Ulus devlet sisteminde tarih olgusu, halkın bilincini tahakküm altına almada çok önemli bir yer tutmaktadır. Devletin ulus inşasında yeniden yazılan tarihin oynadığı işlev, sadece geçmişteki sahte zaferler üzerinden yaratılan bellek ve ortak geçmiş yaratma değildir.
HABER MERKEZİ – Ulus devlet sisteminde tarih olgusu, halkın bilincini tahakküm altına almada çok önemli bir yer tutmaktadır. Devletin ulus inşasında yeniden yazılan tarihin oynadığı işlev, sadece geçmişteki sahte zaferler üzerinden yaratılan bellek ve ortak geçmiş yaratma değildir.
Yeniden yazılan tarih aynı zamanda bugünkü sistemin sürekliliğinin vurgusu üzerinden temel bir rol oynar. Örneğin Ulusun tarihin öznesi halinde kurgulanması ulus devletin kendini meşrulaştırma araçlarının en belirgin olanıdır. Bu açıdan tarihin sürekli çarpıtılmasıyla yaratılan mitler ve bu mitlerin bugünkü sisteme yansıtılması, ulus devletin kendinin “modern” ve aynı zamanda “ezeli” göstermesi açısından kritiktir. Bu çarpık bilinç yaratma pratiklerinin birçok farklı yöntemi söz konusudur. Tarihteki bir dönemin veya kişinin seçilmesi bu yöntemlerin başında gelmektedir. Tarihteki figürler bu şekilde aslında gerçekliklerinden çok farklı biçim de kahramanlaştırılır ve güncel siyasi yaşama aktarılır.
Ulus devlet sisteminin tüm çeşitlerinde görülen bu durum faşizm rejimlerde çok daha geniş bir yer kaplar. Faşizmde tarihin sürekli güncelleştirilmesi ve miras olarak vurgulanan tarihsel dönemin basın, eğitim gibi ideolojik aygıtlarla işlenmesi esastır. İtalyan faşizminin “Roma İmparatorluğu” vurgusu ve Alman faşizmin kendini “Bin yıl sürecek olan III. Reich” yani 3. İmparatorluk (Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ve Bismarck’ın kurduğu Alman İmparatorluğu ilk iki imparatorluk olarak ifade edilir.) olarak tanımlaması bu açıdan önemli örneklerdir.
AKP-MHP faşizmi de bu ikili durumu da içinde barındırır biçimde iktidarını kurumsallaştırmak ve kitleleri yönlendirebilmek için çok çeşitli yöntemler izlemektedir. Topluma kendi iktidarını meşrulaştırmak için yürüttüğü bu çalışmaların en önemlisi de çarpık bir tarih bilinci oluşturmaktır. “Osmanlı” ve “Abdülhamit” vurgularının son yıllarda sürekli işlemesini, bu açıdan ele almak gerekmektedir. Kuşkusuz ortak bir zihniyeti de gösteren bu durum aynı zamanda kitleleri yanlış yönlendirmenin bir yöntemidir. Faşizmin özel savaş politikaları içerisinde mühim bir yer kaplayan bu tarih anlayışı faşist ve ulus devlet sistematiğinin AKP-MHP faşizmi özgülüne yansıması olarak görülmelidir.
Bu açıdan AKP-MHP faşizminin bu politikalarla neyi amaçladığını açığa çıkarmak önem taşımaktadır. Bu noktada özellikle II. Abdülhamit’in üzerinde durmak gerekmektedir. Özellikle son üç yıldır devletin tüm basın organlarında bir Abdülhamit “güzellemesi” mutlaka yer almaktadır. “Evliya padişah” olarak sunulan ve modern sultan olma isteğinde olan faşist Erdoğan’ın öykündüğü II. Abdülhamit gerçeğine eğilmek ve bugünkü rejimle benzerlik ve farklılıklarını değerlendirmek faşizmin politikalarının içyüzünü anlamak için önemli olmaktadır. Çünkü bir tarz ve anlayış birliğinin yansıması da söz konusudur. Abdülhamit’in tarzı aynı zamanda bize faşist Erdoğan’ın anlayışına dair de ipuçları sunmaktadır.
