HABER MERKEZİ –
Toplumsal ahlak, tarihin derinliklerinden gelir. Belki birçok ilke ve ölçüsü günümüze cevap vermemektedir. Kültürel soykırım rejiminin saldırıları o ahlakı ezmiş, yerle bir etmiştir. Şimdi kültürel soykırım rejimini de inkâr ve imhayı da yenilgiye uğratacak ve bu temelde demokratik toplumu ortaya çıkartacak bir ahlak gereklidir.
Ahlaksız ve politikasız toplum olmayacağı gibi, kültürsüz de toplum olmaz. Bir toplum kendisi için gelecek öngöremezse, planlayıp kararlaştıramazsa ve onları hayata geçirecek ilkelere sahip olmazsa toplum yok olur. İnsan, değerler biriktirerek topluluklardan toplum haline gelmiştir. Bu değer birikimiyle ilk insan topluluklarından bugün ulusal topluluklar dediğimiz büyük toplumlar haline gelmiştir. Toplum haline gelmenin ve toplum olarak kalmanın esaslarından birisi kültürdür. Bir toplum ne kadar kültürel birikim, zenginlik ve güce sahipse o toplum o kadar güçlü olmakta, ahlakı ve politikası da o kadar işlerlik kazanmaktadır.
Kültür, tarihsel olarak oluşan toplumsal değerlerin toplamıdır
Kültür, tarihsel olarak oluşan toplumsal değerlerin toplamı, olarak tanımlanabilir. Tarihsel toplumun ortaya çıkardığı birikim, felsefeden, zihniyetten, ideolojiden, yaşam ölçü ve ilkelerine kadar, yaşam imkânlarından maddi değerlere kadar uzanmaktadır. Birçok değer yargısı, güzellik kendini maddi yapılarda ortaya koymaktadır. Bu anlamda kültür, insanı toplum olarak diğer canlılardan ayıran duygusal ve analitik akıl gücünün birlikte ortaya çıkardığı değerleri ifade eden birikimdir. Toplumlar kültürleriyle varlıklarını sürdürebilmektedir. Var olma, yaşama, yeniden üretme, saldırılar karşısında savunma gücünü de kültürel birikimleriyle göstermektedir. Toplum Kültürel gücünü, bilinç ve örgütlülüğe dönüştürerek bunu sağlamaktadır.
Yenilenme ve değişim neden gereklidir? Çünkü, var olan yenilmiştir, ezilmiştir. Sömürgeci-faşist ve kültürel soykırımcı saldırıya karşı direnememiştir. Bu saldırılar karşısında direnemeyen duruşu, değer yargılarını, ilkeleri atmak gerekmektedir. Tarihsel olarak bunlar aşılmıştı. Yenisi ise bu saldırılara karşı direnen, onu yenen ve onun alternatif yaşamını yaratandır. Öncelikle eskiyenleri, yetersiz kalanları ayıklamakta ve atmaktadır. Atılanların yerine her türlü saldırı karşısında kendini var edecek bir özgürlük ahlakını, ilkelerini ve değer yargılarını oluşturmaktadır.
Bu yaşam için söylenecek ilk şey komünal olmasıdır. Bireyci, çıkarcı yaşamı aşmıştır. Daha ileri giderek eskinin devletçi-iktidarcı düzenin gözeneği haline gelmiş ve ona hizmet eden aile yaşamını aşmıştır. Yeni bir kadın-erkek ilişkisi ve ortak yaşamı yaratmıştır. Bugün demokratik toplumda adım adım bu yaşam gerçekleşmektedir.
Bu konuda ilk ve en önemli konu ise Önderliğin tarih bilincidir. Önderlik, tarihi, ‘bugünün doğru anlaşılması’ olarak tanımladı. “Tarih günümüzde saklı, biz tarihin başlangıcında saklıyız” dedi. “Bütün bilimlerin anası” olarak değerlendirilen tarihi, insanın zihniyet birikimi olarak değerlendirirsek, insan eliyle yaratılan her şeyin de bu zihniyet birikimine dayalı olarak gerçekleştirildiğini ortaya çıkardı. O halde bütün pozitif ve beşeri bilimlerin hepsi tarih bilincinden, tarih biliminden, tarih olarak ifade ettiğimiz insanın zihniyet birikiminden kaynaklanmış ve ona dayalı olarak geliştirilmiştir. Bu ne anlama geliyor? Ne kadar tarih bilimi gelişirse, diğer bilim dalları o kadar çok geliştirilebilir. Tarih biliminde ne kadar zayıf kalınırsa, diğer bilim dallarında da o kadar geri kalınır. Bu nedenle değişik bilim dallarında gelişmek için tarih bilimini geliştirmemiz gerekir. Zihniyet dünyamızı güçlü, zengin yaşam gerçeklerinin çeşitli boyutlarını anlayabilir hale getirmemiz gerekir. İnsanın aklı ya da toplumsal akıl, oluşan tarih bilincidir. Başka bir alanda insanın yaşam gerçeğini anlayabilme durumu olamaz.
