İktidarın tek kişide somutlaştığı tüm devlet sistemleri ağırlıklı olarak zora dayanan rejimlerdir.
HABER MERKEZİ
Abdülhamit’in Yönetme Tarzı
İktidarın tek kişide somutlaştığı tüm devlet sistemleri ağırlıklı olarak zora dayanan rejimlerdir. Yani tek kişi iktidarını korumak için ideolojik propagandanın yanında, ondan daha fazla olacak şekilde baskı aygıtlarına başvurur. Bu genel doğru söz konusu Abdülhamit rejimi için fazlasıyla geçerli olmakla birlikte yönetim tarzının tek yönlü olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü Abdülhamit rejimini yarattığı korku atmosferine, sürgünlere ve idamlara dayandırmış olsa da bugün özel savaş politikaları dediğimiz yöntemleri oldukça etkili bir biçimde kullanmıştır. Bunların bazılarını vurgulamak Abdülhamit’in kişiliğine dair bize önemli bilgiler verecektir.
Muhbirlik her ne kadar devlet olgusunun ortaya çıkışından itibaren toplumsallığı zarar veren bir durum olarak var olmuş olsa bile toplumda sürekli kınandığı ve ahlaki bir düşkünlük olarak görüldüğü için yaygınlaşmamış ve devletler bu durumu kapitalist modernite dönemine kadar sistemli hale getirmemişlerdir. Ortadoğu’da ise bu ihbarcılık çok daha kötü görülen ve toplumdan dışlanmayı gerektirecek bir suç olarak ele alınmıştır. Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı’da bu durumdan kısmi olarak faydalanabilmiştir. Fakat Abdülhamit doğrudan kendisine bağlı bir hafiye ağı kurarak bu örgütü iktidarının temel dayanağı hale getirmiştir. Başta İstanbul olmak üzere sarayın içi de dâhil olmak üzere her yerde inanılmaz sayıda insan bu ağın parçası olmuş ve muhalifleri ispiyonlamıştır. Toplumsallıkta evlerde bile kısık sesle konuşacak kadar derin bir korku ve güvensizlik atmosferi bu şekilde kurulmuştur. Abdülhamit paranoyaklık düzeyinde bir kaygı ile birçok insanı fişletmiş ve takibe almıştır. Bu şekilde birçok insan devletin zulmüne maruz kalmıştır. Anti demokratik sistemlerde sansür temel bir uygulama olarak devrededir. Abdülhamit rejiminde ise bu uygulama trajikomik bir noktaya varmıştır. Öyle ki padişah uzun olan burunu nedeniyle gazetelerde uzun süre burun kelimesi kullanılamamıştır. Yine şantaj muhaliflerini sindirmekte kullandığı temel yöntemlerinden biridir. Aynı zamanda muhalif gruplara hafiyelerini sızdırmış ve muhalefeti bölmeye çalışmıştır. Türk devletinin istihbarat örgütünün tarihsel kökeni haklı olarak İttihat ve Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sına götürülse de Abdülhamit’in bu örgütü bu açıdan ilk nüve olarak değerlendirilebilir.
Klasik baskı araçlarının yanında muhalifleri para ya da makamla satın almak Abdülhamit’in yönetme tarzının içkin özeliklerinden biridir. Yurtdışına kaçmışta olsa muhaliflerini bir şekilde kendine tabi kılmaya çalışmaktan vazgeçmemiş ve bu hamlesinde azımsanmayacak bir başarı da kazanmıştır. Sürekli af çıkarma da izlediği politikalardan biridir. İktidarının 33 yıl sürmesinde bu kurnazca yöntemlerinin payı büyüktür.
