tıpkı onlarca can kaybetmiş bir kadının dağlanmış yüreği gibi…
Bir başka köşede ateş çemberinden, yıkılan evlerin enkazından kurtulmuş, şaşkın, çaresiz, öfkeli, koşuşan daha biri beş, diğeri sekiz yaşlarında iki kız çocuğu… Saç baş darmadağın, üst baş toprak rengini almış! Tıpkı o soluk benizleri gibi. Gözler… o simsiyah gözler öfkeli, kinli, yaşlı ve korkulu ama umutla bakıyordu. Yaşamak umuduyla! Biraz… biraz daha ama yoktu hiç kimse. Sokaklar bomboştu. Ne ellerinden tutacak bir el ne de başlarını sokacak bir evleri vardı. Koşuşturuyorlardı… Hangi yana dönseler oradan yağıyordu, yaşamlarının ayrılmaz birer parçası olan zalim kurşunlar. Ama henüz farkında değillerdi. Bilmiyorlardı, anlamıyorlardı nedenlerini. Halbuki gözlerinin önünde vurmuşlardı analarını, emmilerini… Benzerlerini görmüşlerdi kan içinde. Niye hala tanımıyorlardı düşman olduklarını. Kocaman soru işareti belirmişti kafalarında. Bulmalıydılar bütün bunların yanıtlarını. Çünkü görmemişlerdi, görmemişlerdi gün yüzünü. Yaşamaya fırsatları olmamıştı. Çocukları görmemişlerdi babalarını, bilemiyorlardı bu kavramın anlamını. Anaları ise; kaybettiği yarinin, delikanlı oğlunun, gencecik kızının acısıyla yitirmişti ‘ana’ özelliğini. Acı kurutmuştu memelerindeki sütü. Firuz’a süt veremiyordu. Gözlerini dikmiş taa… uzaklara bakıyor ve yaşıyordu anılarıyla. Ağıtsı ninnileri bile söyleyemiyordu artık. Sevemiyordu bebesini. Öyle ya! Büyüttükleri bir bir gitmişti. Büyütse de ne olacaktı. Yoo… kavrayacaktı silahı hırsla, minik elleri ve sıska vücuduna bakmadan. Bir anlayabilse kime sığınacağını, soracaktı acıların hesabını bir bir. İşte o zaman var gücüyle basacaktı tetiğe… Çünkü kendi de silah sesleriyle dünyaya gelmişti. Ninnileriydi adeta bu sesler. Oyuncakları olmuştu kafatasları. Tanımamıştı başka bir yaşam. Öyle kağıttan aydınların, çizerlerin, kardeşlik teraneleri estiren devrimcilerin(!) dediği gibi; oyuncaklar, bebekler, çikolatalar görmemişlerdi, göremiyorlardı. Bu şekilde o, kanlar içinde yerde yatan anasının göğsünü emerek, ateşler içinde, can verenlerin çığlıkları içinde, toprak içinde, onu kucaklayarak, ona dayanarak, onu yiyerek büyüyordu. Onun için değil mi ki; karnı ileriye doğru şiş, bacakları çarpık, rengi sapsarıdır.
Sana da öyleydi. Büyümüştü Sabra’da, Şatilla’da!.. Acılar içinde hızlı hızlı. Filistin’di bura. İnsan büyümesinin çok hızlı olduğu Filistin… Kimse bilmez çocukluğu, gençliği tanımazlar. Niye mi? Savaş da ani başlamamış mıydı? Bir saniyede can almamış mıydı kurşunlar? Anası da o korkunç patlamanın korku ve heyecanıyla bir anda onu doğurmamış mıydı? Her şey öylesine hızlı ilerliyordu ki! İşte, Sana da öylesine hızla atılmıştı kavgaya. Fark etmişti vahşetin, zulmün karanlığını. Unutmamıştı Sabra-Şatilla katliamını, 9 yaşındayken Siyonist milislere kalkan olduğunu. Katliamlar, soykırımlar yapan düşmanını tanımıştı. Yaşayarak, görerek, çekerek bu bedeli. Birgün o da ölecekti. Bunu biliyordu. Öyleyse niye duruyordu!?. O da vurmalıydı. Anasının, babasının, kardeşlerinin, halalarının, teyzelerinin intikamını almalıydı. Ancak böyle bitecekti kavga, onun da yurdu olacaktı kan gölü üzerine kurulan. Ama özgür, mutlu ve kardeşçe yaşayacaktı. Sürülmeyecekti artık bir yerden bir başka yere. Kan, barut ve ateş kokmayacaktı sokaklar. Özgürlük türküleriyle büyüyecekti yeni doğan bebeler. Çekmeyeceklerdi; Firuz, Şaro, Yasin… bebelerin çektiklerini. İşte Sana’m da bunu biliyordu, böyle bir yaşam için ölümü kucakladığında.
Ne de çok benziyorsunuz ülkem çocuklarına. Ama siz de bilmelisiniz ki ÖZGÜRLÜK, uğruna savaşılmadan, kan dökülmeden elde edilemez. Bunca acı ona erişmek içindir. İnancınızı ve umudunuzu koruyun. Güneş size de doğacaktır.
Sabra ve Şatilla katliamlarının yıldönümünde acınızı yürekten paylaşır; öfkenizi, kininizi mücadeleye dönüştüreceğinizden emin olarak sizleri tüm hiddetimle kucaklar, kara gözlerinizden öperim.
Özgür ve mutlu bir Filistin’de yaşamanız dileğiyle, Kürdistan zindanlarından binlerce selam!..”
Şehit Sara (Sakine Cansız)