HABER MERKEZİ- Diyarbakır Cezaevi’nde kalan Kürt Siyasetçi Fuat Kav, Türk devletinin işkence merkezlerinden Diyarbakır Cezaevi’ni ve PKK’li devrimcilerin imha konseptine karşı oluşturduğu direniş manisfestosunu Fırat Hbaer Ajansına (ANF) anlattı.
Fuat Kav, “Diyarbakır Cezaevi denildiğinde elbette ki sadece işkenceyle ifade etmek, sadece Esat Oktay Yıldırım’la, Kemal Yamak’la ifade etmek elbette ki yetmez. Diyarbakır Cezaevi’ni aynı zamanda bir ulusa karşı, bir halka karşı nasıl bir vahşet uyguladığının da ifadesi olarak ele almak, değerlendirmek gerekiyor. Çünkü orada bulunan tutsaklar, Kürt tutsaklarıydı, PKK’nin önde gelen kadrolarıydı. Dolayısıyla yapılan işkenceler, uygulamalar bu bağlamda Kürtlere dönük, Kürt ulusuna dönük yapılan işkenceler ve uygulamalardı. Çünkü orada kalanlar, bireysel anlamda suç pratiklerinden dolayı kalmıyorlardı. Kurdistan’ı kurtarmak, Kürt halkını özgürlüğe kavuşturmak amacıyla oraya gittiler. Bu nedenle uygulamalar ve işkenceler Kürt halkına dönük yapılan uygulama ve işkencelerdi. Belki mekan azdı, küçüktü ve dardı ama etkileri çok kapsamlıydı” dedi.
“Hedefleri çok derindi. Türkiye devletinin, daha doğrusu 12 Eylül rejiminin gelmesinden birinci derecede sorumlu olan generaller çetesi de bunu çok iyi biliyorlardı” vurgusunda bulunan Kav, “Yani sadece tutsaklardan intikam almak için işkence yapmıyorlardı. Sadece onların iradesini kırmak için de yapmıyorlardı, onların şahsında Kürt ulusunun iradesini kırmak istiyorlardı. Onların şahsında Kürt halkının teslim olmasını istiyorlardı. Bütün projeleri buydu. Konsept oluşturma bağlamında da bu böyleydi. Çünkü Kenan Evren böyle demişti. Ve böylece de hayat buluyordu işkenceler ya da vahşet sistemi” diye belirtti.
‘HİTLER’İN KAMPLARIYLA AYNIYDI’
Kav, şu değerlendirmeleri yaptı:
“İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in kamplardaki hedefi, amacı, uygulamaları ne idiyse Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaların hedefi, amacı aynıydı. Bu nedenle Diyarbakır 5 Nolu Zindanı denildiği zaman sadece bir avuç Kürt’e ya da PKK’nin önde gelen kadrolarına dönük yapılan kısa vadeli bir işkence değildir, bir vahşet süreci de değildir. Eğer o gün orada hedefe ulaşmış olsaydı, tutsaklar teslim alınmış olsaydı, ihanet edilmiş olsaydı, PKK daha sonraki yıllarda elbette ki çok büyük kaybedecekti. Başkan Apo’nun dışarıda olması nedeniyle PKK’nin kendisini yeniden örgütlemesi elbette ki çok fazla zor olmayacaktı. Ama bu uzun bir süre alacaktı. Çünkü Diyarbakır Cezaevinde teslim olunması, ihanet edilmesi anlamına gelen tasfiyecilik çok derin olacaktı.