İnsanın kendini, toplumu, doğayı tanıması toplumsal bilinç sayesinde olur
İnsan, toplumsal bilince dayalı olarak gelişir. Hem toplumsal doğa dediğimiz ikinci doğanın hem de doğa dediğimiz birinci doğanın kavranmasında en temel yeri tarih bilimi tutuyor. Diğer yandan toplumsal gerçekliğin ve yaşam gerçekliğinin anlaşılması, Önderliğin savunmalarında hakikat olarak tanımladığı özgür yaşam gerçeğinin özelliklerinin bilinmesi; onlara bağlı ve onu yaşar hale gelinmesi de tamamen tarih bilincine bağlıdır. Bir insan veya bir toplum ne kadar tarihsel olarak bir zihniyet birikimini doğru şekilde gerçekleştirmiş olursa o kadar hakikate yakındır. Yani yaşamı o kadar doğru anlamaya, onun gereklerine uygun hareket etmeye, özgür iradeli olmaya yakın demektir. Yaşamı bilerek, anlayarak, planlayarak, örgütleyerek gerçekleştiriyor demektir. Bunun tersi de tarih bilincinin zayıf olması ya da olmaması da insanı hakikatten, özgür yaşamdan, yaşam gerçeğinden o kadar uzak kılar, basitleştirir; anlayarak, planlayarak bir yaşam sürdüren değil de refleksleriyle, çevrenin yönlendirmesiyle, sürüklenerek bir yaşam sürdüren hale getirir. Öyle bir yaşamın da verimi olmaz. İnsan ve toplum yaşamına herhangi bir katkısı ortaya çıkmaz.
Tarih bilincinin derinliği, özgür yaşam bilincine derinden varmayı; zayıflığı ise ondan uzak olmayı ifade eder. Tarih bilincinden yoksunluk insan ve toplum olmaktan çıkma anlamına gelir. Bir toplumun toplum olarak var olma, toplum olarak kalma ve özgür yaşama ulaşmada başta gelen unsur tarih bilincidir. Tarih bilinci, toplumların bugünün yaşamını anlayacak, çözümleyecek, örgütleyecek bir bilince ulaşmasıdır. Tarih bilinci, merkezi uygarlık döneminde üzerinde en çok tartışılan bir konu olmuştur. İnsan aklının ve emeğinin ürettiği artık değer üzerinde egemenlik arayışı ortaya çıkmaya başladığından ve ilk hırsızlıklar geliştiği andan itibaren bunun yapılabilmesinde iki temel yöntem izlenmiştir: Birinci yöntem, zor yöntemidir. Oluşmuş artık değeri çok çeşitli biçimlerde zor gücüne dayanarak ele geçirmek, yağmalamak ve talan etmektir.
İkinci yöntem ise, bilinç ve düşünce gücü olarak bir insanın veya toplumun kendi emek gücüne sahip çıkar durumdan uzaklaştırılması ya da emek gücünün değerini yeterince anlayamaz ve ona yeteri düzeyde sahip çıkamaz hale getirilmesidir. Değer sömürüsü zor yoluyla gerçekleştiği gibi bilinç çarpıtmasıyla da gerçekleşir. Hatta tarihsel olarak bilinenin aksine daha fazla artık değer sömürüsü bilinç çarpıtılması ile gerçekleşmiştir. Özellikle günümüzde kapitalist modernite sistemi bunu çok daha fazla uygulamaktadır. Liberalizm denen ideolojik yapılanmanın bütün marifeti, mahareti bunun üzerine kurulmasındandır.
