BEHDÎNAN- JinTV’de yayınlan Xwebûn programında konuşan KJK Koordinasyonu Üyesi Çiğdem Doğu, erkek egemen sistemin faşizm ve iktidar ile bağlantısına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
İlk egemenliğin erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetiyle ortaya çıktığını belirten Doğu, faşizm gerçeğini değerlendirirken sadece ulusal, sınıfsal, ırksal kavramlarla değerlendirmenin yetersiz bir yaklaşım olacağını vurguladı. “Radikal ve faşizmi gerçekten ortadan kaldıracak bir mücadele vermek istiyorsak o zaman bunun mutlaka cins sömürüsü boyutunu da görmek zorundayız” diyen Doğu, erkek iktidarının başından itibaren faşizan tohumları içerdiğini belirtti.
KJK Koordinasyonu Üyesi Çiğdem Doğu, Gazeteci Arjîn Baysal’ın sorularını yanıtladı.
Faşizm tam olarak nerede başladı? Nereden başlatmak, nasıl tanımlamak lazım? Faşizmi her zaman tanımladığımız gibi bir ırkın bir ırka üstünlüğü olarak tanımlayabilir miyiz?
Faşizmin dayandığı tarihsel bir köken var. İktidar zihniyeti anlamında, hakimiyet, teklik anlamında elbette faşizm diye tanımladığımız süreç farklılıkları vardır. İlk egemenlik sistemlerinin ortaya çıktığı süreçler var, bir de günümüz gerçekliği var. Bu tabir daha ağırlıklı olarak 20. yüzyılda özellikle de Hitler faşizmi, Mussolini, Franco döneminde kavramsallaştı, ifade edildi. Ama tabii ki sadece o süreçle sınırlı ele almak yeterli olmaz. Yaşanan gerçeklik itibarıyla da o dönemle sınırlı almak doğru olmayacaktır. Faşizm dediğimiz şey tekliğe dayanıyor. Bir ırkın bir ırka hakimiyeti, bir ulusun bir ulusa hakimiyeti, bir sınıfın bir sınıfa hakimiyeti. En kaba anlamda ben bunları söylüyorum. Hakimiyetini sağlamak için de şiddetin, baskının en uç düzeye, en ileri düzeye kavuştuğu bir sistem gerçekliği, bir yönetim sistemi olarak ifadeye kavuştu. Biz bunu egemenliğin oluştuğu ilk süreçlerden ayrı ele alamayız. İlk egemenlik nerede ortaya çıktı? Erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetiyle ortaya çıktı. Dolayısıyla faşizm gerçeğini değerlendirirken sadece ulusal, sınıfsal, ırksal kavramlarla değerlendirmek, onunla sınırlı tutmak yetersiz bir yaklaşım olacaktır. Çünkü biz aynı zamanda faşizme karşı da mücadele eden güçleriz. Biz de hareket olarak böyleyiz.
Bizim dışımızda da faşizme karşı anti faşist mücadele veren çeşitli sol örgütlenmeler var, anarşist örgütlenmeler var. Feminizm de bir kanadıyla böyle bir mücadele veriyor. Faşizm kavramını daha geniş bir çerçeveden ele almak, cins sömürüsü üzerinden de bunu tanımlamak önemlidir. Neden önemlidir? Eğer biz köklü, radikal bir mücadele vermek istiyorsak, faşizmi gerçekten ortadan kaldıracak bir mücadele vermek istiyorsak o zaman bunun mutlaka cins sömürüsü boyutunu da görmek zorundayız. Erkek iktidarının başından itibaren faşizan tohumları içerdiğini, bu tohumları içinde barındırdığını; zamanla kapitalist süreçle birlikte iktidarın daha da tekelleşmesiyle birlikte daha çıplak biçimde daha yaygın bir biçimde açığa çıktığını görüyoruz. Bu nedenle egemen erkeklik olgusu ve faşizm gerçekliği bütünlük içerisinde kavrayabilmek, bununla tanımlayabilmek ve mücadele stratejisini belirleyebilmek çok önemli. Salt teorik çerçeve açısından belirtmiyoruz ama tabii bu da önemli bir nokta.
