HABER MERKEZİ –
‘Onurun çırpındığı bütün göğüslerde
Azgın lokomotifler gibi her nefes
Bir ses dolaşıyor yürekten yüreğe
Bir ses
Yalayarak geçiyor demir kapıları
Tel örgülerde parmaklıklarda dolaşıyor
Kimse görmüyor belki duymuyorda
Bir ses dolaşıyor her yerde her an
Bir ses
Bir seski yaşamın tümüne özdeş
Sağırların kulaklarına fırtınadır
Körlerin gözlerine güneş’tir.
Kötülük kurumsallaştığında haksızlık kanuna dönüşür. Sömürü hak haline gelir. Zulüm rutinleşerek Mazlum’ların boğazlanması sıradanlaşır. Haklı-haksız, doğru-yanlışı hakkaniyet-hakikat değil, güç ve çıkar belirler. Güçlü olan hayat hayatta kalır. Haklı ama güçsüz olan ezilir. Yaşam güçlü olana biata, onun istediği gibi düşünme, konuşma ve hareket etmeye endekslenir. Kimlik yitimi gelişir, kişilik erozyonu kaçınılmaz hale gelir. Toplum olma bilinci körelir. Dostluk, kardeşlik, dayanışma ve kutsallıklar anlamsızlaşır. Her şey, otorite-gücü temsil edenin isteğine ve içselleşmiş köleliğin kabulü karşılığında elde edilen çıkara kilitlenir. Bu paradoks milyonlarca sömürge insanı peşinde sürükler, her türlü çılgınlığa sevk eder. Egemene öykünme dillerde duaya dönüşür. Ellerde dalgalanan tek motivasyon bayrağı halini alır. Güçsüzlük, çaresizlik ve yoksulluk, sefaleti derinleştirdikçe, otoriteye, güce tapınma hızlanır. Otoritenin tüm isteklerini içselleştirme, inkârı kimlik haline getirme ve kendinde nefret etme zirveleşir. Kendinden kaçış, öz değerlerinden nefret ve egemene benzeşme bir-birini besleyerek bir afyon halini alır. İnsanları düşünemez hale getirir. Hissizleştirip-sersemleştiren pembe mutluluk düş bulutu işlevi görür. Bu bulut sarmalı her yeri, her kesi bir biçimde etkileyerek uyuşturur. Toplumu bir sağır, dilsiz, kör yığına dönüştürür. Gelişen tekil itirazlar ise bireylerin ya da toplumun kuşatılmışlık duvarlarına çarparak etkisizleşir. İçten-dıştan kuşatılır, linç organizasyonlarına, yok edilme operasyonlarına tabi tutulur. Ekonomik, teknolojik yoksunluğa mahkûm hale getirilir. Terör yaftası ile damgalanarak tecritte alınır. Askeri olarak yok edilmek için çağın en gelişkin silahlarının hedefi haline getirilir. Böylece hep özlenen, aranan büyük bedel gerektiren özgürlük düşü, özgürleşme arayışı daha fazla kaf dağının ardına itilir. Daha uzak, daha zor ve daha büyük bedeller gerektirir. Bu gerçeklik sömürge ülkenin bağrında urlaşmış, iyileşmeyen yaradır. Tarihi boyunca birer yıldız gibi parlayıp sönen, ya da yıllardır zayıflayıp- gürleşen, ama hep içten içe yanan direnişlerin çarpıp güç yitirdiği geçilmez kaledir. Sömürge ülkede zülüm, inkâr, kimliksizlik üreten düzen ve kanla-kıyımla insani her şeyi öğüten devran böyle sürüp gidiyor. Renkleri beyaz ama yaşadıkları ile zenci olan insanların yaşamlarını böyle kemiriyor. Sömürgeciliğin kötülüğü sıradanlaştırılarak karakter haline getirdiği iklimde yitimlere böyle her gün yenileri ekleniyor. Sömürgeleştirilme ile yetinilmeyerek yok edilmeye tabi tutulan, yok sayılarak tarihin dışına itilen, ismi bile ‘ora’ diye kodlandırılan, ülke, insanları, kimliği, inancı, değerleri ile böyle sözde ilan ediliyor, sembolleri böyle paçavra, çaput olarak adlandırılıp-anlamsızlaştırılıyor.
