HABER MERKEZİ
TC devletini bugünkü biçimiyle kaos içerisine sürükleyen savaş stratejisine son verip yeni bir yol bulma egemenler için bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Bu yol, Kürtlerle anlaşmayı esas alan sahici, adil bir barış da olabilir, Irak’ın Kürtlere uygulamış olduğu, işbirlikçinin eline bir elma şekeri verip, yeni türden bir yoketme politikasına yöneliş de olabilir. Ama yaratılmış olan bu durumda taraflar oluşmuş, cinayetler işlenmiş, bütün yönleri ortaya çıktığında ortalığı altüst edecek öylesine olaylar birikmiştir ki, birileri yok edilmeden, kıyasıya bir mücadeleden geçmeden yeni bir stratejinin uygulanabilmesi de olanaklı görünmemektedir. “Federasyon da dahil” tartışılmak istenen dönemde işlenen cinayetlerin failleri şimdi kendilerini namlunun ucunda bulmaya başladılar. Kuşkusuz savunma refleksiyle davranacaklar. Sanıyorum daha çok kamyon şoförüne madalya vereceğiz.
TC devleti uzun zamandır kazanma inancında olmadığı bir savaşı yürütmekte ve paradoksal bir biçimde bu savaş sayesinde hakimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır. Yok edeceklerini ilan ettikleri balıklar artık metamorfoza uğramış halleriyle kimseye muhtaç olmadan dağların tepelerinde karargahlarını kurmuş savaşı yeni bir biçim içerisinde sürdürmektedirler. Üstelik telsizlerinden TC’ne hergün nerede olduklarını söyleyerek. “Dışarıdan gelip vurup, kaçıyorlar.” palavrasının inanılacak yanı kalmamıştır. Karadeniz’den, Toroslar’a, Koçgiri’den Süphan’a, Cilo’ya kadar hergün “biz buradayız” diye haykırıyorlar. Gelen giden yok. Gidemiyorlar. Ama onlar ordu birliklerine çeşitli ziyaretler yapıyorlar. İlan edilenin değil, düşünülenin çok üstünde kayıp var. Ama Türkiye altmış milyon, önemli değil!
Savaş uzun zamandır sanki bir pata ulaşmış. Savaştan geçinenler kayıplara karşın durumdan şikayetçi değiller. Ama PKK aynı kanıda değil. Savaşı bu konumda bırakmaya niyetli görünmüyor ve savaşın biçimini nasıl değiştirebileceklerine dair bir kaç örnek ortaya çıktı. Bu kamikaze eylemlerinin tek biçim olacağı sanılmamalı. Bunların anlatması gereken sadece ne akla gelmeyecek savaş yöntemlerinin olabileceği. Evet “ya barış, ya da yeni bir savaş stratejisi” diyorlar. Duymak, anlamak zorundayız.
İşlerin bu duruma ilerleyebileceğini Özal ve birlikte çalıştığı ekip gördü. Onun da Ortadoğu ve Kafkaslar konusunda ihtirasları olmasına rağmen besbelli ki, ABD’nin tavsiyelerini ciddiye alması, Kürt sorununda farklı yönelimlere girme çabalarını getirmiştir. Bu Kürt realitesini bir biçimde tanıma temelli olacaktı. Bu gün iş adamlarının önerdikleri reform paketinin bir kısmı Özal’ın projesinden başka bir şey değil. Ne var ki, Morgeneral Güreş bulduğu “yeni” taktikle Kürtleri kolayca yenebileceğine inanıp saldırgan bir politika geliştirdi. Başlangıçta Kürt realitiseni tanımaya eğilimli olan Çiller, Güreş tarafından kendi politikasının yakın başarısına ikna edildi. PKK’yi yok etme şerefine nail olacağım sanan Çiller bu politikaya kayıtsız şartsız bağlandı. Ama kurtuluş için kendini Hoca’nın kollarına atmak zorunda kaldı. Daha önce “APO’nun fantezisi” olarak değerlendirilen Özal ve general Bitlis’in ölümlerinin ardından bakalım ileride ne çıkacak? Bir biçimde Güreş çıkarsa şaşırmamak lazım.