Teorik bütünlüğünü ortaya koyabilmek de önemli ama aynı zamanda anti faşist mücadeleyi geliştirmek açısından da stratejik bir yaklaşım ortaya çıkaracaktır. Şunu söylemek lazım, egemenlik olgusu iktidar demektir. İktidar nedir? Bir güç olmak, bir iktidar olmak vardır. Güç olmak evrende de, doğada da, toplum yaşamında da her canlının var olan her gerçekliğin bir diyalektiği olarak ortaya çıkar. Her varlık bir güçtür. Doğada ve evrende her varlık birbirinden farklıdır. Hiçbir varlık birbirine benzemez. Her biri bir farklılığı ifade eder. Doğa çoğuldur, toplum çoğuldur, evren çoğuldur. Farklılıklarıyla birlikte çoğulluğu ifade ederler. Her bir çoğulluğun içinde bir gücü barındırmasını ifade eder. Var olan doğal olandır. Ama iktidar olgusu nedir? Tamamıyla kendi hakimiyetini kurmak ister. Kendisini bir güç merkezine ulaştırmak ister. Dolayısıyla iktidarda çoğulluk yoktur. Çeşitlilik, farklılıkları tanıma yoktur. Sadece kendi gücünün varlığı üzerinden hareket eder. Bunu da nasıl yapması lazım? Diğer güçleri bertaraf etmesi lazım. Çeşitlilik, farklılık, çoğulluk var olan güç odaklarının yokluğu üzerinden kendini var etmek ister.
İktidarlaşan erkeklik faşizm üretiyor, diyebilir miyiz?
Evet, burada ortaya çıkıyor. Zaten iktidar kavramının kendisi böyledir. Devlet iktidarı biçiminde de böyle olabilir, cins gerçekliği açısından baktığımızda egemen erkeklik gerçekliği açısından da böyledir. Zaten ilk de erkek egemenliği ile beraber ortaya çıkan bir durum. Mesela erkek egemenliği ilk ortaya çıktığında karşısında güçlü bir kadın sistemi, kadın kimliği vardı. Kendisini iktidarlaştırmak istediğinde ilk yöneldiği gerçekliği nedir? Kadın gerçekliğidir. Kadının güçsüzlüğü üzerinden kendi hakimiyetini geliştirmek istiyor. Bu nedenle faşizmin başından itibaren tohumlarını içinde barındırması buradan kaynağını alıyor. Farklı olanı kabul etmiyor. İnsan kadın ve erkek cinsi olarak ortaya çıkıyor. İlk çeşitlenme iki cins biçiminde ortaya çıkmış. Toplumsallık gelişmeye, güçlenmeye başladıkça kültürel farklılıklar ortaya çıkmaya başlamış.
Dil, ırk anlamında farklılıklar başlamış. Biri siyahtır, biri sarıdır, biri beyazdır ya da yaş farklılıkları vardır. Çeşit çeşit farklılıklar var. İktidarlaşma ortaya çıktığında karşısına ilk aldığı şey engel olarak, alternatif olarak gördüğü kadındır. Dolayısıyla iktidar olmak için önce bu gücü güçsüzleştirmesi lazım. Zaten bunun için de hem ideolojik bir baskılanma ortaya çıkıyor hem de fiziki anlamda da kadını daha fazla ezen, sömüren, şiddet uygulayan, eve hapseden, aile gerçekliğine hapseden, daha sonra bunun kanun-yasalarını ortaya çıkartan, ahlaki yapıyı cinsiyetçilikle ören bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım kendisini daha sonra bir sistem olarak örgütlüyor. Devletlerin oluşması, sınıflaşması; bir kesimin diğer bir kesim üzerinde hakimiyet kurması, dinlerin, mezheplerin birbiri üzerinden hakimiyet kurması, ulusların birbiri arasındaki hakimiyet kavgası kaynağını buradan alıyor. Daha önce de kapital güçler vardı, sermaye güçleri vardı ama bunlar kendilerini bir sistem olarak örgütleyememişlerdi. Tüccarlar üzerinden yürüyen bir alan vardı fakat kendisini bir sistem olarak örgütleyememişti.
Kapitalizmin gelişmesiyle 500 yıllık süreçle birlikte, kapitalizm kendisini Batı Avrupa’da bir sistem olarak örgütledi. Ama bunu yaparken de önce ne yaptı? Önce bilge kadınları katletti. Burada da faşizmin izlerini görmek lazım. O yüzden diyorum sadece Hitler dönemiyle başlayan bir süreçti demek yeterli olmaz. Orada bilge kadınları cadı diyerek yaktılar. Hermetikler var, simyacılar var; o dönemin bilgeliğini, alternatifini ifade eden kadınlardı. O dönemin devrimcileri, muhalifleriydi. Dolayısıyla kapitalist sistem kendisini bir sistem olarak örgütlediğinde önce bu kesimleri ortadan kaldırdı ve çok vahşi bir biçimde ortadan kaldırdı. İşkencelerle, en görülmedik şiddet yöntemleriyle bunu yaptı ve bununla paralel bir biçimde de sömürgeler oluşturmaya başladı. Hindistan’a yönelik, Afrika ülkelerine yönelik, Amerika’nın keşfiyle birlikte Amerika kıtasında yerli halklara dönük gerçekleştirilen hem katliam hem de köleleştirme süreci faşizancadır. Hitler’in yaptığından çok da farklı katliamlar değildi.
