HABER MERKEZİ
İslamiyet, Hristiyanlığın aile sembolizmine karşı olsa bile tek tanrılı dinlerin sonuncusu
olarak Hristiyanlık ve Yahudilik ile birçok şeyi paylaşır. Bu ortak noktalardan biri erkeğin üremede oynadığı rolün, tanrının dünyayı yaratma gücünün fani düzeydeki yansıması gibi görülmesidir. Tanrı ile erkek arasında kurulan bu bağlantı, ataerkil sistemlerin ardında yatan gücün önemli bir bölümünü oluşturur.
Erkeğin üremede oynadığı rol, tanrının dünyayı yaratma kudretini fani düzeyde yansıtır. Tıpkı tanrının evrenin yaratıcısı olması gibi erkekler de çocukların yaratıcısıdır. Kadının bedeni ise yalnızca tohumu taşıyıp besleyen verimli topraktır. Dolayısıyla, kadın bedeni dölütün fiziksel gelişimini büyümesini etkileyebilir ama onun kimliğini özerkliğini etkilemez. Kur-an tefsirlerinde erk düşünce yapısının sirayet ettiği ayetlerden biri olan
Böylece hem Batı hem de Doğu geleneğinde var olan kadının doğurganlığı nedeniyle salt be- dene indirgenmesi olgusu, yozlaşmış dinsel söylemin ve pratiğin kutsallığından güç alınarak ebedi kılınmış olur. Başlangıçta ayırt edici özelliği olarak görülen yaşamı yaratma kudreti kadının elinden alınmış olur. Bu garip ‘tersine çevirme hareketi’ karşısında bir kere daha ideolojinin gücüne şaşırmamak elde değil.
“Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanızı dilediğiniz gibi ekin” direktifi veriliyor hale getirilerek Allah, erkekle kadınların aradan çıkarıldığı doğrudan bir iletişim kurar. Erkek bu iletişimin öznesiyken kadın nesneleştirilir. Allah, erkek ile kadın hakkında konuşur.
Ataerkil sistemin ortaya çıkıp kurumlaşması ve tek tanrılı dinlerin egemen olması sürecinin bir
diğer önemli boyutunu, eski Yunan’da ruh-madde, Müslüman toplumlarda kadının tecridi ve örtünmeye zorlanması yoluyla ‘korunması’, erkeğin ‘tohum’unun korunmasının kaygısıyla yakından ilişkilidir. Bir erkeğin gücü ve otoritesi, kısacası ‘erkek olarak değeri’ onun can verme yetisine sahip olduğu varsayımına dayanır. Buna karşılık ‘onur’u, çocuğun kendi tohumundan olduğunu güvence altına alabilmesine bağlıdır. Bu da kendisine ait olan kadını denetleme yeteneğine dayanır.
Toprak insanların ihtiyacı olan her şeyi sunan dişil bir maddedir, dolayısıyla toprak kadın bedeni için, kadın bedeni de toprak için bir metafordur. Ancak ataerkil sistemlerde toprağın daha çok Tanrıça ve onun cisimleşmesi olan kadınla kurulan olumlu ve kuşatıcı anlamı kaybolurken, bunun yerini toprağın ve kadın bedeninin cansız madde ile özdeşleştirilip yaratıcılıktan yoksun bırakılması alır. Bir zamanlar her şeyin yaratıcısı olan toprak (ve kadın bedeni) sonradan yalnızca erkeğin ‘can verdiği tohumu’nu taşımaya yarayan bir araca dönüştürülür. Tohum ve toprak, benzetmesi ilk bakışta masum bir benzetme olsa bile çok güçlü ataerkil anlamlarla yüklüdür.
Birliktelikleri son derece doğal gibi görünen bu iki öğe, kategorik olarak bir birinden farklıdır, hiyerarşik bir düzen içinde farklı değerlere sahiptirler. Erkeğin canlı öğeye, tohuma sahip olduğu varsayılarak yaratıcı yaşam kıvılcımını sağladığı düşünülürken; kadının “tıpkı toprak gibi” bu yaşam özünü besleme işlevini yerine getiren cansız maddeyi sağladığına inanılır.