Özal ve Bitlisin ölümüyle başlayan sürece A. Öcalan bir başka perspektifle yaklaşmıştı. Görüşmelerimiz sırasında bu durumu bir kere daha hatırlattı. Özal’ın ölümünü kesinlikle bir siyasi cinayet olarak yorumluyor. Hatırlanacağı üzere Özal’ın ölümünün hemen ardından böyle bir açıklaması olmuştu. Eşref Bitlis’in ölümünün ardında da açıklaması “bunun da siyasi bir cinayet olduğuydu.” Görüşmemiz sırasında “onu da artık söyleyeyim” diyerek Özal’ın öldüğü/öldürüldüğü gün kendisine “Apo’ya da selamlarımı söyleyin, yaptığı her işe kötüdür diyemeyiz. Yaptığı çok iyi işler de vardır. Ve öğleden sonra da adım atıyoruz. Eşref paşa da bendendir.” dediğini aktarıyor. Yakın zamanlarda Talabani böyle bir mesajı kendisi aracılığıyla Öcalan’a iletildiğini doğruladı.
Eşref Bitlis’in uçak kazasında ölmesi bir sabotaj ihtimalini akla getirebiliyordu. Ancak Özal’ın ölümü konusunda, karısının beyanları da gözönünde tutulduğunda, herhangi bir kuşku ortaya çıkmıyordu. Öcalan bu iddiayı herhangi bir istihbarata dayanarak değil, yaptığı siyasi analize göre ortaya atıyordu. Özal’ın kendisine gönderdiğini söylediği mesaj hem onun hem de Bitlis’in öldürülmüş olabileceğini ona düşündürtmüştü.
Bitlisin uçağına sabotaj yapılmış olabileceği ihtimali üzerinde başkaları da durdu. Zaman içerisinde Özal’ın koruma müdürünün de cinayet araştırması peşinde olduğuna dair haberler ortaya çıktı.” Çetelerin piyasaya saçılmasıyla birlikte, TC’nin yakın tarihinde siyasal cinayetlerin, yalnızca sosyalistlere karşı uygulanmadığı, burjuva politikacıları arasında da bir yöntem olarak işlemeye başlamış olduğunun kanıtları belirginleşti.
Kürtlere karşı savaşta Özal’ın masum olduğunu kimse iddia edemez. Bu kirli savaşın yürütücülerinden biri de o olmuştur. Çevreyi kirletenlerin kendilerinin de o çevrede yaşadıklarını unutmaları gibi, kirli savaşın yürütücüleri de kendilerinin bir başkalarına karşı kullandıkları yöntemlerin bir gün kendilerini boğabileceğin! anlayamamaları mümkün oluyor. Veya göğü deldikten sonra nasıl tıkayacağız diye tepi-nip duruyorlar.
Kirliliğe uyum sağlamış olduğunu sanan Çiller’in ise bu kirlilik içerisinde Amerika’ya mı kaçacağı, kalp krizi mi geçireceği yoksa banyosuna saç kurutma makinesinin mi düşeceği artık merak konusu. Zira kirlilik o kadar artmış durumda ki, büyük bir altüst oluş gerçekleşmeden rahat yaşanabilecek bir alan ayırmak olanaklı olmaktan çıkmış.
Çeteler sorunu üretenler için de artık Tehlikeli olacak bir boyuta ulaşmış durumda. Devlet yapısı, bir düzenlilik içerisinde, milyonlarca işlemin hep birlikte denetlenebilmesi olanağını verir. Burada herkes için geçerli olan kurallar hakimdir ve birileri bu kuralları ihlal ettiğinde işin/fark edilmesi kolaydır.