Abdülhamit Dönemi
34. Osmanlı padişahı olarak 1876’de tahta çıkan II. Abdülhamit’in anlayış ve yönetim tarzını irdelemeden önce 33 yıllık iktidarının önemli dönemeçlerini vurgulamak gerekir. Abdülhamit’in iktidara gelme süreci zaten nasıl bir politik figür olacağını gösterir şekilde gelişti. İmparatorluğun kapitalist modernite ile tam bütünleşmesi için devlet mekanizmasında reformlar planlayan Yeni Osmanlılar diye adlandırılan daha sonraki İttihat ve Terakki partisinin öncülü olan grubun yaptığı saray darbesi sonrası Abdülhamit’in abisi V.Murat 1876 yılında tahta çıktı. Fakat iki ay sonra yeni padişahın akli dengesinin yerinde olmadığı anlaşılınca Abdülhamit reformlar yapma sözü ile padişah oldu. Kanuni Esasi olarak bilinen ilk anayasada bu süreçte yapıldı. Meşrutiyet sistemi hayata geçti. Bu doğrultuda seçimler gerçekleşti ve ilk defa meclis açıldı. Fakat bu reformlara iktidarını sağlamlaştırmak için katlanan Abdülhamit daha iki yıl geçmeden kendisini iktidara taşıyan Yeni Osmanlı grubunun önde gelenlerini sürgüne yollayıp savaş bahanesi ile Meclisi fesh etti. Abdülhamit’in zihniyeti iktidarı paylaşmayı kabul etmiyordu. Uzun yıllar sürecek iktidarı daha baştan komplolar ve demokrasi karşıtlığıyla başladı.
Bu iktidar dönemi boyunca özellikle Ruslarla yapılan birçok savaş kaybedildi. AKP faşizmin demagoglarının Osmanlı’nın dağılışını durdurup, geciktirdiği iddialarının aksine Osmanlı bu dönemde pek çok bölgede(Mısır, Tunus, Kıbrıs vb.) egemenliğini kaybetti. Kendi iktidarının devamı için sürekli kapitalist devletlerarası çelişkileri kullanan Abdülhamit bu çerçevede Rusya’ya karşıt olarak sürekli Almanya ve İngiltere arasında gidip geldi. İktidarının son dönemlerinde İngiltere’nin Rusya’yı stratejik ortak olarak belirlemesi(Dünya savaşına da bu iki devlet beraber girecektir.) Almanya’ya İttihat Terakki döneminde neredeyse sömürge ilişkisine dönecek bağımlılığın ilk adımının atılmasına yol açtı. Bu denge politikası doğrultusunda birçok kaynak bu güçlere peşkeş çekildi, Duyun-i Umumiye(Borçlar İdaresi) kurumu aracılığıyla devletin vergi sistemi emperyalist güçlere bırakıldı. Balkanlarda halkların özgürlük istemlerine katliamlarla cevap verildi. Binlerce muhalif ya idam ya da sürgün edildi. 1891-1895 yılları arasında Ermeni halkına yönelik büyük çaplı bir katliam gerçekleştirildi. Yine Kürt halkı içerisinde işbirlikçilik Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri ile kurumsallaştırıldı. 1908’de İttihat ve Terakkinin isyanı ile tekrar Meşrutiyet sistemine geçmek zorunda kalan Abdülhamit 31 Mart olarak bilinen İttihat ve Terakki provokasyonu ile iktidardan uzaklaştırıldı. 1918 yılında kimsesiz ve etkisiz bir konumda yaşamını yitirdi.
İslamcılık ve Abdülhamit
Abdülhamit’in zihniyeti ve pratiği ile AKP-MHP faşizminin sunduğu Abdülhamit portesi arasındaki farkları ele alırken öncelikle İslamiyet’i politik amaçlar için nasıl kullandığı üzerinde durmak gerekir. Faşist laf cambazlarının “Tüm İslam Âleminin lideri”, “Emperyalist Devletlerle Mücadele Eden Padişah” imgesinin gerçekle uzaktan yakından alakası yoktur. Abdülhamit politikalarını belirlerken ne dini bir amaçla hareket etmiş ne de bu politikalarını kapitalist devletlere rağmen ya da onlarla çatışarak pratikleştirmiştir. Zaten iktidarının bu devletlere ne denli bağımlı olduğu emperyalist devletlerle özellikle Filistin’e Yahudi göçü konusunda zıtlaşmasının ardından 1908’deki İttihatçı isyanıyla kısa bir sürede Meşrutiyeti tekrar devreye koymasından da anlaşılmaktadır.