Önderlik, “kapitalizmin gücü silahından ya da parasından değil, liberalizminden gelir” dedi. Bununla, insan zekâsının, onu ifade eden tarihsel olarak birikmiş bilincin çarpıtılmasını, zayıflatılmasını ifade etti. Öyle ki emek değeri güçlenmiş ama onun ne anlama geldiğini bilemeyen, ona sahip çıkamayan bir duruma getirilen birey veya toplum sömürülmeye, egemenlik altına alınmaya açık bir toplum haline getirilmiş olur. Herhangi bir zora ihtiyaç kalmadan neredeyse kendi rızasıyla sömürülür, baskı altına alınır hale gelir.
Bu bakımdan merkezi uygarlık güçlerinin, iktidarcı ve devletçi güçlerin elinde baskı ve sömürü uygulamada iki temel silah vardır: Biri zor aygıtları, diğeri bilinç aygıtları; bilinç köreltme, saptırma ve zayıflatma durumudur. Bunun da başında tarih bilinci gelir. Eğer her şey tarih bilincine bağlı olarak gerçekleşiyorsa; insan ve toplum varlığı ve özgürlüğü buna dayalı olarak var oluyorsa, o halde insan ve toplumu baskı ve sömürü altına almanın önemli bir yöntemi olan bilinç saptırmasında da en başta gelen tarih bilincinin saptırılması, tarih biliminin köreltilmesi gelir. Bunu, egemen uygarlık güçleri çok bilinçli, örgütlü ve oldukça planlı şekilde yapar. Özellikle kapitalist modernitenin ulus-devlet sistemi, Önderliğin savunmalarda “toplum kırım” olarak tanımladığı bir düzeyde bilinç köreltme ve bilinç saptırmayla uğraşır.
Toplum kırımın özü, zihniyet kırımıdır
Zihniyet kırımı, zihniyet saptırmasının veya köreltmesinin yaratılması durumudur. Bir kere zihniyet kırıldı mı, insan ve toplum daha rahat sömürülür. Hatta bundan öte, gönüllü, kendi rızasıyla sömürülür, egemenlik altında tutulur hale gelir. Bu, köleliğin katmerleşmiş ve derinleşmiş halidir. Bu nedenle bütün egemen, iktidar ve devletçi güçler bilinç köreltmeyle, özellikle de tarih bilincinin zayıflatılmasıyla uğraşırlar. Bunu kuşkusuz tarihi yok ederek, tarih gerçeğini toplum yaşamının gündeminden çıkararak yapmaya kalkmıyorlar. Öyle yapsalar hileleri daha açık görülebilir. Bunu, içini boşaltarak, özünü saptırarak yapıyorlar. Böyle olunca tarih, canlı bir yaşam gerçeği olmaktan çıkar; ölü, kendisinden yararlanamayan, aslında biraz yük durumuna düşen, yine nostalji olarak tanımlanan tatlı veya acı anılar biçiminde yaşanmış sayılan kronolojik yığın haline getirilir. Kendileri onun canlı özünden yararlanıp, insan ve toplum gerçeğini derinliğine anlayacak bir bilinç durumu ortaya çıkarırken, toplum içinse bu öldürülmüş, içi boşaltılmış, posa haline getirilmiş bilgi yığınlarını koyup, onunla oyalar. Bu, maksatlı ve bilinçli bir durumdur.
Toplumun tarih boyunca var ettiği bütün değerleri, toplumsal özü sömürmeyi, kendi egemenliği altına almayı ve geriye posası çıkmış bir toplum bırakmayı öngörüyor. Bu kadar çok boyutlu ve derinlikli bir sömürü yürütmek için de buna uygun bir egemenlik biçimini, saldırı biçimini topluma yöneltmesi gerekiyor. İşte, kültürel soykırım rejimi böyle ortaya çıkıyor. Birey ve topluma saldırının daha katmerli olması burada gerçekleşiyor. Böyle bir uygulamada birey ve topluma normal iktidar ve devlet güçlerinin artık değer sömürüsünün çok ötesinde bir saldırı yöneltiliyor. Bu saldırıların her iki boyutunda en uç noktada uygulanması vardır. Zor boyutunun soykırım, katliam düzeyinde uygulanması; fiziki katliamı, yok etmeyi öngörecek, içerecek bir düzeye çıkarılması yaşanıyor. Bilinç saptırma ise, tümüyle tarih bilincinin yok edilmesi olarak gerçekleşiyor. Bir bireyi ve topluluğu birey ve toplum olmaktan çıkarmanın en etkili yolu onu tarihsiz kılmaktır; kendine ait bir zihniyet birikiminden yoksun bırakmaktır.
