BEHDÎNAN – Hastalıklı, çürümüş ve ölümü dayatan sistem sorununa dikkat çeken KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, kadın hareketlerinin milliyetçiliği, dinciliği, bilimciliği ve cinsiyetçiliği aşan bir zihniyet ve örgütlenme tarzıyla mücadele etmesinin, başarmak açısından hayati bir öneme sahip olduğunu söyledi. Doğu, “Milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi sistemin içinden değil dışına çıkarak, onu aşarak kadın örgütlülüğünü ve mücadelesini geliştirmeliyiz” diye konuştu.
KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, yaklaşan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü vesilesiyle ANF’nin sorularını yanıtladı.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü yaklaşırken, bu yılda da dünya genelinde ve Ortadoğu’da savaşın her açıdan yoğunlaştığını ve en çok da kadınları vurduğunu görüyoruz. Kapitalist sistem ve ulus devlet rejimlerinin soykırım ve kadın kırımını zirveleştirdikleri, Ortadoğu başta olmak üzere geniş bir coğrafyaya yaydıkları savaş, cinsiyetçiliği nasıl besliyor ve kadınlara ne şekillerde yansıyor?
Öncelikle 25 Kasım vesilesiyle, erkek egemenlikli sistemin çeşitli biçimlerde saldırılarına maruz kalıp öldürülen sayısız ve isimsiz kadınları, çocukları anmak istiyorum. Yine bu sisteme karşı bilinçli ve örgütlü bir biçimde mücadele ederken devletler, iktidarlar tarafından katledilen başta Mirabel Kardeşler olmak üzere Sakine Cansız, Evîn Goyî, Leyla Wan, Jiyan-Roj-Baharîn, Yusra, Reyhan, Delal Amed, Raperîn Amed, Nagihan Akarsel ve binlerce kadın devrimci öncünün anısı bizleri aydınlatmakta ve sisteme karşı mücadele gücümüzü daha da büyütüp perçinlemektedir.
Egemen ve iktidarcı güçlerin, kadınlara, halklara, genel anlamda ezilenlere karşı kullandığı en etkili silah olan şiddet, günümüz dünyasında gelişen savaşlarla zirveye tırmanmıştır. 3. Dünya Savaşı olarak nitelendirdiğimiz bu savaşta, soykırım, toplum kırım, kadın kırım, çocuk kırım, ekolojik kırım, vicdanın ve aklın almayacağı düzeylerde ve biçimlerde yaşanmaktadır. Topluma ve doğaya karşı çok yönlü gelişen bu kırım niteliğindeki saldırıların merkezinde ise kadın kırımı yer almaktadır. Kapitalist modernitenin hegemon erkek aklı, yaşamın her anında şiddet üretip iktidarını süreklileştirmeyi “Önce Kadını Vur” kuralına sadık kalarak gerçekleştirmektedir. Bu, hegemon erkeklik ve kapitalist sistem açısından olmazsa olmaz bir kural, varoluş gerekçesidir.
Bu savaş gerçekliğini iki açıdan ele almak gerekir;
* Bildiğimiz ulus devletler arasında, ulus devletlerin içinde iktidar güçleri arasında, devlet dışı güçlerle devletler veya örgütler arasında gerçekleşen düşük-orta-yüksek yoğunluklu yaşanan savaşlardır. Bunlardan bazıları uzun sürelere yayılsalar da bu savaş biçimlerinde genelde daha kısa sürede görünür biçimde yoğun, toplu ölümler, yaralanmalar, göçler, yoksulluk, hırsızlık, yolsuzluk, talan, tecavüz yaşanmaktadır. Bu savaşlar, açık ve görünür, (devletler nezdinde) resmi savaş durumları olarak ifade edilebilir.
* Uluslararası ve ulus devletlerin sınırları içerisinde belirlenen özel savaş politikaları doğrultusunda çarpıtmaya dayalı ve parça parça bir biçimde geliştirilerek görünmez kılınan ama aslında en yoğunluklu gelişen savaşlardır. Dünya çapında, bölgesel çapta kadın katliamlarını, tecavüzlerini, çocuk ölümlerini, hastalıklarını, açlıktan ve yoksulluktan kaynaklı ölümleri, öldürmeleri, iş cinayetlerini, doğanın gördüğü zararları vb. daha birçok katletme durumlarının bilançosunu göz önüne getirdiğimizde, bilançonun iki dünya savaşını katbekat aştığını görürüz. Araştırmacılar bu rakamları gerçekçi bir biçimde araştırıp ortaya koyarlarsa bu vahşet daha görünür olacaktır. Elbette ki biz insan ve doğa yaşamının değerini rakamlarla ölçmüyoruz, acılar, katliamlar birbiri ile kıyaslanamaz. Fakat kapitalist sistemin dayattığı yaşamda, resmi savaş olarak ifade ettiklerinin dışında da nasıl korkunç bir savaş yaşıyoruz, bunun görülmesi ve anlaşılması çok önemlidir.