İslamcılık bir politik akım olarak 19. yüzyılda ortaya çıktı. Tüm Müslümanları tek bir devlet altında Avrupa ve Hristiyan karşıtı bir zeminde buluşması gerektiğini savunan bu akım karşıt söylemlerine rağmen aslında kapitalist modernitenin çerçevesini aşamamıştır. Aslında kapitalist moderniteye direniş değil, eklemlenme isteği başattır. Bu doğrultuda kapitalist tekelci güçlerin Ortadoğu’ya tam olarak hâkim olmak için İslamcı geçinen akımları desteklemesi sadece güncel bir politik durum değil, aynı zamanda tarihsel bir yöntem olduğu belirtilmelidir. Bu açıdan bu akımın kurucu kişilerinden bazılarının emperyalist devletlerle bağı da gözden kaçmamalıdır. Cemaleddin Afgani bu bakımdan önemli bir örnektir. Ortadoğu’nun neredeyse tüm ülkelerinde yaşayan bu kişinin söylem düzeyindeki İngiliz karşıtlığına karşın İngilizlerle ilişkisi açıktır. Zamanında Mason localarına katılan bu kişinin ömrünün son demlerinin Abdülhamit’in İstanbul’unda geçmiş olması tesadüf değildir.
Osmanlı padişahlarının İslam halifesi unvanını kullanması her ne kadar Yavuz Sultan Selim’in Memluk devletini yıkmasının ardından başlasa bile Abdülhamit’e kadar bu durum simgesellikten öte bir anlam taşımıyordu. Abdülhamit’in İslamcılık politikaları çoğunlukla ulusal haklar temelinde isyan eden Müslüman olmayan halklara tepki ve Osmanlı’yı bir arada tutma yöntemi olarak açıklanır. Abdülhamit’in Müslüman olmayan halklara yönelik bir tepkisi vardır, yine Kürtlerde gördüğümüz üzere Müslüman halkları Hristiyan komşularına karşı kışkırtma gibi uygulamaları vardır. Fakat yine de Abdülhamit İslamcılığında esas belirgin olan emperyalist devletlere yapılan müzakerelerde elini güçlendirmektir. İngiltere’nin Müslüman sömürgelerindeki halk arasında dini duygular üzerinden etki sahibi olmak ve bu yolla hem İngiltere ile hem de Almanya ile ilişkilerde kendine alan açma bu politikaların esasıdır. İslam’ın ahlaki ve politik özü ile Abdülhamit’in İslamcı politikaları arasında hiçbir bağ olmaması doğası gereğidir. Alman emperyalizmin destekleyici pozisyonu ve İngiltere’nin örtük onayı da genel İslamcılıkta belirgin olduğu gibi Abdülhamit’in İslamcı politikalarında da açıktır. Ayrıca Kürt halkı başta olmak üzere Müslüman halklarla kurulan sömürü ilişkilerinin “din kardeşliği” kılıfı ile sürekli kılma istemi de bu politikalarında etkilidir. Özellikle Kürt halkında işbirlikçilik bu söylem üzerinden palazlandırılmış ve uzun süre bu argüman Kürt işbirlikçiliğinin temel ifadesi olmuştur. Halife ve Din kardeşliği kavramları belki de en fazla ve yalnızca Kürtlerde gözle görülür bir etki yaratmıştır. Balkanlardaki Müslüman halklar arasında Hristiyan komşularla kanlı ve uzun süreli çatışmalara rağmen İslamcılık bir zemin bulmamıştır. Arap halkı arasında gelişen İslamcı düşüncelerin nerdeyse tamamı Osmanlı karşıtı bir damara sahip olmuştur.
