HABER MERKEZİ
Hayat nedir gerçekten? Okul kitaplarında şöyle yazar hani; Hayat: 1) Yaşam, dirim. 2) Doğumdan ölüme kadar geçen süre. 3) Yazgı, kader. Hayır! Kitaplara bakmak yok bu sefer. Yalan söylüyor çünkü onlar. Ufkumuzu daraltmak istiyorlar. Uyanın! Tanımı nasıl yapılır ki henüz süre gelen, bitmemiş olanın? Sürekli akanın, sürekli değişenin?
Hayat; sadece nefes alıp vermekten öte bir olgu ise eğer; tanımlamak zor olsa gerek ömür dedikleri bu keşmekeşi. Ya da zor olan tanım değil de; illaki bir tanımlanma istemi, derdi midir sizce? Hakeza bu dertten uzak yaşamak; ‘hayat’ın ta kendisi olmuş mevcut birçok diyarda…
Ve mesele tanımlamak olunca henüz anlaşılmaz olanı, derin sessizliklerde başlar sorular sorulmaya. Cevaplar yeni soruları doğururken bulursun kendini sonu gelmez fırtınalı bir yolda. Tam da bu sebepten başlı başına bir arayıştır HAYAT; evrenle davası büyük olana… Bu arayışta ilk adım kendisine yapılan “makul” dayatmaları elinin tersiyle itmektir. İlk eylem RED’dir anlayacağınız.
Red edişler farklı kılar yaşamları!
Red edişler anlamlı kılar iki soluk arasındaki o ömürlük süreyi!
Red edişler değiştirir sözde belirlenmiş ‘yazgı’yı!
Ve, Red edişler başlatır TARİH’i!
O tarih ki; bilgeliğin ve aşkın yoksa benliğinde, deccalların elinde büyük bir yalana dönüşme tehlikesini taşır hep. Ve bu sebeple tarih yazıcıların yolu dikenlidir, engereklidir her daim. Ve bu sebeple tarih yazıcıların yüreği ceSûrdur, merttir. Ve gene bu sebepten 1978’dir tarihin başlangıcı ceSûr ve mert topraklarda.
Varlık olma yolunda…
Binlerce gencin ardı sıra koştuğu yeni hayat, hakikate evrilince Diyar-ı Kurdistan’da; Faraşin Sidar’ın kutsanmış elleri yazmaya başlar ‘Hayat’ı. Okudukça yazılanları, akar tüm hücreleriniz Faraşin yaylasına. O zaman yıllarca başkasına armağan ettiğiniz varlığınızı hatırlarsınız işte. Bir felsefe ise varlık; anlam vermeye başlarsın Kürdün varlık olma yolunda verdiği emeğe ve de varlığını özgürleştirme yolunda verdiği bedele. Özgürlüğe verdiği emeği ve hakikate eriştiren bedeliyle yazar Faraşin tarihi.
Faraşin Sidar 2013’de Mart ayında katılır tarih yazıcılar kervanına. Ve baharın doğaya bereketi, insana müjdesi gibi yürür bu ilk adımdan sonra. Mart güneşi gibi kıpır kıpır, tatlı sıcak. Ve görenler der ki; Faraşin ayak bastığında dağlara, Beytüşşebap’a farklı gülmeye başlamış Faraşin yaylası. Ee tabi taşırınca sevdaya bağrındaki genç yürekleri; heybesinde biriktirdiği gülüşlere yüz sürmüş. Ve her birini tohum diyerekten ekmiş toprağına kıvançla.
Direnişi heybetli, hakikatin ta kendisi!
Bu tohum Faraşin olup düştü önce Sûr’a, ardından Cizira Botana. Dağların Faraşin’i, Sûr’un Amara’sı XEZAL ASLAN. Görmeyene bir meraktır aslında Faraşin. Anlatırlar, dinlersiniz. Ama duymayana kadar o yakan sesini çizemezsiniz gözlerini, gözlerinizle. Dünyaya asi yüreği, zindan ülkelerde zılgıt olmuş kadına. O yüzden dinlerken acıtır sesi yüreğinizi. Kahverengi gözleri ve kocaman gülüşü karşılayınca sizi, kaybolmuş benliğinizi bulursunuz bu güzellikte. Çeker sizi anlaşılmaz olanın peşine. Arayışına dahil olursunuz gönülden; gönlünüzden habersiz. İsyana nakış nakış sevda işletir sürgün bakışları. Acıya demletmiş Faraşin iradesini, benliğini. O yüzden direnişi heybetlidir. Direnişi hakikatin ta kendisidir… Direnişi kılavuzluk eder tanımlanmak istenen hayatlara. Bir nefestir Faraşin’in söyledikleri. Dinlemesini bilene… Duyduğuna anlam verebilene…
Duymak istersen Faraşini eğer;
Şimdi bir tepeyi aşıp bir an önce varmaya çalışıyor kampına. Omuzlarının üzerinde elma kasası, nefesi kesiliyor bir an durup soluklanmak istiyor. Bir taşa yaslanıyor deriiiin bir nefes alarak. Dönüp bakıyor ardısıra.
Son nefesimi vereceksem bu dağlarda vermeliyim…
İçten, taa derinden güler Faraşin; işte aynen öyle gülüyor ardındaki yoldaşına. Gülüşüyle verdiğe davete karşı koymak mümkün mü? Gelip oturuyor yoldaşı yanı başına tereddütsüz. Dalıyorlar seyre önlerindeki tablo güzelliğindeki tabiata, dağlara. Faraşin alıyor sözü “bu dağlardan hiç ayrılmak istemiyorum, son nefesimi vereceksem bu dağlarda vermeliyim” diyor. Saniyeler süren seyirde dünyaları görüyor Faraşin. Yoldaşı onun gördüğü dünyada gerçekliğini buluyor. İki kadın bir taşın üstünde, roman okur gibi sohbet ediyorlar. Bir kaç dakika ve bir kaç cümle ile. Biraz sonra yoldaşı saatine bakıyor. “Ee hadi kalk çok tembellik ettik gidelim artık” deyip; kasasından bir elma çalıyor. Faraşin hınzır ve çocuksu arkasından bir taş atıyor “kuralsız” diyerek. Ve tekrar adımlamaya başlıyorlar patikalarını sulu elmaları keyifle ısırarak. Yoldaşı o ana dönüp durdurmak istiyor dünyayı defalarca. O roman hiç bitmeseydi diyor içi yanarak. Ondan sonrası olmasın hiç, o taşın üstünden hiç kalkılmasın istiyor ama Faraşin ona öyle öğretmedi hayatı.
Hayat dedi o kısacık seyirde yazılan romanda; yaşanır ve yaşandığı AN’da tanımlanır. Yaşandığı kadar tanımlanır. Doğumdan ölüme kadar geçen süre değildir hayat. Yazgı kader değildir hayat. Doğmamıştır daha insan, Faraşin’i ve onun yolunu bilmiyorsa. Ölümün olmadığını anlamaz insan 1978’i anlamamışsa. Noktasını koyamazsın ki bu cümlenin, adına tarif diyesin. İşte bu sebepten hayat tarif edilmez..
Çünkü hayat bitmez, sadece değişir…
Faraşinlere dönüşür…