HEDEFLENEN ESAS ÖZNE KADINLARDIR
Çağımızda gelişen bu savaşların her iki biçiminde de hedeflenen esas özne kadınlardır. Yine elbette kadınlarla birlikte hiçbir savunması bulunmayan çocuklardır. Savaşın kadın ve çocuklar açısından tek bir anlamı vardır; fiziki ölüm, fiziki olarak ölmemişse de tecavüz, yoksulluk, fuhuş ve göç etmedir.
Yakın tarihte ve günümüzde; TC faşist devletinin Kurdistan’da adını koymadan yürüttüğü soykırım savaşı, Libya’da, Suriye’de yaşanan savaşlar, DAİŞ’le birlikte Ortadoğu’da yaşanan vekalet savaşları, Rojavayê Kurdistan’a karşı TC’nin geliştirdiği savaş, Taliban’ın Afganistan’da yürüttüğü iç savaş ve iktidara gelişi, Rusya-Ukrayna savaşı, Azerbaycan-Ermenistan savaşı, son İsrail-HAMAS savaşı, Afrika kıtasında bazı ülkelerde yaşanan iç darbe-savaş süreçleri, bunların hepsi en çok kadınları vurmuş ve etkilemiştir. Hem (devletlerin tanımladığı biçimiyle) resmi olarak savaş yaşanan coğrafyalarda ve hem de kapitalist sistem yaşamının ürettiği özel savaşlarda en fazla kadınların ve çocukların şiddete maruz kaldığını, çeşitli biçimlerde kırım yaşadıklarına tanık oluyoruz. Türlü ve akıl vicdan almaz biçimlerde yaşanan bu savaşlar, her anında şiddeti, bedensel ve ruhsal ölümü, katliamı dayatmaktadır.
Kadının alabildiğine silahsız, öz savunmasız, ekonomisiz, eğitimsiz ve erkeğe muhtaç hale getirildiği mevcut yaşam tablosunda, yaşanan savaşlar kadını daha güçsüz hale getirirken, erkekteki egemenliği daha perçinlemekte, kışkırtmaktadır. Savaşlar, kadını egemen erkeğe ve kapitalist sisteme daha bağımlı hale getirirken, egemen erkeklik açısından kadının varlığı paylaşılamayan bir savaş coğrafyasına dönüşmektedir. Bu biçimiyle kadın, bedeniyle ve ruhuyla paylaşım savaşı alanına dönüşmüştür. 3. Dünya Savaşı’nın çok temel bir yönü de budur. Bu anlamda 3. Dünya Savaşı sürecini; kadına ve toplumsallığa karşı, yine doğaya karşı ilan edilmemiş bir savaş süreci, özel ve fiziki savaşın çok yönlü biçimlerde yaygın olarak kullanıldığı bir savaş süreci olarak ifade etmek doğru olacaktır. Burada, kadın merkeze alınarak tüm toplum, yaşam ve doğa hedeflenmektedir.
Yaşanan savaşların dışında günlük ve anlık olarak yaşanan kadın cinayetlerini, tecavüzleri, emek sömürüsünü, bedensel-cinsel olarak kullanımı, fuhuşu, göç ve göçün ortaya çıkarttığı sonuçları, erkek egemenliğinin gelmiş olduğu korkunç düzeyi, paramparça edilmiş kadın ve erkek gerçekliğini, savaş dışında bir kavramla ifade etmek zordur. Kadını merkez hedefine alarak yaşamın her alanına yayılmış ve derinleşmiş bir biçimde yürütülen bu özel savaş ve fiziki savaş, 3. Dünya Savaşı’dır. Son bir ayda İsrail-Filistin savaşında 3 binden fazla Filistinli kadının, 4 bin 500’den fazla Filistinli çocuğun öldürülmesi gerçeği bile bu gerçeği çok çarpıcı anlatmaktadır. Kadına ve topluma karşı yürütülen bu savaşı bütünlüklü ele almak, buna karşı mücadele sürecini doğru ve etkili örmek açısından önemli olmaktadır.
Soykırım, demografik değişimi yaratacak denli toplu göç, katliam ve yıkıma yol açan 3. Dünya Savaşı karşısında kadın mücadelesinin izlemesi gereken mücadele hattı ve politikaları nasıl olmalıdır?