Öte yandan Abdülhamit’in İslamcı politikaları olarak ifade ettiğimiz hamlelerin somut adımlardan ziyade söylemlerden ibaret olduğunu da vurgulamalıyız. Etkisinin cılız olmasının bir nedeni de budur. Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde yaşayan Müslüman halk Hristiyan ve Musevilere karşı kışkırtılmış olmasından başka bir sonuçta ortaya çıkmamıştır. Bırakalım İslam’ın özüne uygun uygulamaları devletçi İslam’a dair bir adımda atılmamıştır. Klasik ulema bile bu dönem önem kazanmış değildir. Medrese ve cami yapımı gibi normal dinsel uygulamalar bile olağan dışı bir artış göstermemiştir. Aksine Avrupa ve kapitalist modernite ile bütünleşmeye dönük 19.yy. başından itibaren yürütülen politikalar sürdürülmüştür. Yani Erdoğan ve taifesinin “Ulu Hakan”ı İslam’ı zikretmiş fakat amel etmemiştir.
Aşiret Mektepleri ve Hamidiye Alayları
Abdülhamit’in AKP faşizminin açıktan Kürt soykırım politikaları izlemeye başlamadan önce sürekli vurguladığı bir lakabı vardır: “Kürtlerin Babası”. Bu lakabı kazanmak için ise yaptığı iki uygulaması söz konusudur. Aşiret Mektepleri Kürt halkının o zamanki seçkinlerini daha çocukluktan aldığı İstanbul’da ve sonrasında Avrupa’da eğitime yolladığı bir işbirlikçi üretme merkezleridir. Hamidiye Alayları yani erken dönem koruculuğu ise binyıllardır beraber yaşayan Ermeni ve Kürt halklarını birbirine düşürme ve katliam aracı olarak özenle oluşturmuştur. Kürt halkında işbirlikçiliği sistemli haline getirdiği için “Kürtlerin Babası” olarak övülmesi egemenlerin hakikatle nasıl oynadığının tipik bir örneğidir.
Bu uygulamalardan ikisi de neredeyse eş zamanlı olarak 1890 yılından itibaren pratiğe girmiştir. Aşiret Mekteplerinde Kürt halkı dışında Arap aşiretleri de yer alsa da esas hedef 19. Yüzyılın başından itibaren Kürdistan’ın yeniden işgal edilip, özerkliğinin peyder pey tasfiye edilmesine direnen Kürt aşiretlerin sisteme göbekten bağlanmasıdır. Zihin işgalinin ve beyaz soykırımın ilk saldırısı olan bu okullarla hedeflenen, Kürt aristokrasisinde cılızda olsa gelişen Kürtlük bilincini ortadan kaldırmaktır. TC ise daha yaygın olarak benzer mantıkla YİBO’ları(Yayılı Bölge Okulları) tüm Kuzey Kürdistan’a serpiştirecektir. Osmanlı gibi(Osmanlı’nın Türk’e dönmesi çok uzun sürmeyecektir.) düşünen, yaşayan ve konuşan aynı zamanda kapitalist moderniteye özenen bir Kürt kesimini ortaya çıkarmak amaçlanmıştır.
Bu mekteplerde eğitim gören bazı kişilerin sonradan Kürt hareketlerinde yer almış olması, bu mekteplerin yarattığı tahribatı örtmez. İstisnai olan bu durum zihinsel dünyanın işgale uğradığı gerçeğini değiştirmez. Gerçekten ortaya “eğitimli” işbirlikçi bir Kürt seçkin sınıfı ortaya çıkarılmıştır. Bu kesim sürekli Osmanlı devleti düzlemini ve zihniyetini kendine esas almış, kendince Kürtlük mücadelesi yürüttüğü zamanlarda bile bu anlayıştan kopuşu yaşamamıştır. Bu durumu Abdülhamit rejimine muhalif örgütlere(İttihat ve Terakki vb.) Kürtlerin katılım tarzında da görebiliriz. 1908 ile açılan meclislerde Kürt mebusların çoğu bu okullarda yetişmiştir ve bunların çoğu da Osmanlı kimliğinin amansız savunucuları olmuştur. Padişah ve Halifeye sadakat temel motivasyonları olmuştur. İttihat ve Terakki’nin 1910’dan sonra Türkçülük hamlesi karşısında şaşıran bu kesimden bazıları Türklüğe transfer olmuş bazıları ise Kürtlük bilincini hala Osmanlı düzleminde sürdürmeye devam etmiştir. Neredeyse çeyrek asırlık(1890-1910) bir dönem Kürtlüğe dair kültürel ve edebi çalışmaların dibe vurmasında da Aşiret Mekteplerinin belirgin bir etkisi vardır.