Abdülhamit Rejiminin Sonu
İktidarının daha ikinci yılında “Çırağan baskını” diye bilinen bir saray darbesi girişimi ile karşı karşıya kalan Abdülhamit dönemi boyunca sürekli bir muhalefet ile karşı karşıya kalmıştı. 32 yıl içten içe çürüyen Abdülhamit rejimi İttihat ve Terakki hareketinin 1908 yılındaki birkaç aylık isyanı ile padişah tahtını 1 yıl daha koruyabilse de tekrardan Meşrutiyeti ilan ederek çöktü. 1908 olayı yüzeysel ele alınamayacak çok boyutlu bir durumdur. Aynı durum İttihat ve Terakki zihniyeti için de geçerlidir. Biz burada sadece AKP zihniyetinin neredeyse ikinci yükselme dönemi olarak gördüğü Abdülhamit döneminin neden ve nasıl çöktüğüne işaret etmekle yetineceğiz. AKP’li sözde teorisyenler bu sonu salt dış güçlerin saldırısına bağlamaktadır. Oysa durum bunun çok daha ötesindedir.
Öncelikle 1905-1910 yılları arası dönemde peş peşe Rusya, İran ve Osmanlı devletlerinin büyük alt üstler yaşadığını hatırlamak gerekir. Rusya’da 1905 Devrimi, İran’da 1906 Anayasal Dönüşüm ve son olarak 1908’de Osmanlı’da II. Meşrutiyetin ilanı birbirini tetikleyen, etkileyen halkların demokrasi isteğinden doğan hareketlerdir. Halklar bu köklü devletlerde artık eski tarz yönetim biçimini kabul etmiyordu. Ayrıca bu üç devlet eski tarzla yönetemiyordu. Abdülhamit daha fazla özgürlük isteminin önünde duramazdı, duramadı da. İttihat ve Terakki gibi faşist bir hareketin halkların bu demokrasi isteğini kullanarak iktidar olması, Abdülhamit rejiminin yıkılmasında halkların demokrasi hareketinin etkisini küçültmez. Aksine İttihat ve Terakki hareketinin halkları kandırmak için neden uzun süre farklı söylemlerde bulunmak zorunda kaldığını açıklar. 1908 olaylarında en çok “Eşitlik” “Kardeşlik” ve “Özgürlük” sloganlarının kullanılmasına bu çerçeveden anlam verebiliriz.
Abdülhamit rejiminin toplumun sorunlarını bırakalım devletin içine girdiği krizlere bile kalıcı çözümler bulamadığını da belirtmek gerekir. Devletin yeniden örgütlenmesinde kısmi adımlar atılmış olsa bile köklü bir yenilenme gerçekleştirilememiştir. Zaten devlet bürokrasinde gelişen muhalefetin temel çıkış noktalarından biri budur. Mali bir disiplin ve borçlanma noktalarında gelişme kaydedilemediği gibi Abdülhamit’in kişisel harcamaları ve projeleri emperyalist devletlere bağımlılığı artırmıştır. Ordunun sürekli gerileyen konumu ve buna paralel olarak kaybedilen savaşlar Osmanlı’nın krizini derinleştirmiştir. Aslında emperyalist devletlerarası rekabet Osmanlı’nın varlığını bir süre daha sürdürmesine yol açmıştır. Bu noktada Abdülhamit’in denge politikasının bir işlevi olduğu belirtilebilir. Fakat bu Osmanlı’nın bir süre daha yaşamasının Abdülhamit’in eseri olduğu anlamına gelmez. Nitekim emperyalist devletlerarası bloklar kalıcılaşmaya başladığında önce Abdülhamit’in denge politikası iflas etmiş ve tahtından olmuş ardından Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı tarihe karışmıştır.