Ataerkil bir toplumda soy çizgisinin babadan hesaplanması doğaldır. Ancak ilginç olanı, akrabalığın hesaplanmasına ilişkin olarak kullanılan metaforun aynı zamanda gerçeği, gerçekte var olanı tersyüz eden bir karşı sava dönüştürülmesidir. Böylece soy çizgisi erkeğe göre belirlenmekle hal olmakta, soyu üretme olgusu
da bir erkek eylemi haline getirilmektedir. Dolayısıyla, soyu üretme yetisinin kaynağı kadınların rahimlerini ‘açan’ ve erkeklerin ‘tohum’unu kutsayan tanrıdır. Hristiyanlıkta ise ruh-beden biçimini alan hiyerarşik ikiliğin derinleşmesi ve kadının bu karşıtlığın ‘aşağı’ sayılan kutbuyla yani beden ile özdeşleştirilmesi, kadının bedeni üzerinde toplumsal denetim uygulanmasının meşrulaştırılması oluşturur. Üstelik bu zaman zaman öne sürüldüğü gibi yalnızca Batı Hristiyan geleneğine özgü bir olgu değildir. İslami kültürde de kadının bedenle ve bedensel arzuyla özdeşleştirerek ‘fitne’ yaratma özelliğinin bulunduğunun varsayılması, onun toplumsal olarak denetlenmesinin ve bu denetiminin en somut göstergesi olan örtün- meye zorlanmasının meşru gerekçesini meydana getirir.
Erkek iktidarı, mevcut toplumsal düşürülmüşlüğü ilişkiler yoluyla özelleştirerek meşrulaştırır. Özel ilişkilere bir mahremiyet atfedilmesi özünde köleleştirmeyi iktidarın ardında gizlemektedir. Mahremiyet, erkeğe doğal bir koruma örtüsü sağlarken kadını kanıtsız- ispatsız sistemli bir işkenceye maruz bırakan mekanizma haline gelir. Aile çatısında maneviyat oluşmuşsa ve ilişkilere bu ruhsal yön yerleşmişse iktidar kendini daha güzel saklayabilmektedir. Çünkü güçlü maneviyat, tüm mahremiyetleri haklı ve dokunulmaz kılan bir rol oynamaktadır. Üstelik cinselliğin aşkla bütünleştirilmesi ilişkileri tümden sorgulamasız kılmaktadır.
Sorgulamasızlık ise iktidarın birey üzerinde gerçekleşmesinin en eski adımlardandır. Nasıl ki dinlerle tanrının her şeyin üstünde ve her şeyin yaratıcısı olduğu, kulların yerine tanrının düşüneceği belleklere kazınmışsa; tanrısallığın kral yoluyla erkeğe geçmesiyle birlikte erkek egemenliği karşısında kadınların sorgulamasızlığı amaçlanmaktadır. Dolayısıyla eril akrabalık dizgesini kurma çabalarında Musevilik ve bunu izleyen Hristiyanlık gebe kalma sürecini bir ölçüde ayıp ya da günah sayan dinler olarak gelişmiştir. Evlenmemiş kadınlar bakire olmazsa, evli kadınlara katı cin- sel kısıtlamalar getirilmezse, ad ve malların eril mülkiyeti ve tanrısal tahta çıkma hakkının eril yönetimi de olamaz.