Bilinç birikimi olarak tarih; yurtseverlikle, halkçılıkla, toplum olma gerçeğine bağlıdır. Tarih bilincinin yok edilmesi; özgürlük ve vatan bilincinin yok edilmesi, ortadan kaldırılması ya da böyle bir bilincin ortaya çıkmasına, gelişmesine imkân tanımama olarak değerlendirilebilir.
Bütün bunlara karşı Önder Apo, en baştan beri iktidarcı-devletçi egemen sistem gerçeğini, yine sömürgeci, kültürel soykırım gerçeğini derinden idrak etti. Böyle bir sistemin saldırı oklarını tarih bilincine yönelttiğini, toplumu tarih bilincinden yoksun kılarak ve buna dayalı biçimde toplumu, toplum olmaktan çıkarmayı öngördüğünü bildiği için, kültürel soykırım rejimine karşı mücadelenin merkezine tarih bilincini oturttu. Kültürel soykırıma karşı varlık ve özgürlük mücadelesinin temeline tarih bilincini koydu. Tarih bilincinden yoksunluğu “insan ve toplum olarak yok olma” biçiminde değerlendi. Varlık ve özgürlüğü de tarih bilincinin oluşumuna dayandırdı. “Ne kadar kapsamlı, derin bir tarih bilinci oluşturulursa, tarihsel dersler çıkarılırsa, o kadar toplum olarak var olunabilir, toplum haline gelinebilir” dedi. Toplumun tarih bilincini oluşturmak için bütün düşüncelerini, arayışlarını tarihsel temellere oturttu. Yeni bir tarih bilinci, çizgisi, tezi geliştirmeye yöneldi. Savunmalarda yoğunca bu konu üzerinde durması bu nedenledir. “Toplumu tarihsiz olarak tanımlamak, tarihten koparmak asla mümkün değil” dedi. Toplumu, tarihin yarattığı bir realite ve olgu olarak gördü. Tarih bilinci oluşmadan sömürgeciliğin hiçbir saldırısına karşı doğru ve yeterli mücadele yürütülemeyeceğini söyledi.
Önderlikte toplumsal değerlere bağlılık aşk düzeyindedir
Önderlikteki yurtseverliği, ülkeye, toprağa, tarihe, kültüre bağlılığı da anlamalı ve bilince çıkarmalıyız. Önderlikteki bu toplumsal değerlere bağlılık aşk düzeyindedir. Büyük bir ilham alıyor, öğreniyor, araştırıyor, onlarla var oluyor. Önderlik hem binlerce yıllık insanlık tarihini, hem de binlerce yılın geleceğini her anında yaşamaktadır. Onu araştırmakta ve düşünmektedir. Önderlikte toplumculuk, yurtseverlik, toprak severlik, tarih salt bir söz değildir, bir duygudur, gerçekliklerle bütünleşmedir, kendini o gerçekliğe ait görmedir. Yurtseverliği de böyle tanımlamıştır.
Önderlikteki yurtseverlik çok derindir, tutku düzeyindedir ve aşkla bağlanmayı ifade etmektedir. Tarım-köy toplumunu, tarım devrimini bu temelde önemsemiştir. Büyük şehirleşmeyi kanserleşme olarak tanımladı ve esas olarak kapitalist modernitenin yarattığı tehlikeli sonuçlar olarak gördü. Kıyamet alameti olarak değerlendirdi. Devrimle önlenmezse, kapitalist modernitenin yarattığı sonuçlar toplumu çöküşe götürecektir. Toplum olmaktan, insan olmaktan, düşünen varlık olmaktan çıkaracaktır. Her gün yiyen, içen, yatan, kalkan ve ölen, sadece tüketen bir varlık olacaktır. İnsan kendini tüketen, çevresini tüketen, doğayı tüketen bir varlık durumuna düşürülecektir. Maneviyat tümden yok olacaktır. Önderlik bunları görüyor, değerlendiriyor ve büyük dehşet duyuyor. Kapitalizm karışışındaki duruşunun bu kadar keskin ve net olması buradan ileri gelmektedir. İnsanlığın geleceği açısından büyük tehlike görmekte ve dehşet duymaktadır. Bu tehlikenin mutlaka önlenmesi için Demokratik Modernite Devrimi’nin gerçekleşmesini şart görmektedir. Devrim teorisini de buradan kurtuluş olarak geliştirmiştir.