Ne var ki, hukukun dışında duranların devlet çerçevesinde faaliyet göstermeye başlaması, daha doğrusu bizzatihi devletin kendisinin bu hukuk dışılığa icazet vermesi, kendi ilişkilerinin de bu hukuk dışılığa doğru kaymasına (çünkü böyle de olabileceği mantığı bir kere fonksiyonerin aklına girdi mi, “işini bilen memurlar” “anayasayı birazcık ihlal etmekten bir şey çıkmaz” diye düşünmeye başlarlar. Ve artık nerede, kimin neyi deldiği belirsiz bir hale gelir.) ve nihayetinde denetleme güveninin ortadan kalkmasına neden olur. Bunun içindir ki, hukuk dışı ilişkilere bir yere kadar icazet tanıyan her devlet, bu yolun genelleştirilemeyeceğini anlatmak için, bizzatihi kendi adamlarım yakarak, “temizlik operasyonlarına” girer. Her devlet eninde sonunda bunu yapmak zorundadır. Biz her ne kadar “devlet egemen sınıfların baskı aracıdır” desek de durum yığınlar açısından her zaman böyle değildir. Şayet böyle olsaydı, yığınların “devletin kendilerine karşı bir aygıt” olduğunu kavramaları da kolay olurdu. O zaman da yığınlar en azından bir anayasa oylamasında “tek yanlı propaganda ve baskı” nedeniyle %92 oranında “evet” oyu vermezler ve devlet otoritesinin sarsıldığı durumlarda toplu ayaklanmalara kalkışırlardı. Bu nadiren olmaktadır. Esasında yığınlarda “devletin bir biçimde kendilerine de ait olduğu” inancı hakimdir. Hatta bazı durularda bir özdeşlik bile görülür. Salt “kandırılmıştık” üzerine kurulmuş olan ajitasyonun etkili olamadığını yılların deneyi içerisinde artık görmüş olmamız gerekir. En azından varolan devletin sunduğu kadar geniş bir seçeneği yaratabilecek olduğumuza dair bir düşüncenin yığınlarda uyanması gerekir. Yani iki şeyin bir arada ortaya konması icabetmektedir: Biri “sistemin herkes için olmadığının” kanıtlanması, diğeri de “herkes için olabilecek olan” sistemin gerçekleşebilirliği. Birinciyi kanıtlamanın kolay olduğu yanılgısına düşerken, ikincisinde de hep aşırı soyut kaldık. Bugün birincisi konusunda önümüze ciddi bir olanak çıktı. Şimdi devlet yeniden “herkes için sistemi” kanıtlamaya, yani sistemi yıkmaya çalışıyor.
Ne var ki, TC’de “temizlik operasyonu” yapmak için çok geç kalınmıştır. Aslında bu bir geç kalma değil, içerisine girilen “kirli savaş” batağının kendilerini gittikçe içine çekmesi olayıdır. Tabi bu yeni bir bataklık yaşamını da üretiyor.
Bir tarihte Doğan Güreş’in ürettiği akıllarla savaşı kısa zamanda kazanabilecekleri umuduna kapıldılar. Kısa bir dönem için ortaya çıkacak “aksaklıklar” kazanılan zaferin gölgesinde kalacaklardı. Tansu hanım, “ya bitecek, ya bitecek!” gibi iddialı sloganlar atıyordu. Ama başarısızlık, attan düşerken ayağı üzengiye takılı kalan binicinin atın yanı sıra sürüklenmesi gibi, onları “kirli savaşın” kirine bulaştıra bulaştıra sürükledi. “Gayri nizami savaşan düşmana karşı birazcık kural dişilik” bir zarar getirmez diyenlerin ürettikleri çok önceleri bir “temizlik operasyonu” noktasına gelmişti. Ne var ki, “kısa zaman için” düşünülen durum bir kesim açısından bir varoluş biçimine dönüştü. Savaş tüccarlığı, makro ekonomi, rant geliri oldukça önemli bir kesimi etrafına topladı.
İsmet Berkan’ın 5.12.1996 tarihli Radikal gazetesin’de yazdıkları nasıl bir pisliğe sürüklendikleri konusunda bazı devlet yetkililerinin uyanmış olduğunu gösteriyor. Berkan gördüğünü söylediği bir MGK dokümanın da Çatlı gibilerinin özel timle birlikte nasıl istihdam edileceğine dair şemalara varıncaya kadar gördüğünü ve bu taktiğin MGK’da önce kabul edilmediğini anlatıyor: “Cumhurbaşkanı Özal ve dönemin Jandarma Genel Komutam Orgeneral Eşref Bitlis, devletin resmi olmayan kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı çıkıyorlardı…. İddiaya göre Özal ‘bu rezillikleri devletin içine sokmayın.’ demişti.”
Özal’a bu konuda emekli bir Orgeneral’in görüşlerinin temellik ettiğini de anlatan Berkan “Bu yeni mücadele yöntemi (yani çetecilik) 1993 sonbaharında onaylandı.” diye ilave ediyor. Haliyle bu tarihte devlet içerisinde en azından ikili bir saflaşmanın oluştuğunu da görüyoruz. İşe çeteler karıştıktan sonra artık kimin nerede nasıl öldürülmüş olduğunun ispatlanmasını beklemeye gerek kalmıyor. Tablo bulanık noktalar taşısa da çok açık:
Başka elemanlarını araştırmaya gerek kalmadan bir yanda “federasyona kadar bu işleri tartışalım.” diyen Özal ve yanıbaşında duran Eşref Bitlis, diğer yanda da Doğan Güreş ve Tansu Çiller. 1993’te “ya bitecek, ya bitecek!” diye bağrışan Tansu Çiller’di. Doğan Güreş ise 1993’te hazırlanan planı bizzat kendisi yapmış olduğunu kendisi açıkladı.
