HABER MERKEZİ
Her şey Ademin kaburga kemiğinden
yaratılan Havva
söylencesiyle başladı.
Erkek zihniyetiyle oluşturulan paradigmalar mutlakıyet, bireycilik, inkar ve egonun yüceltilmesi ve cinsellik üzerinde oluşturulmuştur. Erkek inkarcılığı kadını güç görmeme üzerinden; bireycilik ise daha çok bencillik ve irade kurma yoluyla şekillenmiştir. Mutlakıyet olgusu dogmatizmden beslenmektedir. Kendi gücünü sonsuz görmek ve bu bakış açısıyla da yaşamaya çalışmak egemen sistemin birincil dayanağı olmaktadır.
Erkek birey gelişen cinsler arası farklılığa anlam verememiş kendi farklılığını ise bir hakimiyet gerekçesine dönüştürmüştür. Kendi toplumsal farklılığının bilincine varamaması sonucunda benmerkezci düşünce yapısı ortaya çıkarak gelişmiş ve şekillenen bu olgu erkekte bencilliği geliştirmiştir. Bu neden toplumsallaşmanın bir koşulu olarak sorumluluk bilincini geliştirmekte yetersiz kalmış olan erkek toplum içerisinde daha eşitlikçi ve uyumlu tamamlayıcı bir rol oynamaktan uzak kalmıştır.
Egemen sistemin iradesizleştirip kendi olmaktan çıkardığı erkek kendisinin de köleleştirildiğinin bilincinde olmadığından kadın üzerinde büyük bir tahakküm uygulamaktadır. Kadına karşı yürüteceği baskı, şiddet ve egemenlikte kendini güçlü görmesinin erkeğin en zayıf noktası olmasından; sistem karşısında yenilmiş ve bu yenilgili ruh halini, çaresizliğini çözecek ve güçlendirecek durumda olmadığından erkek hep yenilgileriyle beraber yaşar ki bu da temelde irade olamamaktadır. Bir egemen gibi şekillendirilen erkeğe, bu süreçte tahakküm kurmanın, başkalarının iradesini kırmanın ve birlikte yaşadığı tüm ögeleri sınıflandırarak kendine tabi kılmanın yolları öğretilmektedir. Erkek karakteri, çocukluk yaşlarında özenti yoluyla çocuğa empoze edilmekte ve erkek çocuk egemen sistem içinde küçük yaşta yeni yetme bir egemen olarak şekillendirilmektedir.
Erkek, kadına güvensiz yaklaşarak hem tarihsel özne-nesne ayrımında kendisini özneleştirip kadını nesneleştirerek siyasal ve sosyal düzlemin dışına atmakta hem de kadına içsel bir özgüven sorunu yaratmaktadır.
Devletçi uygarlığın kaynağındaki erillik dikkate alındığında erkekliği salt biyolojik bir olgu olarak tanımlayamayız. Erkekliğe dair tüm analizler bizi iktidarcı mülkiyetçi ve devletçi sisteme götürür. Bu anlamda erkekliğin tahlili bütün iktidar ve güç ilişkilerinin tahlili demektir.
Erkeğin kadına karşı yaşadığı korku tedirginlik kuşku asla başıboş bırakmama yaklaşımı sorgulandığında karşımıza binyılların baskı ve zulmüyle gizlenen yok edilemeyen gücü ve bu baskı ortadan kalktığında kadının geçmiş çağların intikamını alacağı korkusu çökmektedir. Bu durum erkeğin mevcut hakimiyetini korumasını bunu süreklileştiren her yol ve yöntemi kullanmasını getirmektedir.
Doğal toplumda olup biteni yaşam pratiği gereği en iyi bilen kadındır. Klan, kadın ana etrafından oluşan bir birliktir. Doğurması, çocuk bakımı onu en iyi toplayıcı ve besleyici konumuna getirmektedir. Toplumun anacıl karakteri ana kadını otoriteden ziyade yaşam tecrübesi ve çocuk beslenmesi ile doğal bir idari güç odağı olarak görmek önemlidir. Anacıl zihniyetin doğa yaklaşımı kutsallıklarla yüklüdür. Ananın doğa gibi doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati yaşamdaki büyük yeri hem maddi hem manevi kültürün başat öğesidir. Erkeğin henüz toplum üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Erkeğin hakim cinsiyet, kocalık, mülk sahibi, devlet sahibi gibi vasıfları tamamen sosyal karakterlidir ve sonradan gelişecek ve daha ileriki dönemlerde toplumun en küçük yapısına kadar sirayet edecektir. Bu düşünceyi besleyen etkenlerden en önemlisi de tek tanrılı din anlayışını geliştiren erkeklik olgusu alacaktır.
Bir ailede olduğu gibi ruhta da eril ve dişil öğeler vardır. Eril, erkeğe, dişil ise kadına karşı gelir. Erkek ruh kendini yalnızca baba, evrenin yaratıcısı ve her şeyin nedeni olan tanrıya adar. Buna karşılık dişi ruh, doğan ve ölen şeylere bağlıdır. Yetilerini önüne ne çıkarsa körü körüne yakalamaya çalışan bir el gibi kullanır ve tanrısal düzeni, değişmezliği ve tamamen kutsanmış mutluluğun yerine sayısız değişim ve dönüşüme açık yaratılmış şeylerin dostluğuna sarılır.
