Sorunun çözümü konusunda Özgürlük Hareketi tarafından tüm demokratik çözüm önerileri sömürgeci Türk rejimi tarafından reddedilmiştir. İşgalci Türk rejimi soykırımı tek çözüm yöntemi biçiminde benimseyerek yaygın ve yıkıcı bir savaş sürecini geliştirmiştir. Böylece Kürdistan devrimi tekrardan radikal bir mücadele sürecine evirilmiştir.
19 Ağustos 2019 darbesiyle AKP-MHP iktidarı Kürt soykırımına bağlı olarak planladığı üç büyük operasyonu devreye sokmuştur. Aynı günde üç alanda gerçekleşen saldırı soykırım planının bir halkası biçiminde gelişmiştir. Siyasi darbeyle atanan kayyumların amacı toplum iradesinin gaspı ve demokratik siyasal alanın Kürtlere tamamen kapatılması ve tasfiye edilmesidir. Toplu gözaltılar siyasi soykırımın devamı ve örgütsel yapının etkisizleştirilmesini hedeflemektedir. Botan sahasını merkez alan, Hakkâri, Şırnak, Van, Zagros-Cilo alanlarını kapsayan “Pençe” ve “kırım” işgal hareketini de içine alarak Behdinan’a uzanan askeri operasyon ise gerillayı imhayı amaçlamaktadır. Siyasal, örgütsel ve askeri alandaki bu operasyonlar devletinin Kürtlere karşı topyekûn bir savaş kararını ve ısrarını bir kez daha göstermektedir. 19 Ağustos darbesi aynı zamanda sömürgeci devlet aklının Kürtlere verdiği cevaptır. Bu sürecin önünü almaya çalışan ve sorunu savaşsız demokratik yöntemlerle çözme arayışında olan PKK önderliğine ve çağrılarına bu şekilde cevap verilmiştir. Savaşın daha da şiddetleneceği, saldırıların daha da yoğunlaşacağı görülmektedir. Bu durumda Kürtlerin tek seçeneği meşru savunma araçlarını en etkili şekilde kullanmaktır.
Meşru savunmanın meşruluğu dayandığı demokratik toplumsal olgudur. Bu açıdan meşru savunma evrensel bir haktır. Ataerkil sınıflı toplumla şekillenen ve toplumlar üzerinde iktidarcı-devletçi-talancı tahakküm kuran sömürücü sisteme karşı özgürlükçü her türlü toplumsal direnmeler ve başkaldırılar mücadeleler bu çerçevededir. Zorla köleleştirilmiş kölenin efendiye, toprağından edilmiş köylünün ağaya/derebeyine, emeğinin karşılığını alamayan proletaryanın kapitalist burjuvaziye, ülkesi işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş ulus ve toplumun sömürgeciye, binlerce yıldır kapatılıp köleleştirilen kadın ulusunun ataerkil sisteme karşı kurtuluş ve özgürlük direnişi kutsal savunma anlamına gelmektedir. Zalim Nemrut’a karşı İbrahim’in, acımasız Firavuna karşı Musa’nın, köleci Roma zulmüne karşı Spartaküs ve İsa’nın, insanı diri diri toprağa gömen cehalet sistemine karşı Muhammed’in direnişi ve diğer benzeri tüm mücadele ve direnişleri bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Sovyet Bolşevik devrimiyle birlikte bağımlı ve sömürgeleştirilmiş toplumlar için yeni bir mücadele dönemine girilmiştir. Sovyet devriminin etkisiyle klasik Sömürgeciliğe karşı gelişen Çin, Hindistan, Vietnam, Cezayir, Gine, Mozambik, Küba gibi ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri 20. Yüzyıla damgasını vurdu. Halkların kaderini tayini ve bu kaderi tayin araç ve yöntemleri konusunda ciddi tartışmalar yaşandı yeni hukuksal tanımlamalar ve yorumlar geliştirildi. Büyük bedeller pahasına elde edilen bu haklar insanlığın genel kazanımlarına dönüşerek evren hukuk normları haline geldi. Kuşkusuz bu haklar sömürgeci güçlerin bahşettiği haklar olmayıp büyük bedellerle insanlığın kazandığı demokratik haklardır. Üç kuşak temel haklar da bu mücadelelerin sonucu olarak elde edilmiştir.
Evrensel Hukukta Üç Kuşak Haklar
Evrensel Üç kuşak temel haklarıyla evrensel düzeyde birey, sınıf, ulus, din-mezhep, cins ve farklı kültürlere dayalı grupların hakları düzenlenmiş ve güvenceye alınmıştır.
İnsan Hakları: Sınıf, ulus, din, cinsiyet, etnik, grup ve ırk ayrımı yapılmadan insan oldukları için herkesin sahip olması gereken özgürlükler ve bunların güvenceye kavuşturulmasını ifade eder. Uluslararası hukukta belirlenmiş bu üç kuşak haklar şunlardır.