Kadının erkeğe tabi oluşunun doğal bir zorunluluk olarak kabul eden ve yine kadını her halükarda idare edilmesi ve yönetilmesi gereken bir varlık olarak gören ataerkil sistemdeki bu kalıp yargıların hemen tamamı günümüzün erkek egemen dinsel söyleminde açıktan veya zımnen kabul görülmüştür. Patriarkal iradenin belirlediği rolde erkek gerçek özne, kadın nesnedir. Dolayısıyla erkek fonksiyonel bir varlıktır. Kadın ise onun bir veya birkaç fonksiyonundan ibarettir. Erkek belirleyen kadın belirlenene uyması gerekendir, yani erkek tam kadın eksiktir. Öteki ile farkını çoğu zaman ‘kadın’ üzerinden anlatmayı tercih eden ataerkil söyleme göre kadının mahrem alanı dışına çıkması dolayısıyla erkeklerin bakışlarına maruz kalması, toplumsal düzeni tehdit eden bir fitne unsurudur. Böylelikle kadınlar kamusal alanda mümkün olduğunca el çektirilmektedir.
İslamiyet’e gelindiği zaman Arabistan’ın Ortadoğu’da babasoylu ataerkil evliliğin tek meşru evlilik biçimi olarak yerleşmemiş olduğu sonuncu bölge, bir adacık olduğu göze çarpar. Söz konusu bölgede ana soylu evlilik pratiğinin (evlilik sonrasında kadının kendi kabilesi ile kalıp erkeğin onu ziyarete geldiği ve çocukların annenin kabilesine ait olduğu evlilik düzenlenmesi) varlığıyla birlikte erkeğin egemen olduğu çok kadınlı evlilik biçimi de varlığını sürdürmekteydi. Sonraki yüzyılda Hz. Ömer’in kadınlara karşı (herkesin katıldığı ve üzerinde birleştiği) tutumunun pekiştirilip geliştirilmesine tanık olundu. Nitekim İslam’ın fethettiği alanlarda Kuran’da ifade edilenden çok Abbasi döneminin ünlü dinsel düşünürü İmam Gazali’nin kadınlara ilişkin düşünceleri kök salmış, ataerkil sistemin sürekli ve giderek yoğunlaşan etkisi ile daha da pekişip kemikleşmiştir. Hatta kadının ev merkezli yaşantısında uyması gereken edep kurallarını sayfalarca uzunlukta sıralar. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak;
• Kadın evinin en kuytu yerinde oturmalıdır.
• Yününü eğirmelidir.
• Sunulan vazifelerini eksiksiz yapmalıdır.
• Sık sık yukarıya (dama veya üst kata) çıkıp dışarıya bakmamalıdır.
• Komşularıyla fazla diyaloğa girmemeli, onların evine ancak zorunlu hallerde gitmelidir.
Hemen hemen aynı dönemde yaşayan İbn-i Arabi’nin felsefesine göre ise insanlık erkek ve dişiyi kapsar. Erillik ve dişiliğin iki hükmü vardır. Temelde erillik hükmü, talide ise dişilik hükmü vardır. İki cins arasındaki insani varlıktaki eşitliğe dayanarak kadın erkeğin yaptığı bütün işleri yapmaya yeterli olup bütün akılsal ve ruhsal faaliyetlere muktedirdir. Kadın ve erkek toplulukları arasındaki bu hayati kopukluğa rağmen, sufi ortamın çoğunluğu her iki cinse açık kalarak kadına dişi olarak değil tıpkı erkek gibi ehil bir insan olarak bakmıştır.
Buna benzer örnekler günümüze gelene kadar dinsel otoriteler tarafından zaman zaman yumuşatılarak zaman zaman da daha da sertleştirilerek kullanılmış, erkeklik algısı toplumun tüm hücrelerine kadar empoze edilmiştir.
Her ne kadar dinsel düşüncenin hakim olduğu çevrelerde sık sık Kuran ahlakından söz edilse de pratikteki ahlak anlayışı her gün yeniden sınanan ve muhasebesi yapılan bir hayattan öte, ilmihallerde matematiksel bir tarzda belirlenen emir-yasak normlarına riayet biçiminde somutlaşmaktadır. Gündelik yaşamdaki davranış biçimleri ve dolayısıyla kadın-erkek ilişkileri, ilmihal bilgileri ile düzenlenmeye kalkışıldığında hayatın kendisi de büsbütün tematik ya da alfabetik fihristli emir yasaklardan oluşmuş bir büyük kitaba dönüşmekte ve kitabına uydurulan her fiil arsız bir haklılık kazanmaktadır.