Dünya savaşları diyoruz ama her bir savaşta esasta erkeklik hortluyor. 2. Dünya Savaşında Hitler faşizmiyle bir erkeklik hortladı ama bugün de 3. Dünya Savaşını yaşıyoruz. Ve her yerde, tüm ülkelerde kadının bastırılması, kadın üzerinden erkekliğin hortlatılması gerçekleşiyor.
Diyalektik burada başlıyor. Bu başlangıçta büyük bir tecrübe kazanılarak daha sonra derinleştire derinleştire, yaygınlaştıra yaygınlaştıra giderek faşizm biçimine kavuşuyor. Hep bir savaş var. Dünya savaşları daha özel biçimde 4 yıllık savaşlar olarak yaşanmış deniliyor. Ama kapitalizmin gelişmesiyle birlikte hep bir savaş var. Önceki uygarlıklar sürecinde de hep bir savaş var ama bu kadar kitlesel kıyımlara yol açma, her ana yayılmış bir savaş anlamında daha sınırlıydı. 20. yüzyıl sonrasıyla birlikte bu savaşlar daha da yaygınlaştı. Dediğiniz gibi, savaş kapsamında tüm dönemlere yayılmış. Biz buna özel savaş da diyoruz. Topluma, kadına, doğaya karşı savaş da diyoruz. Bu savaşların her biri kadın üzerinde odaklanıyor ve toplumun geneline yayılıyor. Dolayısıyla erkek egemenliğini günümüz gerçekliğinde faşizm tanımlamasıyla ortaklaştırmak çok yanlış olmayacaktır. Belki çok ağır kaçıyor. Elbette bu yaşanan sistemsel bir gerçeklik ama katliamların yaşanma biçimine bakalım. Tüm bilançoları toplasak, 1. Dünya Savaşında öldürülen kadınların sayısını toplasak, kapitalizm süreci içerisinde öldürülen kadınların sayısını toplarsak birbirinden hiçbir farkı yoktur.
Son verilere göre -tabii bu veriler her gün değişiyor-, dünyada günde 137 kadın öldürülüyor. Sadece bunu bir yıla vurduğumuzda bile her yıl dünyada 50 bin kadın öldürülüyor. Bu bir savaş bilançosudur.
Savaş bilançosudur. Hamas-İsrail savaşına bakalım. Belki karşılaştırmak çok doğru da değildir. Her insan çok değerlidir. Ama bir gerçekliği vurgulamak istiyorum. Dünya genelinde erkekler tarafından öldürülen, devletin yönlendirdiği, organize ettiği hem de yaymış olduğu zihniyet itibarıyla gerçekleştirilen katliamlara baksak bir savaş yaşanmış gibidir. Bunu siyasal olarak nasıl ifade edeceğiz? Her bir kadın cinayetine; kocası öldürdü, eşi öldürdü, sevgilisi, babası, abisi öldürdü, sokakta geçen öldürdü. Şu erkek öldürdü, bu erkek öldürdü. Gelip geçiyor yani. Ama bunun siyasi bir tanımı yok mudur? Aşırı sağ partilerin giderek daha fazla iktidara gelmesi de gösteriyor ki, dünyadaki siyaset biçimi daha fazla sağa kayıyor. Dünya halklarının mücadelesi, kadınların mücadelesi ile dönemsel çarklar belki oluyor ama böyle bir eğilim de var. İktidarlaşan faşizm aynı zamanda faşistleşen erkeği de ortaya çıkarıyor. Daha önceki konumuz kadın psikolojisi üzerineydi. Sistem sürekli kadının psikolojisini bozmaya çalışıyor, hep histerik, delirmiş gibi göstermeye çalışıyor demiştik.