Her kadın ölümü; yaşamın, toplumsallığın, ahlakın, kültürün, doğanın, sevginin ve adaletin ölümü demektir. Her kadın ölümü; egemen erkekliğin, kapitalist modernitenin ‘sonsuzluk’ veya ‘ölümsüzlük’ idealine bir nefes aldırmadır. Çağımızın hegemon erkekliği, kadın bedeninin paramparça edilmesi, öldürülmesi ve sömürülmesi üzerinden kendini yaşatmaktadır. Hegemon erkeklik, kadın iradesinin yokluğu, ölümü, paramparça edilmesi üzerinden kendini var eder. Öözgür kadın iradesinin olmadığı yerde toplumsallık, ahlak, vicdan, adalet, özgürlük ve eşitlik yoktur, yaşam yoktur. Bu bir hakikattir. Bu nedenle “Jin jiyan azadî” söylemi, öylesine söylenmiş, sadece kulaklara güzel gelen bir söz değildir, yaşamın ve mücadelenin temel hakikatidir. Bu söylem, bize kadının yaşam ve özgürlük, güzellik olduğunu anlatırken, erkek egemenliğinin de ölüm, kölelik ve çirkinlik olduğunu anlatır ve bir mücadele perspektifi önümüze koyar.
‘JIN JIYAN AZADÎ’ HAKİKATTİR
Rêber Apo’nun sadece kadın açısından değil bir bütün toplumsal mücadele açısından da temel bir ilke olarak belirlediği “Jin jiyan azadî” söylemi, kadın mücadelesinin ve çözümlemesinin içinden süzülüp gelmiş bir söylemdir. Bu söylem, Kurdistan’da kadın özgürlük geleneğini doğurmuş ve büyütmüştür. Jîna Emînî’nin saçlarının görünmesi nedeniyle İran rejiminin ahlak polisleri tarafından katledilmesiyle birlikte İran’da, Rojhilatê Kurdistan’da, Ortadoğu ve tüm dünya çapında “Jin jiyan azadî” sloganının dalga dalga yayılması, bu söylemin özgürlük ihtiyacına cevap veren hakikatinden ileri gelir. Toplumlar, özgürlük arayışı olan kadınlar ve değişik kesimler, bu sloganı sahiplenerek, aslında hem kadını, yaşamı ve özgürlüğü bütünlüğü içinde sahiplenmiş ve hem de tersinden erkek egemenliğinin ölüm ve kölelik olduğu gerçeğini ifade etmişlerdir. Elbette ki sadece bu sloganı dillendirmek, özgürlük ve yaşam mücadelesi açısından yeterli değildir, ancak özgürlük hakikatinin yolunu tarif etmede, anlamlandırma ve iddiasını ortaya koymada önemli bir düzeyi işaret etmektedir.
Dolayısıyla kadın, yaşam ve özgürlük hakikati karşısında tam bir düşman gibi davranarak savaşan bu hegemon erkek sisteme, kapitalist modernite sistemine karşı mücadele stratejisi ve taktiğini çok yönlü belirlemek ve mücadeleyi örgütlü bir biçimde süreklileştirmek hayati bir öneme sahiptir. İnsanlar yaşadıkları topraklarda cehennemi yaşamakta, bu cehennemden kaçmak için de daha kötü cehennemlere sürüklenmektedir. Yaşadıkları topraklar demografik açıdan tutalım da fiziki, ruhsal, kültürel vb. her açıdan tanınmaz hale gelirken, yabancılaşmanın, sömürünün bu kriz ortamında had safhalara ulaşması, bununla bağlantılı yoksulluk, açlık, eğitimsizlik, hastalıklar, kriz ortamından faydalanan vurgunculuk, talancılık, ahlaksızlık vb. felaket düzeyine gelmektedir. İşte bu kaostan kurtuluşu sözüm ona daha gelişmiş ülkelere göç etmekte bulan insanlık, ya göç yollarında hayatlarını kaybetmekte ya da ölmeyip yaşama şansı bulmuşsa da ölümden beter bir yaşama mahkum olmaktadır. Göç edilen coğrafyalarda aradığı yaşamı bulmaktan ziyade daha da derinleşmiş bir krizle ve yabancılaşma ile karşı karşıya kalmaktadır. Kadınlar, bu krizin en ağır bedellerini ödemektedirler. Kendi topraklarında veya göç ettikleri yerlerde, sömürünün binbir ahlaksız yüzü ile karşılaşmakta, çaresizlikle yaşamaya çalışmaktadırlar. Kapitalist sistem milliyetçiliği, dinciliği, bilimciliği ve cinsiyetçiliği muazzam bir bütünlükle yürütüp kadınları ağır bir baskı altına almakta, liberal karakteriyle sahteliği, çirkinliği ve kötülüğü maskelemeye çalışmakta, bir tuzak gibi kendine yöneleni avlamaktadır.