Bu iklimde hayata her adım atan yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Duyguları örselenmiş, ruh dünyası bir mezbahaneye çevrilmiştir. Hayatı, konuşması, yazması, sözü-sesi, hareketi hep sakıncalı görülmüştür. Varlığına şüphe ile bakılmış, her davranışı takip-denetim altında tutulmuştur. Baştan-başa hapishaneye çevrilmiş ülkede, ölüm, elem, kimliksizlik, kimsesizlik kaderi haline getirmiştir. Trajik ayrılıklar, kahreden hüzünler, acı ile yoğrulmuş öyküler her bedende, ruhta her daim kanayan yaralara dönüşmüştür. Duvarları yosun bağlamış toprak damlı evlerde, dünyaya gözlerini açanlar, anne-babalarında yalnızca yüz yıllık inkâr, yok sayılma ve kimliksizlik mirasını devralmışlardır. Çamur deryası sokaklardan, caddelerden yürüyerek ‘Ruhlarına sinsice korku ve dehşet salınmış, aşağılık kompleksi, küçüklük, kölelik duygusu ve kopkoyu umutsuzluk yerleştirilmiş milyonlarca insan’ içinde büyümüşlerdir. Kimileri, Zilan deresi, Dersim, Ağrı, Palu kıyımlarının süslediği kanlı tarihçenin izlerini yüreklerinde-bilinçlerinde taşımıştır. Kimileri Amed işkencehanelerinde yükselen feryatları duyarak, dinleyerek, yaşayarak büyümüştür. Büyük çoğunluğu ise birer kışla olan yatılı okullar da sıradanlaşan kötülüğün her biçimini yaşmış, görmüştür. Her biri kıyım hareketlerinden-operasyonlardan geriye kalmış, hayata küsmüş, her şeyden ürkmüş, gölgesinden korkar hale gelmiş talihsiz ve tarihsiz anne-babalar tarafında büyütülmüşlerdir. Dedelerine-nenelerinden Dersim, Ağrı, Zilan’ın sarp kayalarında, koyaklarında yaşanan trajedinin yürek burkan anılarını öğrenmişlerdir. Şans eseri tedip-tenkil operasyonlarından, kıyımlarda kurtulup dağ yamaçlarında yaşama tutunan anne ve babalarının kısık sesle, korka-korka anlattıkları trajedinin yıkıcılığı-kahrediciliği ile büyümüşlerdir. Yoksulluk ve sefaletin kadere dönüştüğü bir ülkede, her operasyondan yakılan köylerini-şehirlerini zehirli dumanlar kapladığını dinlemiş, yaşamışlardır. Her biri inkarın yaşayanı, zülümün tanığı, sömürgeciliğin kurbanı olarak sadece angarya için hatırlanmış, başkaları adına cephelere sürülmek ya da iliklerine kadar sömürülmek dışında varlıkları tanınmamıştır. Hapisliğin kadere, yaşamın ayrılmaz parçasına dönüşmesine alıştırılmış, işkencenin sıradanlaşmasına tanıklık etmiş, yaşamış bir kuşağın çocuklarıdırlar. Her seferinde tam zirveye yakınlaşıldığı anda özgürlük umudunun dramatik bir kahredicilikle sona erdiğini künyelerine kazımışlardır. Böylesi bir ülkede, yer yüzünün hakiki zencileri olarak hayata atılmışlardır. Tümü sömürgeciliği iliklerine kadar yaşayarak, görerek tanımışlardır.