Aslında sistem erkeğin de doğasını çok ciddi bir biçimde bozuyor. Tamam, kadınınkini de bozuyor ama kadının direnen bir yapısı var. Erkek gerçekliği açısından baktığımızda erkeğe kendi pastasından pay veriyor, biraz daha fazla kendi yanına alıyor. Ama erkek çok ciddi bir faşizm ile karşı karşıya kalıyor. Onun sisteminden besleniyor. Farklılığı, reddi hiçbir şekilde kabul etmiyor. İnsanlar tanışır, tartışır, kabul ettiği vardır, reddettiği vardır. En çok kadın katliamları nerede gerçekleşiyor? Boşanmak üzere olan eşler ya da boşanmış eşlere bakalım. Kadın erkeği reddetmiş. Erkek gelip kadını katlediyor. Neden bir kadının bir erkeği reddetmesi katledilme gerekçesi olsun ki? Bu iktidar mantığıyla bağlantılıdır. Faşist zihniyet böyle bir şey. Karşısındaki kadının bir irade olabileceği, bir kimliğinin olduğunu kabul etmiyor. Bu kadın reddedebilir. Ama erkeğin buna tahammülü yoktur, farklılığı kabul etmiyor.
İktidarlaşmış erkek gerçekliğinden bahsediyoruz. En somut örneği Jin Jiyan Azadî serhıldanlarından önce, Jîna Emînî katledilmeden önce bu da iktidarlaşmış erkek gerçeğiydi. Ahlak polisi diye eve, aileye, sokağa her yere sızdırılmış bir erkeklik var ve sürekli kadın üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyor.
Bu tahakküm de çok da ince. Ulus devletler de vatandaş denilen gerçekliği her açıdan denetime alıyor, yönlendiriyor. Ama kadın erkek ilişkisi açısından baktığımızda bu çok daha derindir. Devlet dediğimiz de kısmen de olsa mesafe oluyor. Ama kadın erkek ilişkisi, aile ilişkisi, abi-kardeş ilişkisi, baba-kız ilişkisi daha da içsel bir şey. Direk yaşamla yüz yüzedir. Bu ilişkilerdeki iktidarcılık çok daha korkunçtur. Acısı çok daha derindir. Burada yaşanan katliamların yarattığı sonuçlar çok daha derin ve parçalayıcıdır. En başta kadınlar açısından çok zorlayıcı bir durumdur ama olayı erkek kimliği açısından da ele almak gerekir. O yüzden bu tartışma konusu çok önemli. Biz kadınlar ilk başta kendi kadın kimliğimizle ezildiğimiz, sömürüldüğümüz yerler üzerinden tartışıyoruz. Bu anlamda erkek egemenliğine karşı mücadelemizi veriyoruz. Bir de erkeğin bunu değerlendirmesi lazım. Kadının bir doğası var ama erkeğin bir doğası yok mu? Bozulmamış erkeklik nasıl bir erkeklikti?
Doğal toplumlardan bahsediyoruz. On binlerce yıl o doğal toplumlar içerisinde bir sömürü sistemi olmadan o toplumlar içerisinde birlikte yaşadılar. Ama iktidarcılık tepeden başlayarak, devletten başlayarak aile içerisindeki, toplum içerisindeki erkeklere yedirildikçe faşizm bu biçimde yaygınlaştırıldı. Ailelere kadar sızdırıldı. Sistemin yürütücüsü olan erkeklik bu konuda çok kararlı, ezmekte sömürmekte çok kararlı ama özgürlük arayışı içinde olan erkekler açısından söylüyorum. Bu erkeklik sorgulanmalı. Tek güç benim anlayışı, güç, rekabet anlayışı sorgulanmalı. Doğada da insanda da çelişkiler vardır, farklılıklar çelişkiyi de ortaya çıkartır. Ama bu çelişkiler illaki birbirini yok etme üzerinden mi olmalı, illaki birbiri üzerinde tahakküm kurma üzerinden mi olmalı? Başka bir yol yok mudur yani? Çelişkiler mesela, diyalogla da çözümlenemez mi? Tartışarak da çözümlenemez mi? Pozitif bir temelde çözümlenemez mi? Faşizm bunu ortadan kaldırıyor. Faşist zihniyet ya yok edecek, ya onun olacaksın, ya yok olacaksın. Böyle bir ikilemle karşı karşıya getiriyor. Kadın hep toprağın oluyor. Eğer erkeğin olmuyorsa hep toprağın olmak zorunda.
Siz bu konuda erkekler açısından da bir çatlak oluştuğunu düşünüyor musunuz?
Belki sistem içerisinde anti kapitalist güçler var, sisteme karşı çeşitli biçimlerde mücadele etmek isteyen sol hareketler var, anarşist hareketler var. Bu sisteme karşıtlık anlamında önemlidir. Ama çoğu kez erkekliği çok fazla sorgulamıyorlar. Bir insan sosyalist olabilir ama evinin içinde, evli değilse de belki kız arkadaşı vardır, ilişkisi vardır ya da annesi vb. çevresindeki kadınlarla bir ilişkisi vardır. Ciddi bir özgürlük görünmüyor. Yurtsever kitlemiz açısından da değerlendirilmesi gereken bir durum. Yurtseverdir, sonuna kadar bu mücadeleyledir. Ama evinin içinde ne kadar özgürlükçüdür bu erkek. Bir yanıyla demokratik mücadele, özgürlük mücadelesi vermek isteyen bir erkeklik var dünya çapında.
Ama bu ne kadar kadın özgürlüğünü esas alan, ne kadar kendi erkekliğini de demokratikleşmeye açan, kendindeki erkekliği de öldüren bir boyuta ulaştı tabi sorgulanması gereken konular. Fakat şunun değerlendirilmesi gerekiyor. Jîna Emînî’nin Rojhilat’ta İran ahlak polisleri tarafından katledilmesiyle birlikte İran’da gelişen serhıldanlar. Mesela burada çok ciddi erkek katılımı da vardı. Bu yüzden idam edilen birçok erkek de oldu. Bu insanlar sadece bir gösteriye katıldı diye katledildiler, gösteriler esnasında katledilenler oldu, yaralananlar oldu, çok ciddi bir biçimde baskıyla karşı karşıya kaldılar. Hala da idam ediliyorlar. Mesela bu değerlendirilmesi gereken bir şey. Bu erkekler serhıldanlar sürecine bir kadın vesilesiyle, ‘Jin Jiyan Azadî’ diyerek katıldılar. Bu önemlidir.
Bir uyanış mı?
Evet bir uyanış denilebilir. Bir uyanıştır. Tutulması ve değerlendirilmesi gereken bir noktadır. Bununla bağlantılı dünya çapında gelişen durumlar oldu. Birçok yerde Jin Jiyan Azadî denerek Jîna Emînî’nin katledilmesiyle bağlantılı gelişen eylemler oldu. Burada da katılan erkekleri gördük. Onlar da Jin Jiyan Azadî sloganıyla eylemlere katıldılar. Onlar da bir nebze de olsa kadın özgürlük mücadelesine yakınlaşma var. Bir arayış var. Özgürlüğü kadın özgürlüğüyle görmeye başlayan, uyanmaya başlayan bir süreç başladı denilebilir. Hemen erkekler de özgürleşti diyemeyiz Bu çok ciddi bir sorgulama konusudur. Erkeğin dönüşümü kadının güçlü örgütlenmesiyle bağlantılıdır. Kadın özgürleştikçe, örgütlü bir güç ve irade haline geldikçe erkek kendisini değiştirmeye dönüştürmeye başlar. Böyle bir baskılama olmadığı müddetçe, tabi tahakküm anlamında söylemiyorum, kadının ret ve kabul ölçüleri belirgin bir şekilde ortaya çıkmadıkça örgütlü öz savunmalı bir güç haline gelmedikçe erkeğin değişim ve dönüşümü zordur. Çünkü o da iktidarın şerbetinden bol bol içiyor. Erkek egemenliği anlamında da erkek oraya bağımlı hale gelmiştir. Onu oradan koparmak gerekir. Onu oradan koparacak olan ise kadın özgürlük mücadelesidir, onun örgütlü gücüdür. Bu nedenle, evet orada bir çatlak oluşmaya başladı, bir uyanış başladı ama bunun daha da geliştirilmesi bilinçli mücadeleyle birlikte olacaktır.
Bu erkeklikten çok fazla rahatsızlık duyan erkekler var. Yoğun bir özgürlük arayışının olduğunu görüyoruz. Özgürlük Hareketi içerisinde de fedai eylem yapan gerillaların mektuplarına baktığımızda kendi içlerinde derin yoğunlaşma ve çelişki yaşadıklarını görebiliyoruz. Kadına özeleştiri vermeleri onların da böyle bir yola girdiklerini gösteriyor.
Önder Apo hiçbir erkeğin cesaret edemeyeceği bir biçimde dedi ki, “Ben hiç adam olmadım. Adam olmak istemedim. Adamlık egemen erkekliktir.” Hep bundan uzak durdu, mücadele etti. Bir de “ben kendimde erkekliği öldürdüm” dedi. Bunu “erkeği öldürmek” diye bir teoriye de kavuşturdu. Fiziki anlamda değil herhalde anlaşılıyordur. Zihniyet anlamında erkeği öldürmek dedi. Kadın açısından erkekten kopuş dedi ama insan bunu erkeğe de uyarlayabilir. Erkeğin de egemen erkeklikten kopuşu kendisine uyarlaması gerekir. Önder Apo’nun kendisinden başlayarak yürüttüğü bu mücadele elbette parti içerisindeki mücadele ve özgün olarak kadın özgürlük mücadelemiz parti içerisindeki erkek arkadaşlarımızda da bir değişim ve dönüşüm sürecini yaratıyor. Kadın açısından da bu özgürlük mücadelesi yürüyen bir mücadeledir. Biz hemen özgürleştik diyemeyiz. Erkek arkadaşlar açısından da bu böyledir. Tabi erkek arkadaşlar biraz daha geriden geliyor. Erkekliği öldürmek daha zor.