Abdülhamit’in kişisel iktidar tarzının rejiminin herhangi bir toplumsal dayanak kazanmasının önünde engel olmuştur. Ona bağlı bir kul bürokrasisinin olduğu doğrudur fakat geleceğini Abdülhamit’in iktidarına bağlayan bir toplumsal kesim olmamıştır. Ne devlet içindeki bürokrasi ne varla yok arasında olan burjuvazi ne tüccar kesim ne de geleneksel ilmiye sınıfı bu rejimin sonuç alabileceğine inanmış ve onu korumaya yönelmiştir. Çünkü hiçbir kesimi iktidarına ortak etmeyi düşünmemiştir. Onun yaptığı sürekli manevralarla kendine muhalefet edebilecek odakları dağıtmak ve gelenekse meşruiyet üzerinden iktidarını sürdürmek olmuştur. Bu konuda yaratıcı olması iktidar döneminin uzunluğunu getirmiştir. Resmi tarih anlatımının tersine 1909’deki 31 Mart isyanının Abdülhamit taraftarlarınca yapılmadığı bugün netleşmiştir. Kurnaz bir siyasetçi olan Abdülhamit kendi egemenliği için rıza üretme de oldukça başarısız olmuştur. Abdülhamit’in iktidarının aslında herkesi şaşırtan biçimde kolayca sonlanmasının nedeni budur. İktidardan düştüğü 1909’dan sonra bir 9 yıl daha yaşamasına ve Osmanlı oldukça çalkantılı bir dönemden geçmesine karşın siyaset üzerinde herhangi bir etkisinin olmaması da onu esas alan siyasal ya da toplumsal bir kesimin olmadığını kanıtlamaktadır. Yeri gelmişken “Mağdur Padişah” önermesinin de doğru olmadığını ifade etmek gerekir. O nasıl abisinin tahtan indirilmesini ve sürgün edilmesini onaylamışsa kendi durumu da farklı değildir.
Abdülhamit’in İslamcılık düşüncesi ile bir ideolojik hat oluşturmayı ve en azından Müslüman olan halkları Osmanlıya bağlı tutmaya amaçladığına değinmiştik. Bu tutarsız, söylem düzeyini aşamayan düşüncenin oldukça sınırlı etkisi olmuştur. Önce Balkanlarda yaşayan Müslüman halklar ardından Araplar da Osmanlıdan kopmuşlardır. Bu politikaların sadece Kürt halkı üzerinde uzun süreli bir etkide bulunmuş olması Aşiret mektepleri ve Hamidiye alayları ile beraber ele alınması gereken bir durumdur. İslamcılık emperyalist devletlere karşı veya onlarla beraber hareket etme de kısmen işlevli olmuştur. Yani pazarlıklarda halifelik bir koz olarak kullanılabilmiştir. Siyasi İslamcı politikalar, devleti kurtarmayı bırakalım Abdülhamit’in kendisini bile kurtaramamıştır.
Abdülhamit ve Erdoğan’ın Benzer ve Farklı Yönleri
Tarihsel figürlerle güncel politik şahısların karşılaştırmaya tabi tutulması her zaman bir risk barındırmaktadır. Çünkü değişen tarihsel çerçeve kıyaslamayı oldukça zorlaştırmaktadır. Kaldı ki aynı dönemde yaşamışlar gibi bir yan yana getirme çabasının da hiçbir anlam açığa çıkartmayacağı kesindir. Fakat devletçi tarzın sürekliliği bağlamında iki karakterin kıyaslanması bazı sonuçlar çıkartmamıza yardımcı olur. Öte yandan faşist Erdoğan’ın bazen açık bazen örtük olarak sürekli vurguladığı ardıl olma durumu da bu kıyaslamayı gerekli kılmaktadır.
Kürt Halk Önderi AKP’yi tanımlarken bu partinin tarihsel kaynağını Abdülhamit ile başlatmaktadır. Bu yönetim tarzı, argüman ve zihniyet açısından bu şekildedir. AKP’nin kendine öncül seçtiği Abdülhamit’i yanlış tanıtması sorunun temel kaynağıdır. Öte yandan Erdoğan’ın bazı konularda Abdülhamit’in çok gerisinde bir pratiğe sahip olduğunu da ifade etmek gerekmektedir.