İnsanlık karşısındaki sorumluluk, özgür insanlığa bağlılık önemlidir. Mesela kölelik ve özgürlük anlayışı, özgürlük tutkusu ama kölelik karşıtlığı temel bir ilkedir. Önderlik, “Kimse benden köleliğe özgürlük istemesin” dedi. Zayıflığın, köleliğin sevilecek yanı olur mu? O ağlamak ve çürütmek için vardır, ona karşı “savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir” ilkesini getirdi. Özgürleştiği, özgürlük mücadelesi verdiği ve kazandığı oranda Kürt’ün sevilecek değerleri olabilir. Bu önemli bir ilkeydi. Önderliğin devrimciliğe, solculuğa, sosyalizme kazandırdığı şeyler oldu.
Demokratik modernite, özünde özgür yaşamın yaratıldığı modernitedir. Özgür yaşam konusu, salt bireysel ele alınarak liberalizmin tuzağına düşülmeyecek kadar ciddi bir konudur. Ciddiyeti, konunun toplumsal ve tarihsel oluşundan gelir. Ne kadar güncel ele alınmaya çalışılırsa çalışılsın, o kadar tarihe gitme zorunluluğu ortaya çıkar. Zira yaşam, yaşanılan andan ibaret değildir. Bizler yaşamın anlamından söz ediyorsak, doğalığında şu anın dışında bir yaşamla kendimiz arasında kurduğumuz bağ var demektir. Bu bağı inkâr etmek kendini inkâr etmektir. Bu da liberalizmin zaten istediği, beklediği ve sınırsız yatırım yaptığı bir düşünme, aslında düşünmeden yaşadığını sanma biçimidir. Özgür insan ve özgür yaşam, özgürlük mücadelemiz açısından tarihsel-toplumsal öneme sahiptir. Bu önemi oluşturan da demokratik modernite toplumsallığıdır. Bu durum bizlere demokratik modernite konusunda yeni sorular sormaktadır.
Toplumsallık, ahlakın ve politikanın insanı özgürleştirdiği ve insanlaştırdığı alansa, toplumsallaşmanın neolitik devrimde kadın etrafında geliştiği gerçeği, kadını özgür eş yaşamın da birincil konusu yapmaktadır. İnsanlaştıran toplumsallaşma kadın etrafında geliştiğine ve sistemleştiğine göre, demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etmek anlamına gelen yeni toplumsallaşma da kadın etrafında gelişecektir. Bunun olması için demokratik modernite konusu üzerinde derinleşmek ve demokratik modernitedeki toplumsallaşma algısını belirginleştirmek gerekmektedir.
Bir kişi tarihi ve toplumu temsil edebilir. İnsan bu potansiyele sahiptir. Buna rağmen kapitalist modernite, insanı öyle bir hale getirmiştir ki, insanın toplumsallaşmasıyla oluşan potansiyeli dahi açığa çıkamamaktadır. Hatta bu potansiyel yutulmakta ve sistemi besleyen bir kaynağa dönüşmektedir. Kendinde evrensel değerlerin kolektif bileşkesini oluşturan erkek ve kadınlar, estetiğin, çekici aklın, özgürlük cazibesinin, yaratıcı zekânın, özgürlük ahlakının ve düşünsel güzelliğin de kaynağı olurlar. Kendini bu tanımdaki gibi kaynak yapmayı başarmış olan kişiler, demokratik modernitenin özgür eş yaşamını inşa etme gücünü yaratabilen kişilerdir. Çünkü onlar yaşama adım attıklarında yenilmezler, sistem hastalıklarının tuzağına düşmezler. Onların özgürlük düzeyi, kendi bağışıklık sistemlerini kapitalist modernitenin zerresi dahi giremeyecek kadar güçlü kılmışlardır.
Demokratik modernite, merkezi uygarlığın oluşumundan çok önceleri başlayan demokratik uygarlık akışının çağsal süreğenliğidir. Tarihin en büyük kesitini kapsayan demokratik modernitenin bugün ağırlıklı olarak yaşanmasına rağmen bilince çıkarılmaması ve görülmemesi de insanlık olarak içinden çıkıp geliştiğimiz tarihe ve toplumsallığa karşıt konumumuzu ortaya koymaktadır. Özgür yaşam mücadelesi vermenin bu temelde, demokratik modernite mirasını görünür kılmanın en temel yöntemi olduğunu da bilmek gerekmektedir.