Bizim çelişki ve krizlerimiz daha yoğun olduğu için, köle olduğumuzu daha iyi anlayıp hissettiğimiz için özgürlük mücadelesinde daha cesur sorgulamalar yapabiliyoruz. Erkekler kendilerinin sistemin bir kölesi olduklarını, erkekliğin kölesi haline geldiklerini görmeleri çok daha zor bir şey. O yüzden daha geride kalıyorlar dedim. Yoksa bu konuda önemli çıkış yapan arkadaşlarımız var. Özgür erkek kimliği anlamında mutlaka değerlendirilmeliler, örnek alınmalılar. Bu şehit Fikri Baygeldi arkadaşla birlikte başlayan bir süreçtir. Heval Sema Yüce fedai eylemi yaptığında hemen arkasından Fikri arkadaş “komutanım Sema bu eylemi yaptı, benim için bir talimattır” diyor. Kadın öncülüğünü görüp onun izinden gidiyor. Bu çok önemli bir durum. Kadın özgürlüğünü ve öncülüğünü kabullenme anlamında çok önemli bir şey. O zamandan itibaren başlayan bir süreç. Fedai arkadaşlarımız eyleme gitmeden önce mektuplarını yazıyorlar.
En son Ankara’da eylem yapan Erdal ve Rojhat arkadaşların da yazdıkları mektuplarda ifade ettikleri hususlar var. Kadın karşısında kendilerini sorgulamışlar, kadın yoldaşlığına layık olmak istedik ama yetersizliklerimiz ortaya çıktı diye belirtmişler. Fedai eyleme gidiyor, ölüme gidiyor ama ölüme giderken bunları yazmaları en yalın, en gerçekçi, en hakiki duygulardır. Çok anlamlıdır. Erkek arkadaşların kendilerini ele alma biçimleri, özgür erkeklik yolunda attıkları adımlar çok önemlidir. Ben şunu söylemek istiyorum; nasıl ki kadın özgürlük mücadelemiz kendisiyle sınırlı kalmadı, sınırları aştı. Önder Apo’nun ideolojisiyle, erkeği öldürme teorisinden yola çıkarak ifade ettiği gerçeklik dışımızda da tartışılan konular oldu. Çok ilgi görüyor.
Enternasyonal arkadaşlar arasında Ortadoğu’da, Avrupa ülkelerinde tartışılan konulardır. Erkeği öldürme ilgi çekiyor. Önderliğin kendisiyle mücadelesi, kadın mücadelesi, cins mücadelesi, erkekten kopuş, sonsuz boşanma giderek sınırlarını aşıyor. Erkeğe karşı mücadele sınırlarını aşıyor. Oluşan bu çatlağı bununla da bağlantılı ele almak lazım. Önder Apo üzerinde dünyada örneği görülmemiş bir tecrit politikası uygulanıyor. Buradaki erkekliğe karşı mücadele, cins mücadelesi açısından da baktığımızda görüyoruz ki Önder Apo İmralı sınırlarını aşıyor. Fiziki anlamda tecrit altındadır ama Önderlik bu yönüyle İmralı’yı aşıyor. Erkekler açısından da yoğunlaşılması gereken, örnek alınması gereken bir model haline de geliyor. Tabi kadın özgürlük mücadelesi açısından da sınırları aşan bir özelliği var.
Bu iktidardan kendini kurtarmaya çalışan erkekler için kadınların nasıl bir misyonu var? İktidar dediğimiz şey bulaşıcı bir hastalık gibidir. Sistem kadını da bu iktidar hastalığına bulaştırmaya çalışıyor. İktidarlaşan kadını da yaratmaya çalışıyor. Bunları da göz önünde bulundurarak erkeği dönüştürmede kadınlar nasıl bir misyona sahiptir?