Değerlendirmelerinizde özellikle kadına karşı şiddetin savaş düzeyinde olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bu, neden bu kadar önemlidir?
Tüm bu katliamları savaşın dışında başka bir kavramla izah etmek mümkün değildir. Özgürlük mücadelesi veren kadın hareketlerinin, bireylerin; erkek egemenliğinin bir sistem olarak örgütlendiğini, bunu ustaca bütünlüklü bir biçimde yürüttüğünü, bin bir tuzaklı yollarının olduğunu; kadınlara ve yaşama karşı ilan edilmemiş bir savaş geliştirdiğini kavraması, bunun farkındalığını yaşaması çok önemlidir. Doğru stratejiler ve örgütlenmeler, dolayısıyla mücadeleler, mevcut dünya ve bölge gerçeklerinin doğru okunması ve tahlil edilmesiyle geliştirilebilir. Kadınlara karşı yaşanan bir savaştır, sistem savaşıdır. Dolayısıyla kadına düşman olan, varlığına, hem fiziki ve hem de ruhsal varlığına düşman olan bir gerçeklik vardır. Bu nedenle kadın mücadelesi günümüzde aynı zamanda insanlığın var olma, varlığını devam ettirme mücadelesidir.
SİSTEMSEL KARŞI DURUŞ VE ÖRGÜTLENME ŞART
Bu açıdan kadın mücadelesinde kendi yerelinden başlayarak kadın sorunlarını çözmek üzere örgütlenmek, yaygın bilinçlenme faaliyetlerini geliştirmek ve farklılıklara rağmen birlikteliği esas alan bir yolda yürümek esas bir konudur. Yaşamın öznesi konumundaki kadın etrafında yaşanan sorunları, erkek devletinden ve sisteminden kaynaklandığı bilinciyle ele almak ve toplumun içinde, toplumla birlikte çözmek, en doğru olandır. Toplum içinde ve yaşamın genelinde özgünlüğünü ve özerkliğini geliştirerek örgütlenmek, bu çözüm iradesini toplumsal dönüşüme mal etmek, bu dönüşümle birlikte doğasına kavuşarak yaşamın öznesi olmak, mücadele hattının önemli kavşaklarıdır. Bireysel bir başkaldırıyla ya da kendini diğer kadın örgütlerinden, toplumundan soyutlamakla güçlü bir kadın mücadelesi yürütmek mümkün değildir. Daha doğrusu hegemon erkekliği aşmak, kadın devrimini geliştirmek açısından yeterli değildir. Eğer ki kadına düşman olan ve kadınlarla birlikte tüm yaşama ve topluma karşı savaşan bir realite karşımızda duruyorsa, buna karşı kadınların sistemsel düşünmesi, ideolojik, politik, örgütsel ve yaşamın her alanında bir karşı duruş ve örgütlenme geliştirmesi, her açıdan özgün ve özerk örgütlü iradesini güçlendirip bütünlüklü bir mücadele stratejisini geliştirmesi tarihi bir öneme sahiptir.
Yine burada çok önemli olan bir husus da kadınların erkek egemenlikli ideoloji ve paradigmalar karşısında kadın özgürlük ideolojisini geliştirmesi, bununla birlikte jineoloji doğrultusunda xwebûn olmaya yönelmesi, öz gücünü ve öz savunmasını geliştirmesidir. Duygusal, tepkisel ve salt isyan içerikli mücadeleyle hegemon erkek sistem zayıflatılamaz, geriletilemez, aşılamaz. Bilakis her örgütsüz ve ideolojisiz isyan, erkek egemenliğini daha da cesaretlendiren ve yönelimini yoğunlaştıran bir etkiye yol açar. Nitekim kaba isyanların sonuç alamadıkça nasıl kadın mücadelesinde gerilemelere yol açtığını ve sistemin kendini daha da güçlendirdiğini tarihte de günümüzde de görüp yaşıyoruz. Elbette ki bu mücadele bitmez, ancak insan yaşamının gelmiş olduğu bu krizli ve kritik aşamada kadınlar olarak tarihten ve günümüzden dersler çıkararak doğru savaşmamız, çok tehlikeli bir düzeye gelmiş bu hegemonik erkek sistemini güçlü darbeleyip aşmamız hayati bir önemdedir. Bu nedenle doğru strateji ve taktikler geliştirerek dünya, bölge ve tikel coğrafyalar çapında bütünlüklü mücadeleyi geliştirmek gerekmektedir.