Yüzyıllar boyunca kız, erkek bütün çocuklara evreni ve içindeki her şeyi ERİL bir tanrının yarattığı; bu tanrının ERKEĞİ kendi tanrısal imgesi ile donatarak oluşturduğu öğretilir. Biraz durup düşündükten sonra da erkeğe uysal uysal hizmet etsin diye kadını yarattığı… İnsanlığa yıkım getirdiği düşünülen, kocası için kocasının kaburgasından yaratılan Havva imgesi, birçok açıdan bütün kadınların imgesi olmuştur.
Hristiyan, Musevi ya da İslam dininin yaşandığı toplumlarda yılanın sözünü dinleyip yasak meyveyi yiyen Adem’i de aynı işi yapmaya kışkırtan Havva’nın öyküsünden haber- siz kimse yok gibidir. Çocukluk yıllarında bize genellikle cennetin yitirilmesine, Adem ve Havva’nın ve tüm insanlığın bu mutluluk ve erinç dolu ilk yuvadan kovulmasına, bilgi ağacının tatlı yemişini yeme ediminin neden olduğunu öğretilir. O günden bu güne kadınların erkek egemenliğine boyun eğmek zorunda oluşunun tanrı tarafından buyrulduğunu da iyice anlamamız sağlanır. Erkeklere kadınları yönetme hakkı da zaten o zaman tanrı eliyle verilmiştir.
Erkek egemenliğinin açıklanıp haklı gösterildiği Adem ve Havva söylencesi uysallıkla boyun eğen kadınların mülkiyetiyle yönetiminin erkeklere verilişinin insan soyunun tanrısal ve doğa durumu sayılması gerektiğini hem erkeklere hem de kadınlara bildirmektedir. Kadına hep sabreden yardımcı kişi işlevi verilip kadın-erkek ilişkisinin doğal biçiminin bu olduğuna inandırılırken, erkek en büyük en önemli işleri başaran kişi imgesini nasıl ve neden kazandı gibi sorular geliştirebiliriz.
Oluşturulan erkek tanrının din adamları şimdiki konumlarını elde etmek üzere hem kendilerini hem de dinsel örgütlerinin yeni yaşam yaratmanın tek aracı olan cinsel ya da doğruluğu erkeklere böylesine kötü alışkanlıkları öğrettiği için sonsuza dek çekmek zorunda kaldığı doğum sancısı cezasıyla sözüm ona apaçık ortaya çıkıyordu.
Havva erkek tanrının buyurduğu gibi sertçe cezalandırılmalıydı. Bebeğin döl yatağından yola çıkıp dar bir geçitten geçerek dünyaya gelişi sırasında ortaya çıkan basıncın yarattığı doğal sancıları kullanan erkek sistemi, bununla tan- rılarının her şeye yeten gücünü kanıtladığını sanıyordu. Kadın yalnız cinsel bilinç yüzünden suçluluk duymakla kalmamalı, aynı zamanda erkek tanrıya göre doğururken çektiği acılar onun cezası sayılmalıydı.
İşlediği günahın sonucu ve erkek tanrıya karşı gelme suçunu sonsuza dek sürecek cezası olarak kocasına; kadına yönetmesi, üzerinde egemenlik kurması ve tüm yetkisini kullanması için tanrısal hak verilir. Eril üstünlük binlerce yıl boyunca kutsal kitap ve buna bağlı tanrı sözü diye inananlar tarafından önerilmiş, bildirilmiş, kanıtlanmış, açıklanmış, buyrulmuş, onaylanmış, sağlama alınmış ve gittikçe kar topu misali etkisini artırmıştır.
Zamanla bu cennet söylencesi benlik yapısı üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Erkek, yaratılış kitabındaki özlü yazılarda tanrının yarattıkları arasında en kusursuzunun, hep düşüne geldiği gibi, gerçekten kendisi olduğunu öğrenince dünyada tek başına sahip olduğu eşsiz, yüce kusursuzluk hakkında içinde hiçbir kuşkuya yer bırakmaz.
Yozlaştırılan tek tanrılı din algısı, erkek cinselliğini kutsayarak cinselliği erkek için iktidarın temeli olarak inşa etmiştir. Çünkü cinsellik sistemin erkeğe bahşettiği sayılı zevkler arasındadır. Erkeğin bu zevki, kadın ruhu ve bedeni üzerinde bir şiddet aracına dönüşürken aynı zamanda kadın üzerinde bir tanrısallık aracına dönüşmüştür. Tanrı cinselliğin kadınlar açısından ahlaksızlık ve ilk günah olduğunu inandırmak zorundaydılar.
İlk cinsel bilinç konusunda insan türünün dişisinin suçlayan İbrani yaratılış söylencesi ana
Devlet-Erkek üçlemesiyle devlet hegemonyası altında ezilen erkeğin sistem için tehdit oluşturmaması ona bazı payelerin verilmesiyle mümkün hale getirilmiştir.