‘TUTSAKLAR PKK ÇİZGİSİNİ VE KÜRT ULUSUNU SAVUNDU’
Bu bağlamda Diyarbakır Cezaevi’ndeki hem düşman hedef ve amaçlarına hem de tutsaklar hedef ve amaçlarına doğal olarak kendi açılarından stratejik bakıyordu. 12 Eylül rejimini yaratanlar Diyarbakır Cezaevi’ni teslim almak amacıyla projeler oluşturmuşlardı, konseptler oluşturmuşlardı. Amaçları tutsakların hepsini teslim almaktı, mahkemelerde itiraf ettirmekti. Tutsakların hedefi de buna karşı mücadele etmekti. Yani teslim olmamak, ihanet etmemekti. PKK’yi, PKK çizgisini, PKK ideolojisini ve aynı zamanda da tabii Kürt ulusunu ve Kurdistan halkını orada savunmaktır. Onlar, ‘biz Kürtleri mezara gömdük, bugün burada da; yani Diyarbakır Cezaevi’nde de mezara gömeceğiz’ diyorlardı. Tutsaklar ise en başta da Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir ve diğer yoldaşlar da ‘hayır, siz geçmişte Kürtleri mezara koydunuz. Başkan Apo bunu diriltmenin yolunu ve yöntemini ararken PKK’yi inşa ettiler’ diyordu. Dolayısıyla PKK’nin esas hedefi ve amacı betona gömülmüş olan, mezara konmuş olan Kürt ulusunu ve Kürt halkını oradan çıkartmak ve diriltmektir. Düşünce vermektir, beyin vermektir, ruh vermektir, yaşam vermektir. Bu anlamda Diyarbakır Cezaevi iki gücün, birbirini yok etmek isteyen iki gücün, iki gücün de bu anlamda stratejisi karşı karşıya gelmişti. Birisi teslimiyet ve ihaneti dayatıyordu ki bu düşmanın stratejisiydi ve konseptiydi, öbürü ise yani devrimci tutsaklar ise bu konsepte ve stratejiye karşı mücadele etmekti, boyun eğmemekti.
‘DÜNYADAKİ TÜM İŞKENCE YÖNTEMLERİNİ UYGULADILAR’
Bunun için hep şunu sorarlar, bunun için ne yaptılar diye. Çünkü kolay değildir devrimci tutsakları teslim almak, ihanet ettirmek. Bunun araçları neydi, diye sorarlar. Bunun cevabı, onlarca kez aslında cevap verilmiştir. Onlarca kitapta anlatılmıştır, izah edilmiştir. Fakat ne yazık ki yine de yetmemiştir.
Cuntanın amacına ulaşabilmesi için ona uygun olarak araçların yaratılması gerekiyordu. İşte bu araçlardan birisi işkenceydi. İşkencenin en kabasından tutalım en incesine kadar uygulanıyordu.
Şunu söyleyebilirim aslında, bir insan ne kadar düşünebilir? Ya da düşünme sınırı ne kadar olabilir? Dünyada ne kadar işkence türleri varsa, devletler ne kadar işkence türlerini icat etmişse, işkenceciler ne kadar işkence yöntemlerini bulmuşlarsa, hepsini Diyarbakır Cezaevi’nde uygulamış oldular. Çünkü amaçları büyüktü. Bu amaçlarına uygun olarak da araçların da büyük olması gerekiyordu. Derin olması gerekiyordu. Hem kaba hem ince olması gerekiyordu. Hem ideolojik hem politik olması gerekiyordu. Ve bu, Latin Amerika’da uygulanan bütün uygulamalardan tutalım, Osmanlı döneminden kalan ne kadar işkence türleri varsa hepsi 3-4 yıllık bir zaman dilimi içerisinde bize uygulanmış oldu. Yani oradaki tutsaklara uygulanmış oldu.
Yazın sıcağında, yani 50 derecelik sıcakta tutsaklar çırılçıplak beton zeminin üzerinde süründürürlerdi. Kışın kar altında yine tutsaklar çırılçıplak halde karın üzerine süründürürlerdi. Fosseptik çukuruna batırırlardı. Kafalarını, başlarını koyardı. Dakikalarca bazen kalırdı, bazen saatlerce de kalıyorlardı. Falakaya özellikle yatırırlardı. Açlık ve susuzluk çok derin bir biçimde bir işkence türü olarak zaten hayata geçiriliyordu. Copla tutsaklara tecavüz etme türüne kadar süren bir işkenceydi. Bunları anlatırken bir dakika içerisinde ben anlatıyorum ama o işkence türleri sabahtan akşama kadar, akşamdan sabaha kadar uygulanırdı. Yani 24 saat aslında işkence uygulanırdı. Bazen uykusuz bırakırlardı. Bazen ekmeksiz, bazen yemeksiz, bazen susuz…
Dediğim gibi yazın süründürme, kışın süründürme, çukura atma, ziyarette avukatlara gidip gelirken daha değişik türleri uygulama. Ama en büyük işkence, ideolojik bağlamındaki işkence ise Kürtçenin yasak olmasıydı. Yani biz ailelerimizle görüşme yaparken Kürtçe konuşmak yasaktı. Halbuki ailelerimizin yüzde 95’i Türkçe bilmiyordu. Türkçe bilmedikleri için sadece geliyorlardı. Gözlerimizin içine bakıyorlardı bir dakikalık, iki dakikalık… Ardından da çekip gidiyorlardı. Yanlışlıkla bir Kürtçe kelime konuşulduğunda ise iki tarafa da, yani hem tutsaklara hem ailelerine saatlerce işkence edilirdi. İşkenceden sonra da evlerine gönderilirdi. Ya da onları da tutuklarlardı. Mesela avukatlar da tutuklanıyorlardı, aileler de tutuklanıyorlardı Kürtçe konuştukları için. Ziyaretçi kabininin üzerinde ‘Türkçe konuş, çok konuş’ diye yazı vardı. O açıdan zaten ziyaret başlı başına bir işkence türüydü.