Hamidiye Alaylarının etkisi ise daha kapsamlı, derin ve çok boyutlu olmuştur. Çarlık Rusya’daki Kazak Alaylarına öykünülerek kurulan Hamidiye alayları sadece Kürtlerden oluşturulmuştur. Bu alayların kurulması Ermeni halkının yükselen ulusal demokratik taleplerinin tehlike olarak görülmesine karşı bir önlem olarak ifade edilse de aslında Kürtlüğe yöneltilmiş bir saldırıdır. Aşiret mektepleri ile zihinsel olarak bağlanan Kürt egemenleri Hamidiye al)ayları ile fiziki ve maddi olarak Osmanlı’ya tabi hale gelmişlerdir. Aynı zamanda kendi halkı ve komşu dost halklara yönelen devlet terörünün basit aracı haline gelerek işbirlikçiliği, yapısal ihanet boyutuna taşımışlardır. “Kürtlerin Babası” unvanı da bu ihanet karşılığında sağlanan maddi olanaklara sözde şükran sunmak için verilmiştir. Koruculuk sistemin tohumu olan bu birlikler Kürt toplumsallığında büyük bir tahribat yaratmıştır.
Kuşkusuz özellikle 1891-95 arası Ermeni katliamındaki pozisyonları, binyıllardır beraber yaşayan Ermeni ve Kürt halkı arasındaki bağlara büyük zarar vermiştir. Bu durumda sorumluluk her ne kadar bu katliamlarda Kürt aşiretlerine rol vererek, egemenlerin klasik böl-parçala-yönet politikasını uygulayan Abdülhamit rejiminde olsa da Ermeni halkının ulusal taleplerini istismar eden İngiltere’nin de payını görmek gerekir. Farklı dinlere mensup olmalarına rağmen binyıllarca yan yana değil neredeyse iç içe yaşamış olan Kürt ve Ermeni halkı tarihin hiçbir döneminde ciddi sorunlar yaşamamışlarıdır. Bunun ötesinde doğal bir işbölümü(Kürtler tarım ve hayvancılığa, Ermeniler ise zanaatkârlık ve ticarete ağırlık vermişlerdir.) ile birbirlerini tamamlamışlardır. Binyılların bu deneyimi ışığında şekillenen Kürt Ermeni dostluğu egemen Osmanlı ve kapitalist hegomonik güçlerin planları neticesinde bozulmuştur. Sonuçta hem bu dönemki katliamlara hem de 1915’teki soykırıma katılan bu işbirlikçi aşiretler yüzünden olan Kürt-Ermeni dostluğuna olacaktır.
Hamidiye Alayları Kürt toplumunda sürekli bir iç çatışma durumunun oluşmasına neden olmuştur. Devletin sürekli saldırısına karşı direnmek isteyen güçler her zaman öncellikli olarak bu yapılarla karşı karşıya gelmişlerdir. Kürt toplumunda etkileri günümüze kadar gelen derin güvensizlik kaynağını bu işbirlikçi damardan almaktadır. Kuşkusuz daha eski olan işbirlikçi damar bu dönemde ihanetçi bir yapıya kavuşmuştur. Kürt halkının birçok hareketinin bu ihanetçi yapıya ve devamı niteliğindeki oluşumların uğursuz rolleri nedeniyle başarılı olamadığı açıktır. Kürt halkının meşru savunma ve isyan tarihi bu duruma sayısız örnek içermektedir. O dönem gelişme olasılığı yüksek olan Kürt ulusal hareketinin sekteye uğramasında bu iki uygulamanın bütünsel bir etkisi olmuştur.