Birbirine benzeyen şeyler birbirini dönüştüremez. Şöyle bir ikilem var. Kadın ya çok güçsüz ve pasiftir. Ya da güçsüzlüğünü pasifliğini aşmak istediğinde erkeğe benzeşir yani iktidarlaşır. İktidarlaştığında zaten sen onun ortağı haline gelirsin yani benzersin. Benzediğinde onu aşman mümkün olamaz. Bu yüzden kadının kendisi- Xwebûn- olması, mücadele yürütmesi, iktidarı, devletçiliği, hakimiyeti aşması, kendisiyle buluşabilmesi çok önemlidir. Bunu yaptığı oranda, yani erkeğe benzeşmeden ama pasif de kalmadan güç olması önemlidir.
Güç dediğimiz şey aslında iradeli olması.
İradesini, kendi kimliğiyle, farklılığını korumasıdır. Anatomik, metafizik olarak duygusal düşünsel olarak kadının bir varlık biçimi var. Sen kendi varlığını, farklılığını koruyarak kendini örgütlü bir güç olarak, politik bir güç olarak koruyacaksın. Kendini bir varlık olarak ortaya koyacaksın ki özgürleşmek isteyen erkekte de bir farkındalık yaratabilesin. O farkındalık nasıl ortaya çıkacak? Erkek egemenliği karşısında hiçbir farklılığı kabul etmez. Reddi kabul etmez. Her şey onun tekelinde olmalı. Bir erkek kadının iradesini kabul ettiği anda dönüşmeye başlamıştır. İstese de istemese de böyle bir dönüşüm süreci başlar. O artık daha da ilerler mi, kendini geliştirir mi o, onun iradesine kalmış bir şey. Ama artık böyle bir atmosfer içine girmeye başlar. Çünkü iktidarın kırılacağı yer odur.
Farklılığı, çoğulluğu kabul edebiliyorsan, özellikle de kadın iradesini kabul etmeye başlamışsan, kadının da reddedebileceğini, kadının da bir düşüncesi olabileceğini kabul etmişsen, kadını küçümsemeden, aşağılamadan eşit bir biçimde görebilmeye başladıysan bu çok önemli bir şeydir. Asıl çatlak da burasıdır. Çatlak erkeğin zihniyetinde böyle oluşur. Ama bunu kim yapacak? Kendisi olabilen kadın, kendisini örgütlü bir güç haline getirebilen kadın yapacak. Kendi yaşamına karar verebilen, toplum yaşamına dair karar verebilen, toplum yaşamında kendini öncü-özne haline getirebilen kadınlar birlikte yapacaktır. Hep kadın yapacak diyorum ama kadınlar demek istiyorum. Tek başına bir kadın yapmayacaktır. Bireycilik de iktidarla bağlantılıdır.
Yaygın bir biçimde kadınları iktidarın içine, orduların içine, hükümetlerin içine çekmeye çalışıyorlar. Sağ partilerin liderlerini kadınlar yapmaya başladılar. Bunun içine çekerek bizim yapmak istediklerimizin tam tersine -biz hem kadın, hem erkekte değişim yapmaya çalışıyoruz- ama onlar özgürlük potansiyeli olan kadını erkekleştirmeye çalışıyorlar. Oradan bir dönüşüm çıkmaz tabi. ‘Kadın başbakan oldum, vay orduda bu kadar kadın sayısı arttı.’ Orada kadın özgürlüğü yoktur, tam tersine kadının daha fazla kendini kaybettiği, daha fazla iktidarla ortaklaştığı, kadın katliamlarında da ortaklaştığı bir durum ortaya çıkıyor. Bu nedenle çok tehlikelidir. Kadın hareketleri olarak bunu daha fazla işlememiz, tartışmamız lazım.
Öz eleştirel de yaklaşmamız gerekiyor, çünkü bu kadar kurumsallaşmış bir erkekliğin karşısında parçalı duruşumuz da buna sebep oluyor.
Zemin hazırlıyor. Kadın hareketleri ne kadar parçalıysa küresel bir erkek egemen sistemine karşı da o kadar zayıf kalıyor. Daha fazla kan kaybediyoruz. Sadece katliamla değil, kadınları o sistemin içine çekerek de zayıflıyoruz. Ne kadar örgütlü olabilirsek, kadın gücü, kadın aklı, kadın öz kimliğiyle kadınları iktidardan uzaklaştırabiliriz. Bu özeleştiri konusudur. Parçalı kalıyor. Hem ulusal anlamda hem bölgesel hem de evrensel anlamda giderek bu bütünlüğü sağlamalıyız. Faşizm düzeyine gelmiş devlet sistemlerini ve bu faşizmin yaygınlaştığı erkek gerçekliğini ancak böyle aşabiliriz. Diğer türlüsü bir hayal, istek iyi niyet olur. Ama mümkün olabilmesi için bunun örgütlü gücünü yaratabilmeliyiz.