Bu açıdan Esat Oktay Yıldırım, 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal ettiği dönemde esir almış olduğu Kıbrıslıların, Rumların konulduğu kampta komutan olarak görevlendirilen bir kişiydi. Bir iç emniyet amiriydi. Kemal denilen 7. Kolordu Komutanı, Kemal Yamak. Aynı zamanda Türkiye’de ilk özel kontrgerilla örgütlenmesinden birinci derecede sorumlu olanlardan birisiydi. Zaten Amerika’dan maaş alan bir adamdı. Bu da 7. Kolordu Komutanı’ydı. Tabii cezaevinden aynı zamanda birinci dereceden sorumluydu. Hakim ve savcılar başlı başına bir ekipti. Bunlar da sözde hukuk ve yasalarla bizi etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Yani cezalarla. Esat Oktay zaten işkenceyle, bir de cezaevinde örgütlendirilmiş Genç Kemalistler Birliği diye bir oluşum vardı. Bu da itirafçılardan oluşturulmuştu. Mesela Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit, Hıdır Akbalık… Bunların hepsi itirafçıların başıydı. Tutsaklara işkence yaparak itiraf ağına çekiyorlardı. Bunların çoğu dışarıda hep sorumlu olduklarından dolayı kimin nerede, ne yaptıklarını da biliyorlardı. Bu nedenle koğuşlara giderlerdi, baskın yaparlardı. Kimin nerede, ne yaptığını onlara söylerlerdi. Sonra da mahkemede ifşa ederlerdi ve bunları itirafa çekerlerdi.
Bu üçlü ayak; yani Esat Oktay Yıldıran’ın öncülüğünde gelişen işkence ekibi, hakimlerin öncülüğüne gelişen hukuk ve yasal sözde yasalarla kendilerini ifade eden grubun yanı sıra bir de itirafçılar grubu vardı. Bunların çemberinde kalan tutsakların sabahtan akşama kadar işkence görmemeleri zaten mümkün değildi. Bu nedenle süreç o kadar ağırdı ki artık tutsaklar dayanamayacak noktaya gelmişlerdi. Ya da en azından tutsakların yüzde 60 oranında ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilmiyorlardı. Yani yollarını şaşırmışlardı, yol haritalarını kaybetmişlerdi deyim yerindeyse. Çünkü bir taraftan işkence, bir tarafta cezalandırmalar. Yani hukuksal bağlamdaki cezalandırmalar… Öbür tarafta da dağıtılan itiraf ve ihanet. Elbette ki ihanet etmek istemeyen, teslim olmak istemeyen tutsaklar işkenceyi göze almaları gerekiyordu. Ama bu ağır işkenceler altında da artık birçok kesim ezilmişti, yıpranmıştı, hastalanmıştı, bir deri bir kemik kalmıştı bu konuda. Sonuna kadar fiili olarak direnmeleri, sonuna kadar mahkemede itiraf etmemeleri ya da itiraf etmemenin noktasında duruş sergilemeleri, yine sonuna kadar cezaevinde dağıtılan çok ağır bazı ihanet kurallarına uymama gibi durumlar elbette ki insanda tereddüt yaratıyordu. Daha doğrusu insanların çoğu tereddüt halindeydi. Acaba ne yapalım? Ama öbür tarafta da teslim olanlara da işkence yapılıyordu. Yani işin en şey boyutu, görebildiğimi boyutu işkence yapılmasıydı. Dolayısıyla teslim olsanız da kurtuluşunuz yoktu. Mutlaka işkence göreceksiniz bu anlamda. Sadece bir avuç bu itirafçıların başı dediğimiz Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit, Hıdır Akbalık gibiler… Onlar kullanıldıktan dolayı kaba işkence görmüyorlardı. Ama onlar tabii uyduruk, soytarı konumuna gelmişlerdi aslında. Esat Oktay’ın köpeğinin başını yıkıyorlardı, banyoya koyuyorlardı, onların temizliğine bakıyorlardı. O açıdan artık biz cehennem diye bir şeyi de aşmıştık.