Kürt halkına yaklaşımda Erdoğan’ın Abdülhamit’in taktiklerini özellikle kendi iktidarının ilk dönemlerinde kullanmaya çalıştığı söylenebilir. Tıpkı Abdülhamit gibi kendine sadık bir Kürt üst sınıf yaratmayı amaçlamıştı. Bunun için KDP yönetimi ile girdiği kapsamlı uzlaşı da bilinmektedir. Bireysel hakları diline doladığı dönemde yapmak istediği aslında buydu. Fakat AKP-MHP faşist ittifakı ile birlikte bu çaba gündeminin alt sıralarına düştü. Faşist Erdoğan son üç yıldır Kürde dair her şeyi ortadan kaldırmayı esas almaktadır. Bu nedenle son seçimlerde tanınmış Kürt ihanetçilerini bile milletvekili listelerine koymamıştır. Erdoğan Kürt soykırımını nihayete erdirmek istemekte ve niyetini saklama gereği bile duymamaktadır. Bu açıdan hakkını teslim etmek gerekirse Abdülhamit’in dönemin atmosferi nedeniyle Kürt gerçekliğini tümden ortadan kaldırmayı amaçlamadığını ifade etmek gerekmektedir.
Abdülhamit ve Erdoğan’ın İslamcı düşünce sistemi de birbirine paraleldir. Ve halkın dini duygularını kullanmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Sürekli zikredilen din olmakla birlikte yapılan pratik en değme materyaliste taş çıkarmaktadır. İkisinin de bireysel zenginleşme hırsının, pratiklerine önemli etkiler yaptığı açıktır. Ne İslam’ın özüne dair bir çaba ne de dinin insan maneviyatını güçlendiren olumlu özelliklerine dair bir çalışma vardır. İslam’ı yozlaştıran yapılara, çetelere verdikleri desteklerde benzerdir. Ümmetçilik ise kendi sömürgeci isteklerinin birer kılıfıdır. Siyonizm’e karşı aldıkları tavırda da ortaklaşmaktadırlar. Bir yanda sözel çıkışlar öte yandan ciddi ekonomik, askeri antlaşmalar beraber yürümektedir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da en uzun süre İsrail’e ciddi ilişkiler kurabildiği gözden kaçmamalıdır. Bu konuda Erdoğan’ın daha fazla demagoji yaptığı belirtilebilir. Ayrıca Abdülhamit’in aksine Erdoğan’ın düşünce dünyasında bir kavramlar karmaşası ve tezatlık manzumesi olan ırkçı Türk İslam sentezi vardır.
Anti demokratik öz iki karakterde de barizdir. Erdoğan bu özünü hem Özgürlük hareketinin varlığı hem de dönemin koşulları gereği daha fazla maskelemiş olsa bile mantık aynıdır. Sansür uygulamalarında ise aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen benzerlik açıktır. Fikir ve ifade özgürlüğü bu iki kişinin zihin dünyasında yer almazlar. Doğaldır ki muhalefetin varlığını kabul etmeleri mümkün değildir. İktidar hırsı ikisinde de patolojik bir durum arz eder durumdadır. Muhaliflerini maddi olanaklarla satın alma konusunda Erdoğan, Abdülhamit’in iyi bir öğrencisi olduğunu Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu örneklerinde göstermiştir. Katliam yapmakta da birbirlerine denk konumdadırlar.
Dikta rejimlerinin ortak özelliği olarak baskı aygıtları iki dönem açısından da somuttur. OHAL, KHK gibi araçlarla bunu güçlendiren Erdoğan’ın Abdülhamit’in gerisinde olduğu ifade edilebilir. Çünkü Abdülhamit hem geleneksel yasalara hem de kendi döneminde ilan edilen Kanuni Esasi ye göre davranmaktadır. Örneğin 1878’de Meclisi dağıtırken Kanuni Esasi’ye dayanmaktaydı. Erdoğan’ın ise yasalara uyma gibi bir formaliteye gerek görmemektedir. Önce fiiliyat da iktidarı kendisinde toplayıp ardından Başkanlık sistemine zorla geçilmesini sağlaması buna örnektir.