1.Kuşak Haklar: Bireysel sivil ve politik temel haklar. Düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakları, anadilde eğitim, yaşam vb. haklar
2.Kuşak Haklar: Ekonomik, sosyal, toplumsal ve kültürel haklar.
3.Kuşak Haklar: Grup ya da Topluluk hakları. Halklar ve Halkların kültürel, ulusal varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşama hakları
Ezilen, sömürülen sınıf, ulus, kadın ve halkların tarih boyunca yürüttüğü mücadeleler sayesinde elde edilmiş bu haklar tüm insanlığa mal olmuş demokratik değerlerdir. Günümüzde de bu uğurda verilen mücadele hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. Ancak demokratik kazanımlar ve haklar hukukta tanımlansa da bu hakların kullanılmasında egemen devlet ve sömürge rejimlerinden kaynaklı ciddi sorun ve engeller söz konusudur. Demokratik hakların kullanılmasında getirilen kısıtlamalar, uygulanan politik çifte standartlar ve bu yönlü toplumsal taleplere şiddetle karşılık verilmesi çağımızda temel bir sorunu teşkil etmektedir. Söz konusu uluslararası sözleşmelere imza atmış devletlerde bile uygulama problemleri yaşanmaktadır. Demokratik ve hukuki bu normlar siyasi ve ekonomik çıkarlara endekslenmiştir. Dolayısıyla halkların yaşadığı problemler kalıcı bir çözüme kavuşmamaktadır. Hâkim hale getirilen, halkların ve toplulukların hak ve özgürlükleri değil devletlerin ve egemen sınıfların çıkar ilişkileri olmaktadır. Öyle ki, insanlığın binlerce yıldır yarattığı yeryüzü maddi ve manevi zenginlikleri egemen azınlık bir sınıfın elinde toplanır ve burada sınırsız bir tüketim yaşanırken, insanlığın ezinci çoğunluğu sefalet düzeyinde bir yaşama mahkûm edilmektedir. En büyük hak gaspı öncelikle bu alanda yaşanmaktadır. Oysa tüm insanlık yaratılan bütün zenginlik ve birikimlerden eşit düzeyde yararlanma hakkına sahiptir. Ancak bu eşit paylaşım, sınıflı kapitalist sistemde gerçekleşemez. Sosyalizme dayalı Demokratik Komünal mücadelenin haklılığı ve meşruluğu bu gerçeklikten doğmaktadır.
Kapitalist modernitenin sömürücü, iktidarcı-devletçi ve milliyetçi zihniyeti yüzünden çağımızda kriz derinleşmiş ve ciddi birçok sorun yaşanmaktadır. Bu nedenle gerek dünyada gerekse Ortadoğu’da birçok sorun çözümsüz bırakılmaktadır. Yaşanan bu kaotik ortamda halklar açık bir imha, işgal ve soykırım kıskacına alınmaktadır. Varlıklarını koruma ve özgürlüklerini sağlamak isteyen toplumların meşru müdafaası bu aşamada zorunluluk haline gelmektedir. Kürt sorununun çözümsüzlüğünün altında da aynı nedenler yatmaktadır. Kürdistan’ı işgal altında tutan; dil, kültür, kimlik gibi doğal hakların kullanılmasına bile fırsat vermeyen, her türlü insani, demokratik hak ve istemi şiddet ve baskı kullanarak vahşice bastıran, inkâr ve imhada ısrar edip ve bu konuda hiçbir hukuku tanımayan sömürgeci rejimler karşısında meşru savunma hakkının kullanılması kaçınılmaz tarihi bir görev olmaktadır. Kürdistan’da savaş tercih değil bir zorunluluktur. Var olmanın yegâne şartıdır. Kürdistan’da verilen silahlı mücadele bu haklılığa dayanmaktadır. Zira Kürt toplumu klasik sömürgeninde ötesinde uluslararası bir sömürge düzeyinde bir statüsüzlüğe mahkûm istenmiştir. Kürdistan halkı: Siyasi anlamda sömürgecilik, ekonomik anlamda açlık, işsizlik, yoksulluk ve talan, kültürel anlamda asimilasyon ve soykırım, askeri olarak da işgal konumunda bulunmaktadır. İşgalci güçlerin bu siyaseti Kürt toplumunun demokratik komünal değerlerini dağıtıp ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Böylesi bir ortamda direnme ve özgürlüğüne sahip çıkma görevini yerine getirmemek en başta kendine, özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermiş insanlığa ihanetle eş değerdir. Temel bir hukuku çiğnemedir.
Varlığı ve kültürel hakları inkâr edilen, değerleri talan edilen, her türlü çağdışı saldırıya maruz bırakılan bir halkın başvuracağı meşru savunma savaşı bir seçenek değil, varlığını, onurunu, özgür yaşamını, değerlerini koruyacağı ve geleceğini/ kaderini belirleyeceği bir mecburiyet olarak öne çıkmaktadır.
Dıjwar SASON
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi