HABER MERKEZİ
Zamanın şimdi olduğunu anlatıyordu o anne… Ve tenindeki derin çizgiler şimdinin vicdandan ne kadar koptuğunu haykırıyordu. Sonsuz acıların içinde sınanmış bir halkın acılarını anlatıyordu gözleri. Ellerini havaya kaldırıp beddualar ettiğinde ise o acının isyanı yankılanıyordu. Yeryüzü, yeryüzü olmaktan utanıyordu adeta. Yaşanan katliamlar, sürülen umutlar, alt üst olan hayaller, çıkmaza giren yaşamlar ile dolu bir gerçekti söz konusu olan… Tüm insanlığın tanıklık ettiği son ferman ile insanlığın yüreği ve beyni arasında ki son köprülerde yıkılıyordu. Ve biz çocuklarının ihanetine uğrayan bir ananın haykırışına tanıklık ediyorduk. “Ez dayê me. Ez dizanim çi dixwazin zarokên min. Lê niha zarokên min li min didin.”3 Toprağının, coğrafyasının çığlığı olmuştu bu sözleri ile… Ana olan ama şimdi çocukları tarafından yakılıp yıkılan coğrafyasının çığlığı…
Bu anneyi ilk defa 2014 yılının Ağustos ayında televizyonun başında Şengal katliamını izlediğimiz zamanlarda gördüm. Bembeyaz saçları gözlerinin üzerine düşmüş, bembeyaz elbiseleri toz içinde kalmıştı. Beyaz elbiselerinin taşıdığı anlam o tozun, dumanın içinde asaletin nişanesi olarak duruyordu. Dudakları susuzluktan kurumuştu. Teninde gözyaşlarının izi vardı. Ellerini havaya kaldırmış, beddualar ediyordu. Zaman, orada o annenin gözyaşı izinde donmuştu adeta…
Ve bizler televizyonun başında acıları izlemeye alışık insanlık olarak bir kez daha hakikatten uzaklaşmıştık.
Çocukların susuzluktan ölmesine tahammül eden, dünyanın yarısının açlık sınırının altında yaşadığının farkında olan, doğayı talan eden insanlar olarak bu katliamı da sineye çekmiştik. O zaman her birimizin yaşamından bir şey eksildi işte. Düşündüğünü hissetmeyen insanlar topluluğu olduk o zaman. Bunun muhasebesini DAİŞ’in elinde olan her bir kadının dramını okuduğumuz, izlediğimiz her an yapmaya devam edeceğiz. Biz peşini bıraksak da o kadınların dramı bizim peşimizi bırakmayacak. Beyaz elbisesinin sırrını vermeyen annenin gözlerinden dökülen yaşlar yüreğimizi dağlamaya devam edecek.
Şengal’de Êzidiler’e dönük yapılan bu katliam 74. Ferman olarak kayıtlara geçti. Dün- yanın gözleri önünde gerçekleşen bu katliam ile Êzidi halkının ne kadar çok fermandan geçtiğini öğrendik. Peki neden? İnancı dışında bir kimliği olmayan Êzidi halkı neden merkezi hegemonik güçlerin taşeron örgütü olan DAİŞ’in hedefindeydi? Ve neden Êzidi kadınları? Bu soru ile başlayan çelişkilerimizi çözme arayışına girdiğimizde işte o zaman farklı iki uygarlığın hafızalarının hesaplaşmasına tanık olduk. Bu bilgi çok değerliydi. Bu bilgiyi hakikatine dokunmadan olduğu gibi anlatmak ise büyük bir emek istiyordu.
Bu bilgi bize bir yandan siyahlar içinde şamanların simgeleri ile donatılmış ulus devletin örgütlü gücü DAİŞ, diğer yandan bembeyaz elbiseleri ve güneş rengindeki kuşağı ile bu güce karşı binlerce yıldır direnen demokratik uygarlık damarının ana güçlerinden olan kadınları anlatıyordu.
Peki biz bu bilginin izini nasıl sürecektik? Yöntemimiz ne olacaktı? Dünya merkezi hegemon güçlerinin hedefinde olan bu inancın içinde taşıdığı hakikate nasıl ulaşacaktık?
“Ez dayê me…” diyen annenin haykırışının yüreklerimize bıraktığı izden yol almak ilk adım için anlamlı bir başlangıç olabilirdi. “Ez dayê me” yani “Ben Ana’yım”… Ya da, “Ez dî” “Beni gördü”, “Ezda” “Beni veren”, “Ê zîdi” “çoğalmak, üremek, özgürlük” gibi anlamlar bir bir yüreğimize dokunuyordu. Hepsi de üretken, yaratıcı, şefkatli, direngen, bütünlüklü coğrafyamızın farklı farklı tanımlamalarını karşılamıyor mu sahi?
Nagihan Akarsel