Yazıcıoğlu’nun görevden alınmasının da, yine Tansu Çillerin hiç de akıllıca görünmeyen, iz silme operasyonu olduğu söyleniyor. Yazıcıoğlu muhtemelen N. Cevheri ve Özer Çiller’in de telefonlarını dinledi ve çetelerle münasebetlerini ortaya koyacak delilleri elde etti. Ancak şimdi bunların yayınlanması eski faşist Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle “devlet menfaatleriyle bağdaşmayacak” durumda. Bir memurun bu kadar riskli bilgileri elde etmesi ve ortaya koyması kendisi için aşın bir yük. Bu sorumluluğun bir başkalarınca üstlenilmesini beklemekteydi. Bu sırrı besbelli ki, önce Mesut Yılmaz’a daha sonra bir kısmını da Erbakan’a devretti.
Mesut Yılmaz’ın bütün çabası “çete olayı”nı “devleti aklayarak” kendisi için bir iktidar olanağına dönüştürmek. “Açıklarız ha!” tehditleri karşısında Çillerin çekilmesini sağlamak, böylece bütün devlet sırları ortaya dökülmeden “kurt izi” işinde anlaşarak yeni bir hükümet formülü ve Kürt politikasının oluşturulmasını sağlamak. Zira devlet sırlarının tümüyle açığa çıkması durumunda hemen hiç bir politikacı kendisini bundan uzak tutamayacakken, bunun hesabını dünyaya verebilmek de olanaklı olmayacak.
Tabi işin uzamasını bir başka açıdan da belli bir kesim tehlikeli bulmaktadır. Hukukun bu derecede ihlal edilmiş olduğunun kanıtlanması, devletle toplum arasında ki bağlayıcı kayışların kopmasına yani konsensüsün bozulmasına da neden olacaktır. Bu TC’nin sonunun gelmesi demektir. Böyle bir durumda toplumsal muhalefetin yükselmesi ve nihayetinde Kürt hareketiyle birleşmesi “12 Eylül” çözümlerinin de imkansızlaşması anlamına gelecektir.
12 Eylül’de solun kendi hataları alternatif olarak benimsenmesine olanak vermezken, askerlerin artık bu çekilmez duruma bir çözüm oluşturması şansını yarattı. Sol buna .karşı direnebilme kabiliyetine sahip değildi. Ne var ki, sol’un hep aynı hatayı tekrarlayacağını beklemenin doğru olmaması gibi 12 Eylül’de olmayan bir faktör artık işleme durumundadır. Bu faktör hem solun daha aklı başında davranmasının olanağını, hem de solun alternatif olma şansını yaratmaktadır. Bu Kürdistan Ulusal Kurtuluş hareketidir. PKK önderliğinde sürdürülen savaş bitirilememiş ve bitirilebilecek gibi de görünmemektedir. Eğer burjuvazi yeni tedbirler alma durumunda olmazsa, Abdullah Öcalan’ın ifade ettiği gibi, savaş ister istemez Türkiyelileşecektir. Şu anki durumla başedemeyenler genişleyen bir savaşla nasıl başedecekler? 12 Eylül’de askerlerin çözüm olarak benimsenmesini sağlayan umut vaadeden başka bir alternatifin olmayışıydı. Ama şu anda durum artık eskisi gibi değil.
Hükümet tarafından ikide bir gündemi saptıracak yeni gelişmeler yaratılmasına rağmen basın birden bire akıllanmış(!) ve bu çabalara ancak rating yaratma çerçevesinde yer veriyor. Üstelik bunlar da bir yandan pisliğin zenginliğini sergilemeye yarıyorlar. Basının önemli bir kesimi birileri tarafından Tansu’nun gidici olduğuna inandırılmışlar. Kirli savaşı bu güne kadar tereddütsüz desteklemiş, genel kurmayın yalanlarını gazetecilik olarak yutturmuş olan bu basının birden akıllanması, hatta halk eylemleri örgütleme işini üstlenmesi başka nasıl izah edilebilir?
Halklar Önderi Abdullah Öcalan