Burada şunun da önemi ortaya çıkıyor. Bir çocuk yetiştirirken nasıl yetiştirmemiz gerektiği de çok önemli. Toplumsal ahlak, toplumsal namus diyoruz. Kurdistan özelinde örnek verirsek; topraklarımız işgal altında, Başûrê Kurdistan sözüm ona özerk, özgür ama her bir adımı işgal altında, Amerika’nın, Türkiye’nin üsleriyle dolu. Hem karadan, hem havadan bu kadar yoğun saldırılar altında. Başûrê Kurdistan’da yaşayan erkeklerin bunu görmeyip bir kadının giydiği etek boyuna takılması, bunu bir namus belasına dönüştürmesi de insan yetiştirmemizle de ilgili olduğunu düşünüyorum.
İnsan yetiştirmeyle alakalı ama erkeğin güçsüzlüğünü de görmek lazım. O kadın karşısında aslan kesiliyor ama ülken işgal altında, Türk devletine karşı o yiğitliği gösteremiyorsun. Diğerini de yiğitlik olarak görmüyorum zaten ama aslan kesiliyor aynı aslanlığı Türk devletine karşı gösteremiyorsun. Dediğiniz gibi her gün işgal ediliyor. Kapalı bir işgal de değil bu. Çok açıktan kadın sömürüsü var. Hewlêr devlet üssü gibi olmuş. Gece kulüplerinde yaşanan sorunlar var, kadınların yaşadığı ciddi sorunlar var. Kadın katliamları gizleniyor. Birçok yerde var ama sözde buraya Kurdistan deniliyor. Kurtarılmış alan gibi gösteriliyor. O erkeklik nasıl bir erkeklik. Erkekte bu çelişkiyi yorumlayıp aşabilmek çok önemli. İkiyüzlülük var. Önce sen ülkeni işgal altından kurtar. Böyle de söylemek istemiyorum ama feodal anlamda bile bir erkeklik varsa ülkeni kurtarmaya göster.
Ben buradan bakmıyorum ama buradan bile baksam çok ciddi bir çelişki var. Sizin dediğiniz gibi çocuk yetiştirme üzerine daha fazla yoğunlaşmamız lazım. Şöyle çelişkiler çıkıyor bazen. Diyorlar ‘bizi de annelerimiz yetiştirdi.’ Çocuğun yetiştirilmesini sadece anneye bırakmamak lazım. Önderlik diyordu kız çocuklarının büyütülme işi çok kutsaldır. Sadece aileye bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Doğal toplumlarda da tek bir anne yoktur. O klanın, toplumun, geniş ailenin, aşiretin çocuğudur. Doğal olan böyle olmuş. Çekirdek aile olgusu toplumsal cinsiyetçiliğin daha derinleşmesine yol açmış. Annelik dediğimiz olgu da annesinden ne görmüşse, babasından ne şiddet, ne terbiye görmüşse o da çocuğuna aynı şeyi veriyor. Orada erkek egemenliği çoğalıyor.
Nesilden nesile aktarılıyor…
Nesilden nesile çoğalmış oluyor. Anneler suçludur diye bir sonuç çıkmamalı kesinlikle. Annelerimiz de çok ciddi bir baskı ve şiddet altında. Büyük bir direnç de gösteriyorlar. Bir bilinçsizlik var. Bunlar da tabi ki kadın hareketleri olarak bizim yetersizliklerimizdir. Annelik nasıl olmalı, bir anne çocuğunu nasıl yetiştirmeli, erkek ve kız çocuklarına nasıl yaklaşılmalı. Devrim stratejimizin temeli özgür eş yaşamdır. Devrim içerisinde açığa çıkacak bütün değerlerin özgür eş yaşama bağlı olarak gelişmesi gerekiyor. Yeni nesillerin yetiştirilmesi için ciddi politikalar üretmek gerekiyor. Ciddi bir bilinç yaratmak gerekiyor. Eğitim konuları belirlemek gerekiyor. Elbette çocuğun sadece annesi yok, babası da var, kardeşleri de var. Ciddi bir aile eğitimi gerekiyor. Daha özelleşmiş, daha fazla aile içi sorunları ele alan, çocuk yetiştirmede demokratik anlamdan eşitlikçi özgür eş yaşam kültürünü geliştirme anlamında konular belirlemek ve eğitim yapmak çok önemli. Faşistleşen sisteme karşı mücadelede bu da çok önemli. Bir aile içerisindeki çocuğun yetiştirilmesi bile çok önemli bir yatırımdır. Gelecek neslin bu bilinçle yetişip büyümesi stratejik bir yol oynuyor.