‘KÜRT HALKININ MEZBAHASI YAPMAK İSTEDİLER!’
Tutsakların zifiri karanlıkta el yordamıyla yürüyen konumda olduğunu söyleyebilirim. Diyarbakır Cezaevi’nin tarif edilmesi bir cümleyle zaten mümkün değildi bu anlamda. Dolayısıyla karanlık bir labirent olarak da tarif edebilirsiniz. Vahşet dönemi diyebilirsiniz. İşkencenin ve uygulamaların en derinden yapıldığı bir alan da diyebilirsiniz. Kürt ulusunun ve Kürt halkının soykırımdan geçirildiği bir mezbaha da diyebilirsiniz. Yani aslında mezbahadır. Hem Kürtlerin eritilmesi, asimilasyona uğratılması, soykırımdan geçirilmesi hem de fiziki olarak yok etmeye dönük politika biraz bu bağlamda ele alınabilir. Yani Kürt ulusunun ve halkının mezbahası demek mümkündür.”
‘ARAYIŞ BAŞLAMIŞTI, BİR ŞEYLER YAPILMALIYDI…’
Tutsakların işkenceci faşist sisteme karşı bir şeyler yapılması gerektiği yönünde arayışının başladığını belirten Kav, şunları anlattı:
“Şimdi artık öyle bir noktaya gelmiştik ki, Mazlum arkadaşın, Kemal arkadaşın, Hayri arkadaşın bir şeylerin yapılması gerektiği arayışı başladı. Yani bir arayışa yöneldiler. Çünkü artık eğer gidişata dur denilmezse orada bir soykırım gerçeği ortaya çıkabilirdi. Kürt ulusunun ve halkının iradesinin tamamen kırılması gerçeği ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle Mazlum Doğan arkadaş artık buna dur demesi gerektiğine inandı ve 1982 yılında 21 Mart gecesi üç kibrit çöpü yakarak kendini feda etti. Mazlum arkadaşın eylemi en üst düzeyde gerçekleştirilmiş bir feda eylemiydi. Bir ışıktı tabii aynı zamanda. Yol haritasını çok net bir biçimde açığa çıkaran bir eylemdi.
Madem ki şimdiye kadar yol bulamıyor idiniz, yani yol haritasını tamamen kaybettiniz. Neyi, nasıl yapması gerektiğine ilişkin herhangi bir fikriniz madem ki yoktur ya da kalmamışsa, o zaman benim eylemim bu yol haritasının bir kendisidir, bizzat kendisidir. Aradığınız yol ve yöntem budur. Yani benim eylemimdir. Siz karanlıktaydınız, işte ben ışık oluyorum ve ışık yakıyorum. Bir kıvılcım çakıyorum, siz de bu kıvılcıma, bu yola, bu haritaya uygun olarak yürüyebilirsiniz. Yani teslim olmaktansa, ihanet etmektense benim eylem biçimimi tercih edebilirsiniz. Çağrısı aslında bu temeldeydi.
Ve Mazlum Doğan arkadaşın çağrısı aslında tutsaklar tarafından hemen anlaşılmış oldu yani. Şu söylenmedi yani; Mazlum Doğan arkadaş neden kendini feda etti? Niçin böyle yaptı gibi bir arayıştan ziyade işte, ‘yol bu, işte gerçek bu, işte eğer yapılması gereken biçim varsa o da böyle olmalıdır’ tarzında bir yorum yaklaşımı ortaya çıktı. Zaten hemen ardından, 17 Mayıs 1982’de Ferhat Kurtay arkadaş ve üç arkadaşı kendilerini yine yakarak, feda ederek Mazlum Doğan arkadaşın yolunu bu anlamda tercih etti. İşte şimdiye kadar biz ne yapacağımızı bilmiyorduk. Mazlum Doğan arkadaş o zaman kendini feda etti. Biz de kendimizi feda edeceğiz. Onun açmış olduğu yolda biz de yürüyeceğiz. Ve yürüdüler gerçekten de. Işık yağmıştı. O karanlıkta artık her taraf görünebiliyordu. Ve biz o yolda yürüyeceğiz, dediler. Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Ferhat Kurtay ve diğer arkadaşlar böylece kendilerini feda ettiler.
