HABER MERKEZİ –
“Bir çok acılı anın hafızamızdan silinmez karesi. Adeta deklanşör basılı kalmışta başka şeylerin görülüp çekilmesine izin vermez. Gözlerinin önünden gitmez, kulaklarından silinmez, aklından uzaklaşmayı unutur, hep seninle yaşar o kareler. Korkunç bir intikam hırsına dönüşür zamanla bu acılar. İntikam artık acının yeni adıdır.
Acının intikama dönüştüğü bir yer, ülkemin yitik cenneti…
Hep cennet diye tasvirlerim Gabar’ı. Gerçektende görülmeye değer ve eşsiz doğa güzelliği kadar içimdeki meyveleri ile hep cennetimsi bir düşteymişsin gibidir Gabar. Ondandır tanımlarımda hep cennet tasvirine başvurmam. Bu cenneti cehenneme çevirmenin yollarını çok denediler, deniyorlar. Düşman, Gabar arazisini biz varız ve bize zarar verecekleri düşüncesiyle hep havan obüs atarak her yerini tacize tutar. Bizim için melodi olmuştu havan ve obüs sesleri. Kimi zaman durduklarında kesilen ses, şaşırtırdı bizi. Alışmıştık bu yıkım senfonisine. Ama çocuklar gibi dalga geçer alay ederdik boşa giden havanlarına. Düşmanın kendine ne kadar ekonomik zarar verdiğine kahkahalarla gülerdik.
Gabarlı zamanlar yaşamımda silinmez iz bırakan zamanlardı. Gerçektende Gabar’da ilk komutanımız Egît arkadaşın ruhunun dolaştığına inanırdım bende. Hem zorluklarına karşı direngen ruhlar, çelikleşen irade, hem de düşmanın bu kadar önemseyip yönelimlerine karşı içinde yakalanan kutsal yoldaşlıklar bana bunu yaşattı. Birde efsunlu gerilla yaşamında tecrübe kazanmak için müthiş avantajlara sahip bir alandı. Doğadan faydalanarak yaşamını idame ettirmek kadar, gerilla taktiklerini uygulamada da son derece elverişli arazisi insan da kendine karşı büyük bir güvende kazandırırdı. Hep böyle olmuştur Gabar. Önceden de böyleymiş, ben gördüğümde de böyleydi, şimdilerde de halen böyle olduğu söyleniyor.
2005 yılında düşmanın bahar operasyonlarındaki amacı, zayıf olduğumuzu bildiği alt yapı sorunumuzdan faydalanıp irademizi kırıp, bize darbe vurmaktı. Binlerce asker gelirdi her operasyona fakat Gabar gerillasında, düşmanı kendi evimizde vurup, pişman ettirip, gerisin geriye göndermek eğlenceli bir şölen, bir kültüre dönüşmüştü.
Genelde görevlere giderken zaten az olan ve günde bir öğün verilen ekmeklerimizi atar cebimize öyle yola çıkardık. Zaten yol boyunca sınırsız bir biçimde enerji veren “MADDE IN GABAR” üzüm pekmezlerimizi sulandırıp şerbet gibi içmek, yaz kış bademle enerji almak bir kural gibiydi.
Yağmurlu bir ilkbahar günü erzak görevinden dönen otuza yakın arkadaş zorbela sabah ulaştığımız Aşilme köyünün üst tarafındaki sırtlarda asker görmemizle pozisyonumuzu değiştirmek zorunda kaldık. Öğleye kadar takip ettiğimiz askerleri görmek için, kendimizi sırtlara vermiş, sayımızı küçülterek yayılmıştık. Öğleye doğru arkadaşlar onlara güzel bir hoş geldin merasimi yapınca çil yavrusu gibi dağıldılar. Ölülerini bile zorbela aldılar. Arkalarına bile bakmadan kaçan askerleri görünce akşamüstü bizde yeniden yolumuza devam ederek Navsere kadar gittik. Parçalandığımız için ve yorgunlukta üstüne eklenince zorbela gece yarısı noktamıza ulaşabildik. Sabah olduğunda iki arkadaş henüz gelmediği için merak etmiştik. Hani savaş bu, kimi zaman içinde hiç ummadığın, hayal etmediğin acı- tatlı, iyi- kötü, çirkin- güzel bir sürü sürprizle seni karşı karşıya bırakabilir.
Yağmur zaman zaman dursada bahar yağmurlarıydı yağan, hep ıslak ve nemli bir hava vardı. Ne güzel de olurdu kısa bir zaman sonra çiçeklenen yeşillenen Gabar. Velhasıl, öğlen olmuş halen İrfan ve Welat arkadaşlar gelmemişti, endişelenmeye başlamıştık. Tıpkı hava gibi pusluydu içimiz. Derken grup grup arkadaşları aramak için araziye dağıldık. Yolda Welat arkadaşı gördük, yorgunluktan uyuya kaldığı için gidişimizi görmemiş, uyanır uyanmaz yola çıkıp gelmişti. İrfan arkadaşın olmayışına giderek artan kaygılarla aramaya devam ettik. Herkes son gördüğü yeri söylese de yoktu ortalıkta. Askerlerin çıktığını görüp te kendimizi verdiğimiz sırtların altında genel kullanılan bir patika vardı. Patikanın yanından akan küçük bir dere bizim olduğumuz yerden görünüyordu. Biz hepimiz asker gidince sırt sırt giderken, İrfan arkadaş suyun üstüne gitmiş olacak ki, genel kullanılan bu patikanın hemen yanında bir ağacın üzerinde yıkadığı kadar da yağmurdan ıslanmış bir çift kahverengi çorap ve hemen onun yanında boylu boyunca uzanmış bedeni orada bulunmuştu. Elbiseleri kan içinde yerde yatan bir bir insan. Şehit edilmişti heval İrfan, onu öldürmek yetmemişti gaddarlara, üstüne üstlük kafatasını kasaturayla yarmış beynini zor anlar için cebinde taşıdığı o kutsal gerilla ekmeğinin üzerine bir katık gibi yerleştirmişti.
Bu an, acının yüreklerdeki son kertesi denilebilecek bir andır. Hiçbir söz o manzara karşısında yaşanan şiddetli bu acıyı tanımlayamaz. Bir açılıp, bir kapanan nemli ve puslu bu hava gibiydi içimiz. İşte o an, öfke, kin, intikam doludizgin akarken duyguların zirveleştiği acıdan kıvranan yüreklerimizin gözbebeklerimizden kontrolsüzce kendini attığı, sözün bittiği andı.
Ant içtik, yemin ettik kendimize. Gabar’da hiç kimse bir daha cebinde bir ekmek parçası taşımayacaktı. Düşmana bu zevki, bize de böyle bir acıyı tattırmayacaktı…”
Şehit Azê Malazgîrt