Her erkek için cinsel eylem, yaşamın ve cinsin devamı için biyolojik işlevinden çıkarılıp veya saptırılıp toplumsal ve siyasal alanda erkek egemen iktidarın sınırsız çoğalma ve yanlı gelenekleri bastırmak için o zamandan
başlayarak kadına cinsel ayartıcılık işlevini yüklemiştir. Bu söylence çekici ama aynı zamanda tehlikeli yemişi sunan kadına, erkeklerin bedensel arzularını kurnazlık ve düzenlerle uyandıran kişi olmayı yakıştırmıştır. Tek tanrılı dinlerde cinsel dürtüler, kadınlarla erkekleri üreyip çoğalmaya iten doğal durumlar, arzular olarak sayılmaz kadını ayıbı olarak yayılma işlevine dönüşmüştür. Böylelikle cinsel eylem iktidar eylemine dönüştürülmüştür.
Oysaki erkek cinselliğine karşın kadın cinselliğinin iki kutbu vardır. Bunlardan biri yumurtlama ile kendini gösterir. Alıcılık ve teslimiyet ile ifadesini bulur. Ayın en doğurgan anıdır, döllenme büyük olasılıkla o sırada olur. Cinselliğin ikinci doruğu ise adet kana- ması öncesinde, sırasında ve sonrasında kendini gösterir. Çok orgazmlı ancak doğurgan değildir. Kadının orgazm olma kapasitesi erkekten daha büyüktür. Erkek, kadını tatmin edemeyeceği korkusu ile kadın cinselliğini baskısı altına almıştır. Ataerkil toplumsal sis- tem ortaya çıkınca adet gören kadınlar kirli olarak görülmeye başlandı. Yahudilerin doğal bir durum olan regl nedeniyle kadınlara reva gördükleri dışlayıcı davranışlar İslam’a damgalanır. Kadın yalnız cinsellik yemişini yiyip Adem’i aynısını yapmaya kışkırttığı için ağır biçimde suçlanmakla kalmıyordu; aynı zamanda suçunun kanıtı
geldiğinde Hz. Muhammed tarafından reddedilmiş, cinsel ilişki hariç hiçbir aktivite yasaklanmamıştır. Ancak bu bağlamda hadis kaynaklarında yer alan rivayetler, sahabelerin regl olma halinin, sınırlayıcı ve engelleyici gayr-ı tabi bir hal olduğuna ilişkin yerleşik anlayışlardan pek o kadar kolay kurtulamadıklarını göstermektedir. Çünkü adet- ten doğan enerji yükselişi, yeni hayatın yaratılmasında kullanılmıyor; bu yüzden de erkekler ayın o günlerinde kadına kuşkulu yaklaşıyordu. Kadın, erkeğin egemenliği altında çocuk üstüne çocuk doğurduğu için kendi iç hareketleri ile yaratıcı bir biçimde ilgilenme ve yönelme fırsatı bulamıyordu. Zaten bu içsel yönelme, erkek egemenliğine bir tehdit olarak görüldüğünden kadının doğal güçlerini yok eden bir psikolojiye dönüştürdü. Aslında tek tanrılı dinlerle geliştirilen hakikat yitimi, kadının regl dönemindeki bu yüksek enerjisinin getirdiği sürekli yenileme anlayışını ve yaşamın devamı olan doğurganlığını kasti olarak baltalamıştır.
Bir taraftan da erkeklerin hayatlarında bir defa gerçekleşen ve tek tanrılı dinlerle birlikte daha da gelişen sünnet olayı gurur verici bir tören malzemesi haline getirilir. Düğün dernek kurulur, aile paralar harcar, mekanlar tutulur, kutlamalar yapılır. Sünnet, erkekliğe geçişin ilk basamağı, şanlı bir şeydir. Toplumca erkekliğe ilk geçiş basamağı kabul edilip ve bu durum kutlanırken; kadınlığa geçiş basamağı olarak kabul edilen ve öyle kesme biçmeyle de değil doğa gereği vuku bulan olay saklanır. Ve hayatın geri kalanı boyunca her ay bir defa geçekleşen ve yaşamın sürdürücüsü olan kadın doğası tanrı buyruğuymuş gibi hasta kalıbına sığdırılıp kadına da böyle bir benlik algısı empoze edilir.
Bununla da yetinmeyerek cinsel etkinlik yıllarından olgunluk dönemine geçişin eşiği olan menopoz sürecini de yozlaştırmıştır. Menopoz adet döneminin sonu ve kadının doğurganlık yıllarının ardından belki de en büyük özgürlüğe, bağımsızlığa ulaştığı yıllardır. Bu dönemde bedende gelişen simyasal bir tepkime meydana gelir ve bu değişim psikolojik olarak olgunluk ve bilgeliğe varacak bir alt üst oluş ile yaşanır. Kadın, fiziksel
ve psikolojik gelişmenin tüm aşamalarını yaşadıktan sonra artık kendisi olma yolunda adım atmaya başlamıştır.
Güler Özavcı