‘BU İNTİHAR DEĞİL EYLEMDİR; SU DÖKMEYİN!’
Dünyanın birçok yerinde belki kendini yakanlar olmuştur bireysel anlamda, protesto bağlamında ama dünyanın hiçbir yerinde dört tutsak birbirlerine kenetlenerek bir koğuşun izbe köşesinde, üstlerine neft dökerek kendilerini yakmamıştır. Bu ancak gerçekten de PKK’nin ideolojisiyle yoğrulmuş, onun politikasının gerçek anlamda bilincine varılmış ve onun kişiliğini, ahlaki yapısını algılamış, özümsemiş insanlar ancak bunu yapabilir. Onun dışında onu yapmak zaten mümkün değildi. Ferhat ve arkadaşları böyle bir eylemi yaparak belki de dünyada bir ilki gerçekleştirmiş oldular. Tutsaklar üzerine yürürken, o alevlerin üzerine yürürken, üstüne su dökerken, alevlerin içerisinde yükselen çığlık eylemin özünü de ortaya koyuyordu. Ne demişti arkadaşlar? ‘Su dökmeyin, su dökmek bir ihanettir, bu bir eylemdir’ diye karşılık vermişlerdi. Bizimki bir intihar değildir, bizimki bir eylemdir, bir protesto eylemidir. Düşmana karşı uyguladığımız bir eylem biçimidir. Böylece kendi eylemlerini, kendi tarzlarını ifade etmiş oluyorlardı.
Tabii bu eylemlerle birlikte aynı zamanda işkence de devam ediyor. Yani böyle Mazlum Doğan eylemi ile birlikte eylem sonunda işkenceler devam etti, hafiflemedi aslında. İhanet de devam etti, hafiflenmedi. Dörtler’in eylemi oldu, tekrar herhangi bir değişiklik olmadı. Niye değişiklik olmadı? Çünkü düşman o kadar bir plan yapmıştı ki konsept oluşmuş ki, yani PKK’yi kesinlikle Diyarbakır’ın cezaevinde bitireceğiz, demişlerdi. Dolayısıyla bir iki eylemle bu konsepti boşa çıkarma mümkün değildi bu konuda. Bu açıdan bakıldığı zaman üçüncü bir eylem lazımdı, üçüncü bir eyleme ihtiyaç vardı.
Bu eylemle Hayri Durmuş arkadaşın, Kemal Pir arkadaşın, Mustafa Karasu arkadaşın 4. ve 3. katta bulundukları hücrelerde 3. eylem aynı olmamalı. Mazlum’un eylemi farklıydı. Dörtler’in eylemi daha da farklıydı. O zaman bu 3. eylemin türünün de farklı olması gerekiyor. Birbirini tamamlayan, birbirini anlamlandıran ama aynı olmayan eylem biçimi olarak tabii değerlendirilmişti. Eylem kararından sonra tabii mahkemede açıklama yapılması gerekiyordu. Urfa ana davada açılması gerekiyordu ki bütün tutsaklar duyabilsin. Birinci eylemde Mazlum arkadaş tekti, ikincisinde dörttü. Üçüncü eylemde de onlarca olabilirdi yani. Onlarca kişinin katılabilmesi için artık giderek kitleselleşen bir eylem türüne de ihtiyaç vardı. Uzun, erdemli, hedefi açık ve net ve düşmana sunulan bir istek, talep var ama aynı zamanda geniş çaplı ve kapsamlı bir eylem türü olarak değerlendirilmişti. Fakat mahkeme heyeti büyük ihtimalle farkına varmış olacak ki Hayri Durmuş arkadaş bir eyleme girecek ya da bazı kritik açıklamalar yapacak. Onun için iki mahkemede söz hakkı vermemişlerdi zaten. Her defasında oyalanmıştı. Öyle olunca da doğal olarak 14 Temmuz eylemi yani ölüm orucu eylemi sonraki süreçlerde başlamış oldu.
YARIN: Diyarbakır Cezaevi imhaya karşı direniş manifestosu oluşturdu
Kaynak: ANF