Abdülhamit nasıl iktidarını hafiye ağına dayandırdıysa Erdoğan’ın faşist sisteminin omurgası da MİT olmaktadır. Toplumsallığa ters muhbircilik sürekli övülmekte bundan da öte toplum buna zorlanmaktadır. En son çıkarılan Muhbirlik Yasası bu temelde ele alınmalıdır. Özellikle Kürt halkı içinde ajan ağının yaygınlaştırılmasında ciddi bir çaba içerisinde olan Erdoğan bu açıdan Abdülhamit’e ciddi biçimde öykünmüştür.
Kapitalist devletlerle ilişkide her iki diktatörde sürekli “bağımsız” bir politika geliştirdiklerini iddia etmişlerdir. Aslında ikisinin de hegomonik devletlerarası rekabetten faydalandıkları doğrudur. Sürekli başka bloğa hoş görünmeye çalışma ikisinde de somut olarak gözlemlenebilir bir durumdur. Fakat buna “bağımsız” politika geliştirme denmeyeceği de kesindir. Abdülhamit ekonominin yönetiminin tümünü emperyalist devletlerin ortaklaşa oluşturduğu bir kuruma bırakarak nasıl bağımsız olabilir diye sormak gerekir. Aynı şey faşist Erdoğan için de geçerlidir. Kürt halkı ile savaşı ancak emperyalist devletlerin yoğun askeri ve teknik desteği ile yürütebilen ve ülkenin neredeyse tüm kaynaklarını Kürt düşmanlığı nedeniyle taviz koparabilmek için farklı farklı devletlere peşkeş çeken biri normal koşullarda ağzına bağımsızlık kelimesini bile almamalıdır. Ama yüzsüzlükte sınır tanımayan AKP’nin kalemleri her şeyi ile emperyalizme göbekten bağlı olan Erdoğan’ı bir de “antiemperyalist” diye selamlamaktalar. Yalan, ters yüz etme, çarpıtma devletçi sistemin başından itibaren kendini topluma dayatma yöntemidir ve Türk devlet geleneği bu konuda oldukça uzmanlaşmıştır.
Sonuç;
Derinlik olmayan bir irdeleme bile Abdülhamit figürünün AKP yeşil faşizminin mitleştirdiği bir pratiğinin, olmadığını açığa vurmaktadır. Abdülhamit ne “Evliya” ne “Kurtarıcı” ne de “Batı ile mücadele eden, Mazlumların savunucusu bir Cengâver”dir. Tarihsel gerçeklik bu şekilde değildir. Kendi iktidarını esas alan katliamcı pragmatist bir padişahtır. Bu güzellemeler, kendi faşist rejimlerini bu çizgiye bağlayarak aslında kendi şefleri olan Erdoğan’a yapılmaktadır. Abdülhamit vurgusunun AKP’nin ilk dönemlerinde kısık sesle başladığını ve gittikçe arttığı akılda tutulmalıdır. 2016’daki Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu sürecinde AKP bir milletvekilinin Osmanlı’nın yıkılışı ile açılan parantezin artık kapandığını ifade etmesi bu açıdan anlamlıdır.