Kadının fitne yaratma, yani var olan düzeni ve bu düzenin katı cinsiyet ayrımına dayanan normlarını ve dengesini bozma potansiyeli ortaya çıkmaktadır.
Kadın cinselliği erkek cinselliğine göre daha doğal ve daha güçlü kabul edilir. Bu yüzden de önemli bir toplumsal sorun olarak görülür. Çünkü denetlenmediği takdirde bu güçlü cinselliği toplumsal kargaşa yaratma potansiyeli vardır. Bu gücün denetlenmesi ise, kadının sahip olduğundan daha büyük bir akıl gücüne ve karakter sağlam- lığına (ahlaka) ihtiyaç gösterir. Zihinsel fiziksel ve ahlaksal olarak kadından daha üstün sayılan erkek ‘doğal olarak’ kadının denetimini üstlenmek ve onu korumak durumundadır. Dolayısıyla aslında kadının örtünmeye ve peçelenmeye zorlanması ve tecridi, hep toplumu ve erkekleri kadın cinselliğinin olası yıkıcı sorunlarından korumak için başvurulan önlemlerdir. Ancak burada korunmak istenen tek tek erkeklerden çok egemenlik ve gücü simgeleyen ‘erkeklik’ kategorisidir.
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur-an’ı Kerim öncesi zamandan itibaren, klasik Arapçadaki erkeklerin tür kadınların ise alt tür olduğu inancını aktara gelmiş ve böylece erkeklerin hakimiyetinin varlıklarının doğal düzeni olduğunu ‘ortaya çıkarmıştır’. Dil aracılığıyla oluşturulan ön yargıların öncül metin olarak işlev gördüğüne işaret eden Amina Vedud, geleneksel bütün tefsirlerin erkeklerin tarafından yazıldığını belirtir ve ataerkil öncül metinden hareket eden bu tefsirlerin Kuran mesajını sınırlandırdığını ileri sürer. Böylece İslam tarihinde kadınlar aleyhindeki eski ön yargıların etkisini sürdürmesinde ve yeni önyargıların oluşumundan daha çok Kuran’ın geleneksel tefsirlerini sorumlu tutan Vedud, Kuran ile tefsirler arasında açık bir ayrım yapmaya çalışır.
Temsili dil anlayışı, ontolojik ve işlevsel açıdan kadınların erkeklere nispeten ikinci derecede olduğuna dair efsanenin oluşumuna zemin hazırlarken; büyüsel bir anlayışın kadın varlığını bu efsane doğrultusunda tarihsel olarak şekillendirmesine yol açmaktadır. Böylece temsili dil anlayışı, erkek merkezli düşünme modelini ve ön yargıların teşekküllünü mümkün kılarken; büyüsel dil anlayışı, bu modelin tarihsel hadiseler içinde somutlaşmasının yani kadınların erkeklerin tahakkümüne boyun eğmesinin geçerlilik kazanmasına yol açmaktadır.
Sonuç olarak yaşadığımız yüzyıl kapsamlı araştırmalar ve köklü arayışlar dönemidir. Tek tanrılı dinlerde erkek eliyle kapatılan içtihat kapılarını tekrardan açarsak, bu dönemin nasıl sonuçlanacağını çabalarımız belirleyecektir. Dogmatizme ve ütopyacılığa düşmeden başta erkekleri ve toplumu hakikatle aydınlatmak için, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında kutsanan erk algısını ortadan kaldırmak için toplum eşitliğini sağlayacak ilahi söylemin mesajına ancak geniş kapsamlı tarihi araştırmalar ve yeniden okumalarla doğru temelde ulaşabiliriz.
Güler Özavcı