Özgürlük ikliminin yeşermesine izin verilmeyen ülkede hayat her daim çekilmez bir azaptır. Yaşamak her zaman bedel gerektirmiştir. Bu nedenle bir tek yol vardı, bu yoksul halkın evlatları önünde, kadere dönüşen bir tek yol. Kimlik, kişilik sahibi olacak bir kavgaya atılmak, özgürlüğü bir düş olmaktan çıkarmak, ekmek, su, hava gibi yaşamsal kılmak için mücadele etmek. Bunu gerçekleştirerek düşman ordularının yenilmezlik algısını yıkmak, tüm dengesizliklere rağmen acımasız saldırılarını kırmak, alt etmek ve mutlak zafere giden yolda buluşmak. Savaşarak bedenleri ve köleliğin sindiği ruhları özgürleştirmek ve insanca yaşam hakkı kazanmak. Bu duygu-düşünce ve amaçla, anne-baba ve tüm sevdikleri ile vedalaşmadan, bir hoş çakalın demeden yola koyuldular. Sağanak yağmurlar, kavurucu yaz günleri, karlı-boranlı zifiri karanlık kış gecelerinde, şehirde, köyde, ovada, fabrikada, okulda, hayatın her anında ve her alanında kopup yola koyuldular. Çıktıkları yol zamansız-mekansız ve hayatın gönüllü olarak ekside yaşamayı gerektiriyordu. Edinmede, ihtiyaçlarda en sonuncu ama emekte, fedakarlıkta, cepheden cepheye koşmakta, kahramanlıkta, hatta ölümde en birinci olunacak yere doğru yola koyuldular. Yürüdükleri yol uzun, menzil uzaktı. Peşlerinde ordular, tepelerine yağan füze ve bombalarla, o yol her an hayata tuzaktı. En umulmadık zamanlarda sevdiklerini kaybetmek, her kaybın tarifsiz acısını yüreğinin en derininde hissetmek, bodrumlarda kavrulan bedenlerin ağırlığı altında ezilmekten ‘kaderdi’. Bu ‘kaderi’ bilerek, isteyerek yola devam ettiler. Yaşamın çetin bir sınav olduğu mekanlarda buluştular. Burada başlattıkları savaşla hiç yaşamadıkları hayatın konforunu, ya ezer, ya da ezilirsin ikilemine dayanan rutinini bozdular. Olağanlığa ferman çıkartılar. Rutinliğin, miskinliğin, boyun eğmişçiliğin ve çıkarcılığın şah damarını kestiler. İlk sınavı sorgulama ile başlattılar. Arayışla devam etiler. Buluşlarla zirveleştirdiler. Kendileri ile yani zihin, duygu, kişilik, nefs, dil, üslup, yaşamları ile olan sınavın-savaşın ilk muhaberesi kazandılar. Kazandıkları ilk muhabere ile kendilerini gerçekleştirip, yenilmez-sarsılmaz bir savaşçı-fedai haline geldiler. Hayatları boyunca özgürlük davası uğruna çalışmak, nefes alıp vermek, yaşamak, gerektiği yerde hayatını feda etmeyi karakter haline getirdiler. İnsani doğalarını koruyarak, köklü değişimle birer özgürlük Savaşçısına dönüştüler. Sonrası kendini gerçekleştiren özgürlük savaşçılarının içinde uyuyan kahramanın uyanma vaktidir. Kürdistan gerillası özelde Haftanin direnişçilerinin gelişim, kendini gerçekleştirme ve direnme diyalektiği böyle işledi, işliyor. Bu gelişim sonunda gelişkin teknik ve maddi imkanlardan yoksun, ama akıl, irade, deneyim, soğukkanlık, dakiklik ve feda ruhu ile sınırsız bir güç oldular. Kendilerinden katbe-kat güçlü ordulara karşı böyle geçilmez kalelere, yenilmez abideye dönüştüler.