Dayatılan milliyetçi ulus devlet çizgisine karşı özelde kadınlar neler yapmalı; kadınların mücadelesi ataerkil uygarlık sisteminin tek güç olma savaşı karşısında nerede ve nasıl yer almalıdır?
Hayatın kendisi çeşitlilik ve farklılıklar üzerine kuruludur, özgürlük de öyledir. Teklik ayrı bir şeydir, bütünlük ayrı bir şeydir. Tekliğin içinde egemenlik ve faşizm vardır. Teklikte farklılığın, çeşitliliğin, çokluğun iradesi yoktur, egemen olanın iradesi hakimdir, daha doğrusu hakim olmak için saldırır, iradesini dayatır. Çeşitlilik, farklılık ve çokluk, yaşamın ve özgürlüğün temel dinamiğiyse teklik bunun düşmanıdır. Yine kadın açısından bu gerçeği yorumladığımızda, kadının aynı zamanda bu yaşam ve özgürlük diyalektiğinde çeşitliliğin, farklılığın ve çokluğun anası olduğu görülür. Tekçi zihniyete dayanan erkek egemenlikli sistem, bu nedenle başta kadına karşı düşmandır. Egemen sistem, kaynağında (yani kadında) çeşitliliği, farklılığı ve çokluğu öldürmeye çalışarak, tüm toplumu ve yaşamı, hatta doğayı tekleştirmeye, kurutmaya, iradesizleştirmeye çalışır. Bu diyalektiği hepimiz yaşamlarımızda çok yönlü örnekleriyle yaşamaktayız. Günlük de değil anlık olarak bu bombardıman, basınç yaşanır.
MİLLİYETÇİLİK, DİNCİLİK, CİNSİYETÇİLİK VE BİLİMCİLİK
Kapitalizmle birlikte gelişen ulus devletçilik, diğer bir deyişle milliyetçilik ise bu bombardımanın gelmiş olduğu en zirve noktayı ifade eder. Toplumsal yaşam aşamalarının doğal akışı içinde kültürel bir kimlik aşamasını ifade eden ulus kimliğini alıp sınırları cetvellerle çizilmiş bir devlet gerçeğine sıkıştırmak, insanlığa ve kadınlara yapılmış en büyük kötülüklerdendir. Ulusal kimliği ve bilinci devletle özdeşleştirmek, ulusu kendi doğasından kopartarak devletleşmeye, iktidarlaşmaya, kendine yabancılaşmaya sürüklemiştir. Bu sürekleniş masum bir karakterde değildir, faşizmi doğuran ve geliştiren bir etkiye yol açmıştır. Ulusal kimlikler, farklılıklar başta olmak üzere dinsel, mezhepsel, ırksal, sınıfsal, cinsiyet boyutuyla tekliğin faşizanca dayatıldığı bir iktidar biçimini ortaya çıkarmıştır. Faşizm derken de sadece fiziki saldırılar anlamında değil ideolojik saldırılar, tek tipleştirme anlamında da ifade ediyoruz. Modasından, estetiğinden tutalım da şehirlerdeki mimari yapının aynılaştırılmasına; kadın bedeninin matematiksel ölçülerle milimi milimine aynı biçime mahkum etmeye kadar; dilin, kültürün, güzellik ve özgürlük ölçüsünün salt maddeye, bedene indirgenerek tam bir tüketim nesnesine dönüşmesine kadar çok boyutlu bir faşizm gerçeği dayatılmaktadır. Milliyetçilik burada iktidarın kendisini meşrulaştırması, kabul edilebilir düzeye kavuşması açısından büyüleyici bir iksir rolünü oynar. Hoş gibi gösterilen ancak zehirleyen bir iksir niteliğindedir. 20. yüzyılın ve 21. yüzyılın tüm fiziki ve özel savaşlarında milliyetçilik çok önemli ve uğursuz bir rol oynamıştır, oynamaktadır. Milliyetçi savaşlar, kimlikler uğruna milyonlarca insanın, kadının kanları dökülmüş, milyonlarca insan da çeşitli biçimlerde bunun ağır bedellerini yaşarken ödemişlerdir. Dincilik, bilimcilik ve cinsiyetçilik olguları da bu milliyetçilikle iç içe geçirilerek muazzam bir kriz ortamı geliştirilmiştir.