Bu iç çatışma sadece Kürt halkının isyanlarında bazı aşiretlerin devletin yanında yer alması anlamında değildir. Aynı zamanda sırtını devlete veren işbirlikçi aşiretler sürekli aynı konumda olmayan komşu aşiretlere saldırmış ve bu köklü düşmanlıkların tohumunu atmıştır. Kürt toplumsallığının var olan parçalı yapısı bu nedenle hem kalıcılaşmış hem de bu parçacılık daha da artmıştır. Hamidiye Alayları her zaman suç çeteleri anlamına gelmiştir. Bu suç çeteleri komşularına gözü dönmüş bir şekilde saldırmıştır. Kendi toplumsallığına düşmanlık üzerinden yaşama tutunma, Kürt egemen sınıfının yabancılaşmasını katmerleştirmiştir. Ayrıca devletin sunduğu maddi olanaklar Kürtlük üzerinden bir kendini pazarlayan bir kesimi de doğurmuştur. TC tarihi boyunca bu form kendini egemenlere şirin gösterme için mebus olma ya da korucu olma sırasına giren tiplerde kendini göstermiştir. Maddi olanaklar üzerinden Kürtlükten uzaklaştırma bu yöntemin etkili olması nedeniyle soykırımcı Türk devlet sisteminin temel metodu haline gelmiştir.
AKP-MHP faşizminin yüceleştirdiği Abdülhamit’in Kürt halkına yaklaşımı bu temeldedir. Kürtleri sadık bendi haline getirme bu yaklaşımın nirengi noktasıdır. Varlığından zihinsel olarak koparma ve maddi olanaklarla kirli işlerini yaptırdığı bir zümre yaratma şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşımın soykırımın ilk emaresi olduğunu belirtebiliriz. Kürdün inkâr ve imhasına giden yola Abdülhamit’in önemli köşe taşlarını döşeyen biri olarak görmek bizi tarihsel gerçekliğe yaklaştıracaktır.
Abdülhamit’in Ermeni Halkına Yaklaşımı ve Siyonizm’le İlişkileri
Osmanlı Devletinin egemenlik altına aldığı, özellikle Balkanlarda yaşayan halklar 19. yüzyılın başından itibaren ulusal haklar temelinde mücadele etmeye başladı. Bu isyanlar her ne kadar Fransız Devrimin etkilerini barındırsa da Osmanlı’nın geleneksel yapıdan ulus devlet formuna geçmeye çalışması ile bağlantılıydı. Kürdistan’da bu bağlamda isyanlar art arda gelişti. Bu mücadelede zorlanan ve bazı ülkelerden çekilmek zorunda kalan Osmanlı özellikle halklara karşı farklı politikalar yürütmeye başladı. Meşrutiyet yönetimini savunan kimseler bu halkların sisteme dâhil edilip, Osmanlı kimliğiyle sömürge altında tutulabileceğini iddia ediyordu. Kendi iktidarının ilahiliğinden şüphesi olmayan Abdülhamit ise bırakalım halkların devlet yönetiminde temsil düzeyinde yer alması ve haklarının genişlemesini, iktidarının en küçük parçasını bile kimseyle paylaşmayı sindirecek zihniyette değildi. Onun döneminde bazı halkların bağımsızlığı veya özerkliği kazanması ancak zor yoluyla ve kapitalist merkez devletlerin baskısıyla olabilmişti.
Ermeni halkının Osmanlı egemenliği döneminde yaşadığı süreci ele almak bu yazının amacını aşmaktadır. Keza bu süreç çetrefili olduğu kadar büyük trajedileri ve birçok değişkeni barındırmaktadır. 19. Yüzyılın son çeyreği ile birlikte Ermeni halkının örgütlenmeye başladığını ifade edebiliriz. Bu örgütlenmelerde gerek Rusya’nın ama gerekse İngiltere’nin yönlendirici rolü vardır. Bu emperyalist devletler Osmanlı ile çelişkilerinde, Ermeni halkının doğal taleplerini kullanmışlardır. Bu çaba Abdülhamit şahsında zor ve katliamlarla karşılandı. Hamidiye Alaylarının kuruluş amacını ele alırken bu noktaya kısmen değinmiştik. Abdülhamit’in Ermeni halkına karşı bir genel ve ayrıntılı bir soykırım planlaması olduğunu iddia edebilmek için yeterince kanıt yoktur fakat 1915’in ilk adımını onun attığı nettir.