Önder Apo, tüm toplumsal kurumların eş yaşamın hizmetinde olması gerektiğini, bunun tersi durumun ise hâkim modernitenin bir yanlış inşası olduğunu belirtmektedir. Tüm bilimsel teknik buluşlar, ekonomik faaliyetler, toplumsal kurumlaşmalar özgür eş yaşamın geliştirilmesi için birer araçtır. Endüstriye de bu anlamda yaklaşmak demokratik modernitenin inşasında önem kazanmaktadır. Önder Apo’nun geliştirdiği demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma bu sorunların hepsine köklü çözümler getirmenin zihniyetini yaratmaktadır.
Sınıf-devlet-kent üçlüsünün bozduğu zihinlerimizi doğal toplum paradigmasını yaşar düzeye getirmek demokratik modernitenin temel inşa hedefidir. Mevcut inşaları bozarak öze ulaşmak, özü yeni anlamlarla yoğurmak için kendini yeniden yaratmak şarttır. Kadın ya da erkekler olarak kendi algılarımızı yeniden yaratmalıyız ki, yaşamda iletişim kurduğumuz, ilişkilendiğimiz, birlikte toplum olduğumuz insanlar karşısında nesneleşmemek kadar hiçbir insan da bizim karşımızda nesneleşmemelidir. Yaşam birlikte yaratılır, sorunlar birlikte göğüslenirken ihtiyaçlar da birlikte karşılanır.
Kendini tek başına çözüm merkezi olarak görme; kendini tek başına sorun merkezi haline getirme zihniyetini de yaratmanın kaynağıdır. Bir şeyi tek başına yapmak insanın gururunu okşayabilir ama toplumsallık yaratmadığından bu gururun ahlaki ve politik toplumsallaşma bazında bir değeri oluşmaz. Zaten devlet de toplumun sorunlarını kendisinin çözeceği iddiasıyla iktidar kurmaktadır ki, devrim mücadelesinde bu tarzların sonucu, olsa olsa devletçi zihniyeti büyütebilir. Kadına ilişkin mülkiyet anlayışı terk edilmeden özgürlük gerçekleşemez.
Kadın, kendini yaratma adımlarını güçlü atarsa, düşünsel, ruhsal, toplumsal olarak kendisi olabilir ve bu yolda ilerlemeler kaydederse, kendi kendini koruyabilecek gücü kendinde yaratırsa, kısa deyişle zihniyet yaratımıyla öz savunmasını yapabilirse, o kadına hiç kimse korumacı yaklaşamayacaktır. İnsan koruduğu şeyi sahiplenir, onu kendi mülkü yapar, üzerinde hak iddia eder. Kadınların bu konumdan çıkmaları özgürlük düzeyleriyle bağlantılıdır. Zira demokratik kurtuluşun ve özgür yaşam inşasının temeline yerleşen ilkelerden biri de kadının korumalık ve mülk konumundan çıkarılmasıdır.
Demokratik kurtuluşun gerçekleşmesi için özgür eş yaşam bir zorunluluktur. Ahlakı kemire kemire kendini var eden kapitalist sistemin panzehiri ahlaki, vicdani, iradi bir çıkış yapmaktır. Günlük olarak kendini özgür gerçekleştirmenin bir şartı olan politikayı bilmek, anlamak ve politikasız olamayacağımızı, yaşayamayacağımızı bilmek zorundayız.
Demokratik modernitenin inşasını kendimizden başlatmazsak başarıdan söz etmek de mümkün olmaz. Demokratik moderniteyi yaşamsallaştıracak olan kişilikler öncelikle zihniyetlerindeki cins statülerini kırmak durumundadırlar. Zihniyetindeki cins statüsünü kırmayan ve farklılıkların eşitliği temelinde bir bakış açısına ulaşamayan kişiliklerin demokratik moderniteyi geliştirmesi beklenemez. Bir çağın kültürünü yaratmak için önce kendinde o kültürün temel özelliklerini yaşatmak gerekir. Zaten demokratik modernitenin gelişmesi öncelikle demokrasi kültürünün özümsenmesini gerektirir.
Duran Kalkan