Abdülhamit’ten Erdoğan’a kadar gelen bir tarihsel akımdan bahsedilebilir. Bu akım Kürt Halk Önderi tarafından yeşil Türk faşizmi olarak tanımlanmaktadır. Abdülhamit’in bu akımın kurucusu olarak görmek doğru olmayacaktır. Çünkü Abdülhamit’in kendisinin doğrudan bu akım ile bütünleştirmek tarihsel gerçekliğe tam olarak uymaz. Daha çok o bu çizgiye yakın bazı pratikleri nedeniyle özellikle Erdoğan’ın üstat olarak tanımladığı Necip Fazıl Kısakürek’le beraber simgeleştirilmiştir. Bu akımın mayası olan Türk milliyetçiliği emare düzeyinde bile Abdülhamit’te yoktur. Onun düşünsel dünyasında “ulus” kavramı ciddi bir yer kaplamaz, sadece halkların demokratik talepleri nedeniyle tehlikeyi çağrıştırır. Fakat bu durum yine de Abdülhamit’i bu çizginin dışına çıkarmaz. Bu akımın ilk işaretlerini verdiği söylenebilir. Fakat yeşil Türk faşizmi için Abdülhamit’in simgeleştirilmiş haliyle önemi büyüktür. O bu akımın saadet devri olarak gördüğü geleneksel Osmanlı düşüncesi ile kurulan bağı etkili son padişah olarak temsil etmektedir. Yine bu akımın tekelci rakibi olan beyaz Türk faşizmi ile rekabette simgesel önemi de göz ardı edilmemelidir. Ayrıca yeşil Türk faşizmi kendisini Abdülhamit’e dayandırarak sanki İttihatçı zihniyetin karşısında olduğunu iddia eder. Hâlbuki bu akımda İttihatçı zihniyetin dini kullanan versiyonudur. İttihat Terakki zihniyetinin TC tarihi boyunca tüm eğilimleri kuşattığı temel bir noktadır.
Kürt Halk Önderi bu çizginin tarihsel süreç boyunca izlediği uğrakları kapsamında AKP’yi, son savunmasında şu şekilde tarif etmektedir:
“Nasıl ki CHP Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ve Ulusal Kurtuluş sürecinin merkezî devlet partisiyse, AKP de aynı süreçlerde çoğunlukla muhalif kalmış, Abdülhamit rejimiyle uzlaşmış, Alman hegemonyasına karşı İngiltere hegemonyasını esas almış, laik ulusçuluğa karşı İslâmî milliyetçiliği geliştirmiş, Siyonist milliyetçiliğe karşı Karaim Yahudi evrenselciliğiyle ittifak kurmuş, ordunun 12 Eylül darbesinde desteklediği Türk-İslâm ideolojisini kendine destek yapmış, bizzat ordunun 28 Şubat süreciyle radikal millici Necmettin Erbakan’ın partisini parçalaması sonucu hayat bulmuş uzun bir sürecin merkezî ulus-devlet partisidir. Deniz Baykal önderliğindeki CHP’nin ana muhalefet partisi olması karşılığında, R. Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde kurulmuş stratejik hegemonik bir parti kimliğiyle, yeni dönem Yeşil Türk faşizminin inşa edici ve yürütücü gücü olarak, uzun bir tarihi geçmişe dayanan, hegemonik iç ve dış güçlerin desteğini arkasına alarak iktidara oturmuş bir partidir.”
Erdoğan’ın Abdülhamit’e öykündüğü ondan feyz aldığı ise açıktır. Fakat onun kadar yetenekli olmadığı açıktır. Dünya koşulları da demokrasi mücadelesi geleneğinin oluşturduğu birikim de Erdoğan’ı daha şansız kılmaktadır. Ve Abdülhamit’in aksine Erdoğan’ın karşısında onun uzun süreli faşist egemenlik rüyasını kâbusa çeviren, daha da çevirecek Kürt Özgürlük Hareketi vardır. Ayrıca iktidarının süresi Abdülhamit’e yaklaşmayacağı kesin olmakla birlikte sonlarının benzer olma ihtimali fazladır. Erdoğan faşizmi de içi çürümüş olmasına rağmen tıpkı Abdülhamit rejimi gibi kendini güçlü göstermektedir. Yıkılışı da ona benzer bir şekilde hızla olacaktır. Antifaşist güçlerin topyekûn direniş bu sonu her geçen gün hazırlamaktadır.
Kaynak: Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html- http://kursam.net/index.html