Birer ütopik, cesur, çalışkan ve hayatı ekside yaşamayı gönüllü kabul eden olarak dağların doruklarında, Şkeftlerde, mevzilerde kavgaya dayalı bir hayatı tercih etiler. Bakur Kürdistan’da yüz yılın soykırımcılarına kafa tutular. Onları tam yere seremeseler de tahtlarını-taçlarını sarstılar. Düzenlerini felç etiller. Seyit Rıza’nın baş edemediği yalan ve hillerini orta yere serdiler. Onları tüm dünyada her kesin yüz çevirdiği, merhaba demekten kaçındığı birer cüzamlı haline getirdiler. Rojava’nın üzerine sürdükleri çağın Moğollarına karşı göğüslerini siper etiler. Gerektiğinde çıplak elleri, yürekleri ve bedenleri ile savaştılar. İstila ordularını yere sermek için ant içtiler, yemin etiler. Bulundukları her yeri, her savunma hattını geçilmez kıldılar. Direniş-savunma gücü olarak, talan-yağma ve kıyıma karşı halkı savundular. Afganistan sınırından, Lübnan’a, İran’dan Suriye’ye, Irak’a, Karadeniz’den- Akdeniz’e kadar ülkeden-ülkeye, bölgeden-bölgeye dalga-dalga yayıldılar. Cepheden-cepheye koştular. Özgürlük uğruna fedakârlığı yaşama kanunu haline getirdiler. Akıl, irade ve ütopya ile koyuldukları yolda sınır tanımadılar. Zorluklara yüz çevirmediler. Tepelerinde dolaşıp-duran İhaların, sihaların f. 16’ların, fantomların, kobraların, tankların, topların, obüslerin yağdırdığı bombalardımanın, her bombardımandan sonra göğe yükselen alevlerin arasında yürüdüler. Gps, lazer, termal ve optik okumalı kameraların, sese-harekete duyarlı sensörlerin, anti dron sistemlerinin oluşturduğu mayın sahalarında, ölüm tuzaklarında savaştılar. Zırh yığını araç-gereç ve son teknoloji ürünü dijital cihazlarla donatılmış on binlerce cellatlar topluluğuna, onlara yol göstericiliği yapan kontra kılığındaki avcı köpeklerine, ihanetini parti arması altında gizlemiş savaş ağalarına ve paramiliter güçlerin aylar süren saldırı-kuşatması altında direndiler. Direnirken yanlızca öz güçlerine güvendiler, dostlarına seslendiler. Ew der Haftanin’e dediler. Bombardıman yapılırken, 24 saat durmaksızın gökten bomba, ateş yağarken, alevler her yeri yutarken, kimyasal, zehirli gazlar, canlı hayatı yok ederken, yaz sıcağında susuzluk dayanılmaz hale gelirken, yarasında oluk-oluk kan akan yoldaşına yardım edememenin kahrı dayanılmazken ve yiğitler peş-peşe toprağa düşerken, ülkenin fedaileri yaralarına tuz, yüreklerine taş basarak hayata tutunurken, onlar direniş bayrağını onur kalelerinde dalgalandırarak, elden-ele dolaştırarak ew der Haftanin’e dediler. Ew der Haftanin ’e diyerek seslerini, sözlerini bulundukları yere, dağa, taşa, toprağa nakşetikler. Bir daha silinmemecesine milyonların yüreğine, bilincine kazıdılar.
Tıpkı Sparta’nın ateş geçitlerindeki 300 savaşçısı gibi, tıpkı Stalingrad’daki partizanlar gibi, tıpkı Mazlum, gibi, Mahsun gibi teke-tek döğüştüler ve son gülüşlerini yıldızlara asarak, kefensiz-mezarsız toprağa düştüler. Gerektiğinde tümü tek bedende buluştular, aynı ritimle atan bir ruha dönüşüp, toplu dövüştüler. Yandılar-yakıldılar. Çıplak elleri, kurşun gibi sözleri, ustaca savaşçılıkları ile cellat sürülerine geçit vermediler. Ateş oldular, düşmanı yaktılar. Dağ oldular zalimlerin zülmüne geçit vermediler. Nehir oldular düşman ordularını boğdular. Özgürlüğün fedaileri oldular, zalimlerin korkulu rüyalarına dönüştüler. Ve düşmanın zirvedeyim dediği bir anda onu uçurumun dibine yuvarladılar. Onlar tarihin sırtlarına yüklediği ağır yükü bir kez daha alınlarının akı ile taşıdılar. Şimdi sıra o direnişi bilincinde-yüreğinde hissedenlerde, o yalın sesi duyanlarda. Şimdi sıra ew der Haftanin’e diyen o özgürlük çığlığına, direnişe çağıran sese, o toprağa düşen, yürüyen, dövüşen ve tarihin akışını değiştirenlere güç katmaktır. Haftanin ‘de bir kez daha bir heyula gibi zalimlerin korkulu rüyası haline gelen, o ruhu her yere taşımak ve her der Haftanin’e diyebilmek zamanıdır. Ve şimdi sıra ‘Kürdistan ufuklarında uluyan çakal sürülerini edebiyen susturarak’ Nuri Dersimi’nin tarihi vasiyetini yerine getirme zamandır.
Can Toprak