Çağımızın kadın özgürlük sorunlarını ele alırken, bu milliyetçilik, dincilik, bilimcilik ve cinsiyetçilik gerçeğini görmezden gelemeyiz. Başta feminist hareketler olmak üzere kadın özgürlük mücadelesi yürüten güçler, milliyetçiliği, dini, bilimi iktidar için istismar eden ve çarpıtan politikalara karşı durmalıdır. Milliyetçilik kadın hareketlerini de parçalayan ve etkisizleştiren bir rol oynamaktadır. Milliyetçilik iktidarların elinde çok büyük ve etkili bir silah olur iken, ezilenlerin mücadelesi açısından ise rotasından saptırıp iktidarların havuzuna akmaya yol açmaktadır. Kadın hareketleri de milliyetçiliğin bu etkisinden kurtulup karşı ve bağımsız toplumcu bir duruş içinde olmalıdır. İsrail-HAMAS savaşı açısından belirtirsek; kadın hareketleri olarak ne İsrail milliyetçiliğine ne de HAMAS dinci milliyetçiliğine düşmeden, halkların ve kadınların özgürlük çıkarlarını esas alan bir tutum içinde olabilmeliyiz. İkisi de çözüm değil, yıkım ve çözümsüzlük, sorun üretmektedir. Türkiye açısından da belirtirsek; Türkiye feminist hareketleri, kadın örgütleri, Türk devletinin başta Kürt halkı olmak üzere tüm farklılıklara karşı geliştirdiği milliyetçi faşizme ve saldırılarına karşı daha güçlü mücadele yürütmelidir. Kaldı ki Kürtlere dönük zirveleştirilen bu milliyetçilik, Türkiye tarafında zirveleştirilen cinsiyetçilik olmaktadır. Bu durum, kadın hareketlerini hem parçalamakta ve hem de etkisizleştirmektedir.
Milliyetçilik, ulus devletçilik olgularının kadın sorununu nasıl etkilediğini, yine kadın hareketlerinin bunu nasıl aşması gerektiğini biraz daha açabilir misiniz?
Kadın sorunu diyoruz, ancak bu sorunu ortaya çıkaran kadın değildir. Bu sorunun anası değil ama babası, hegemon erkek sistemi, buna dayalı olarak gelişen milliyetçilik, dincilik, bilimcilik ve cinsiyetçiliktir. Bunların dayanmış olduğu tarihsel erkek egemenlikli mirastır. Dolayısıyla ortada koskoca bir hegemon erkeklik sorunu vardır, hastalıklı, çürümüş ve ölümü dayatan bir sistem sorunu vardır. Bu nedenle kadın hareketleri olarak milliyetçiliği, dinciliği, bilimciliği ve cinsiyetçiliği aşan bir zihniyet ve örgütlenme tarzıyla mücadele etmek, başarmak açısından hayati bir öneme sahiptir. Dikkat edilirse kadının bütünlüklü, çoğulcu ve çeşitliliği esas alan yapısı, milliyetçi duvarlarla, dinci, bilimci ve cinsiyetçi sınırlarla ve saldırılarla paramparça edilmiş, birbirinden koparılıp hatta birbirinin karşısına düşürülerek güçsüzleştirilmiş, iradesizleştirilmiştir. Kadınları tekleştiren, yalnızlaştıran ve güçsüz kılarak erkek egemenliğine bağımlı hale getiren bu olgulara karşı muazzam bir ideolojik ve örgütsel mücadele geliştirmek zorundayız. Milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi sistemin içinden değil dışına çıkarak, onu aşarak kadın örgütlülüğünü geliştirmeli ve mücadelemizi geliştirmeliyiz. Kadın özgürlük mücadelesi, kadınların, toplumun ve yaşamın çoğul ve çeşitli karakterine, farklılıkları bütünleyen özelliğine, yani doğasına denk bir biçimde gelişmelidir. Hegemon erkek sisteminin çoklu geliştirdiği krizlere karşı çoklu çözümler üreten, çoklu örgütlülüklerle, büyük bir zihniyet devrimiyle cevap veren bir örgütlülük ihtiyacı vardır.
DEMOKRATİK KADIN KONFEDERAL SİSTEMİ
Biz bunu yerelden başlayarak bölgesel ve evrensel çapta demokratik kadın konfederal sistemini geliştirmekle sağlayabiliriz. Öncelikle kendi coğrafyasında, kendi toplumu içerisinde kadın konfederal örgütlülüğünü geliştirerek kadın devrim değerlerini ve sistemini gerçekleştirme, bu zemin üzerinden yükselerek de bölgesel ve evrensel düzeyde kadın konfederal ağlarını örme, geliştirme, var olan erkek hegemonik sistemi aşmak açısından çok önemlidir. Hegemon erkek sistem öyle bir düzeye gelmiştir ki sadece kadın dayanışma örgütlülükleri, ittifaklar, dönemsel birliktelikler, platformlar yeterli olmamaktadır. Bu örgütlenme tarzlarının da olduğu ancak bunları da aşan bir çoğulcu, farklılıkların bütünleştiği kadın demokratik sistemini geliştirmek gerekmektedir. 21. yüzyılın kadın yüzyılı ya da kadın devrimi yüzyılı olması gerçeği, böylesine farklılıklarıyla birbirini bütünleyen, kapsayan örgütlü mücadele tarzını, kadın özgürlük sistemini geliştirmeyle hakikate kavuşacaktır. Kadınlar, çoklu kimlikleriyle bütünlüklü, farklılıklarıyla bir olan örgütlü bir biçimde, her yerde ve her anda var olmalı. Kendisine çizilmiş olan tüm sınırları aşarak, kaderlerini kendilerinin tayin edeceği bir stratejiye sahip olarak her yerde varlık-yokluk savaşımını vermeli ve demokratik özgürlükçü bir güç haline gelmelidir. Çağımızın savaş-şiddet makinelerine, canavarlarına verilebilecek en güçlü cevap bu hattan ilerleyecektir.
25 Kasım’a yaklaşırken, kadına karşı gelişen şiddetle mücadele düzeyi, yine genel olarak ezilen kadınlar başta olmak üzere emekçi halkların, toplumların refah, özgürlük, barış, adalet, eşitlik, demokrasi arayışı ne durumdadır?
Kapitalist modernitenin ve hegemon erkekliğin bir ahtapot gibi sarmaladığı dünya çapında hemen her yerde kadınlar ve ezilen insanlık, çeşitli düzeylerde ve biçimlerde mücadelesini vermektedir. Tüm saldırılara rağmen yok edilemeyen toplum ve insanlık bilinci, ahlak, özgürlük arayışı, demokratik uygarlık ve demokratik modernite kanalında akışına devam etmektedir, edecektir. Bu direniş, toplumun ve bireyin kök hücresi olan ahlak, vicdan ve politika, toplumsallık bilinci bitirilemedikçe devam edecektir. Bitirilirse zaten insanlık sadece ruhsal değil, fiziki olarak da bitmiş demektir. Bu bir var oluş ya da yok oluş durumudur. Keskin bir hakikati ifade eder. Bu nedenle insanlığın zayıflatılan, geriletilen ancak bitirilemeyen ahlaki duruşu, direnişin ana kaynağıdır. Kadınlar da bu direnişin, ahlaki duruşun temel öznesi ve öncüsü konumundadır.
Nitekim gelişen tüm eylemlere, sistem dışı hareketlenmelere, mücadelelere baktığımızda hemen her yerde kadınların ön planda olduğunu, öncü olduğunu görüyoruz. Kadınlar yaşamın, toplumun, ahlakın yok edilme sürecini görerek buna karşı tavır almakta, bu gidişatı engelleyip aşma arayış ve mücadelesi içine girmektedir. Bir yandan sokaklarda örgütlü iradesini, protestosunu, redlerini ortaya koyarken, diğer yandan da kendi varlığını, tarihini, erkek egemen gerçekliği tanımaya çalışıyor, sorguluyor, bunun bilincini geliştirmeye çalışıyor. Farklı örgütlenme biçimlerinden tutalım sokak eylemlerine, çok yönlü eğitim faaliyetlerine kadar geniş bir yelpazeden kadın hareketlenmesi yaşanmaktadır. Özellikle küresel salgın sürecine kadar bu daha gözle görülür bir yoğunluk içindeyken, sonrasında bir durağanlık yansımaktadır. Küresel salgın sürecinde kadınların dünya çapında yaşadıkları krizi göz önünde bulundurduğumuzda, en çok da kadınları olumsuz anlamda etkiledi.