1891-95 arasında Ermeni halkına yönelik katliam sadece bir bölgeyle sınırlı bir saldırı değildir. Van’dan Sason’a Ermeni halkına yönelik katliamlar gerçekleştirilmiştir. Bu katliamlar sonucunda en az 80.000 Ermeni öldürülmüştür. Binlercesi sürgün edilmiş ve mal varlıkları gasp edilmiştir. Abdülhamit “Kızıl Sultan” lakabını bu katliamlardaki rolüne atfen gelişmiştir. Adalet timsali olarak sunulan Abdülhamit’in zorba ve katliamcı yüzünü sadece bu pratik bile göstermektedir. Ermeni halkına çeşitli vaatlerde bulunan emperyalist devletlerin bu katliama tepkisi ise dudak ucuyla kınamanın ötesine geçmemiştir. Ermeni halkı bu katliamlarla daha güçsüz hale gelmiş ve değişik birçok etmenle birlikte bu durum 1915’i daha olası hale getirmiştir.
AKP’nin kalemşorları Abdülhamit’i övdüğü bir diğer konu da Siyonistlerle ilişkisidir. Bu konu da yoğun bir çarpıtma söz konusudur. Yahudi örgütlenmeleri ile Abdülhamit’in çelişkileri olduğu doğrudur. İttihat ve Terakki örgütlenmesi ve zihniyetinin oluşumunda Mason loncalarının dolayısıyla Siyonizmin belirleyici etkisi olduğu ise tartışmasızdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, son savunmasında Abdülhamit’in iktidardan düşürülmesinin temel nedenin bu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat aynı zamanda Abdülhamit’in Yahudi kesimlerle yakın ilişkileri olduğunu da eklemektedir.
Bu açıdan Siyonistlerin Abdülhamit ile Filistin’le ilgili görüşmelerine bakmak bize bu konuda fikir verir. Zaten Abdülhamit’e övgüler bu görüşme çarpıtılarak yapılmaktadır. Resmi teze göre Siyonist hareketin lideri Abdülhamit ile iki kez baş başa görüşüp Filistin’i satın alma teklifinde bulunmuş, Abdülhamit ise güya “Vatan benim malım değil, ayrıca toprak satılmaz” diye cevap vermiş. Abdülhamit’in Filistin’de özerk bir Yahudi devleti ve Filistin’e yapılacak topu Yahudi göçünü kabul etmediği doğrudur. Fakat Siyonist hareketin kurucu lideri Theodor Herzl çok sıkı bir ilişki kurduğu ve pek çok kez mektuplaştığı ve Yahudilerin Osmanlı’ya tek bir bölgeye olmamak üzere göçmesini istediği kesindir. Ayrıca Yahudilerle her zaman çok sıkı bir ilişki geliştirmek istemektedir, İslam’ın “yüce halifesi”.
Yani ortada Siyonizm’e karşı alınmış İslami bir tepki yoktur. Ayrıca toprağı kendi malı görmeme durumu kesinlikle söz konusu değildir. Sadece Abdülhamit için değil tüm Osmanlı padişahları için Osmanlı’nın egemen olduğu topraklar vatan değil onların malıdır. Osmanlı hukuk sisteminde teoride tüm topraklar zaten padişahın malıdır. Fakat toprakta farklı tür mülkiyet şekilleri vardır. Bu konuda ayrıntıya girmektense şunu ifade etmek gerekir; geliri doğrudan padişaha giden topraklar her zaman olmakla beraber bu topraklar bireysel olarak şu ya da bu padişahın değil tahtın malıdır.
İşte bazı bölgeleri üzerine tapulayarak kişisel malı haline getiren (Örneğin Musul’da birçok alanı petrol olma olasılığına karşı buraları şahsi malı haline getirmiştir. Bu durum sonradan İngiltere’nin Musul’u işgali sonrası garip hukuki problemlere neden olmuştur.) ilk Osmanlı padişahı Abdülhamit’tir. Sade bir yaşam sürdüğü iddia edilen Abdülhamit’in kişisel zenginleşmesine çok önem verdiği bilinmektedir.
Kaynak;
Devam edecek…Abdülhamit’in Yönetme Tarzı
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html- http://kursam.net/index.html