FİZİKİ VE İDEOLOJİK SALDIRILARLA AYAR VERME ÇABASI
Jîna Emînî’nin katledilmesinin ardından gelişen geniş çaplı eylemler dışında yaygın kadın eylemlerinde bir durağanlık görülmektedir. Bir de bununla paralel bir biçimde dünya çapında sağ partilere yönelim artmış, birçok ülkede sağ partiler iktidara geçmiştir. Sistem sınırları içerisinde kazanılmış olan kadın haklarında daha büyük gerilemeler ve kadına karşı çok daha yoğunlaşmış saldırılar gerçekleştirilmiştir. Bazı devletler görevlendirdiği kadınlar vasıtasıyla “feminist dış politika” söylemini geliştirip feminizmi iktidara, sistem içine çekmeye çalışmışlardır. NATO bünyesindeki bazı devletlerin kadın yetkilileri, NATO gibi 3. Dünya Savaşı sürecinin öncüsü ve toplum-kadın düşmanı olan bir kurumu “NATO biziz” diyerek meşrulaştırmaya ve kabul ettirmeye çalışmışlardır. Öte yandan mücadele eden güçler içerisinde kadın kavramını bile gereksizleştirmeye, silikleştirmeye çalışan kimi liberal söylemler geliştirilmiştir. Bunlar, kadın sorununu esas sorun olarak görmeyip öteleyen, tali plana atarak önemsizleştiren çok tehlikeli yaklaşımlardır. Kadınların yaşadıkları en temel sorunları muğlaklaştırıp ya da çarpıklaştırıp sorun olmaktan çıkartmaya, meşrulaştırmaya çalışan yaklaşımlar açığa çıkmıştır. Yani yüzyıla kadın rengini veren kadın mücadelesine hem fiziki ve hem de ideolojik saldırılarla bir ayar verilmeye çalışılmaktadır. Sistem dışında olan, sokakta, eylemde, örgütlenmede, bilinçlenme ve kendisi olma eylemi içinde olan kadınlara ve kadın hareketlerine karşı çok ciddi bir müdahale gerçekleştirilmekte, sistem içine doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Bir de yaşanan savaşlar, gelişen milliyetçilik, savaş atmosferi, daha da büyük bir parçalanmaya yol açmaktadır. Savaşlar, kadın örgütlenmelerini de hedeflemekte, yarattıkları etkiyi perdelemekte, arka plana atmaktadır. Savaşlar, en fazla da kadınları susturmayı ve ehlileştirmeyi esas almaktadır.
Gelişen birçok etkinlik var, sürekliliği sağlayacak mücadele gücü için yeterli mi?
Politik ve ideolojik olarak geçen süreci kadınlar olarak çok iyi okumalı ve politik ve öz savunma içerikli hamlelerimizi geliştirebilmeliyiz. Gelişen birçok etkinlik vardır, konferanslar, çalıştaylar, çeşitli biçimlerde kadın buluşmaları gelişmektedir, bunlar elbette ki çok olumlu ve anlamlıdır. Ancak bu etkinliklerin sistem karşısında bir örgüt ve eylem gücüne kavuşması her şeyden önemlidir. Sürekliliği sağlayacak mücadele gücü, güçlü bir örgütlenme ve politika üretmekten, öz savunmayı geliştirmekten geçer. İşte genel olarak yaşanan en temel yetersizlik de burada açığa çıkmaktadır. Kadın hareketleri olarak erkek egemenlikli sisteme karşı negatif ve pozitif mücadele görevlerimizi, strateji ve taktiklerimizi güçlü belirleyebilmemiz gerekir. Ki bunu yapabilirsek daha önce de ifade etmeye çalıştığımız konfederal örgütlenme ağlarını geliştirir ve her yerde, her anda mücadele eden, yaşamı değiştirip dönüştüren etkili öncü bir güç haline gelebiliriz. Kadın hareketlerinden başlayarak ekolojik, kültürel, demokratik tüm mücadele güçlerinin daha fazla iddialı ve profesyonel bir biçimde yoğunlaşıp bu egemen sisteme karşı, karşı ataklar geliştirerek mücadele ve örgüt gücünü büyütmesi, bu sürecin en önemli görevlerindendir. Hiçbir biçimde kendini yeterli görmeden; etkili olma, bütünlüklü hareket etme, sürekliliği sağlama ve ideolojik-politik-örgütsel-öz savunma boyutlarında donanımlı bir biçimde mücadele etmede binlerce kez kendimizi sorgulamalı ve yeni çıkışlar geliştirmeliyiz. Eksik olan bu yanlardır, bunları artık aşmanın zamanı gelmiştir.
Dünyanın hemen her yerinde kadınlar sadece kadın sorunlarını çözmeye değil, gelişen tüm toplumsal sorunları çözmeye, bunun için gereken eylemlere, örgütlenmelere de öncülük etmektedir. Latin Amerika’da Topraksızlar Hareketi, Abya Yala ülkelerinde gelişen uluslararası şirketlerin sömürüsüne, toprak ve emek talanına karşı çok önemli bir mücadele yürütmektedir ve kadınlar çok aktif ve öncü olarak bu mücadeleye katılmaktadırlar. Yine Avrupa’da emek sorunundan tutalım da ekolojik sorunlara, ırkçılığa, göçmen sorunlarına vb. dönük gelişen mücadelelerde kadınlar öncü pozisyonundadır. Afganistan’da Taliban işgaline ve iktidarına karşı mevcut durumda sadece kadınlar direnmektedir. Daha birçok örnek sıralanabilir. Bu örneklerin hepsi ve özgün olarak kadın mücadelesini yürüten güçler, bahsini ettiğimiz konfederal örgüt gücünü geliştirme ve daha güçlü bir kadın devrimi sistemini yaratma açısından muazzam bir gücü ve umudu ifade etmektedir.