HABER MERKEZİ
Önderliğimiz ‘Evrenin amacı özgürlüktür diyesim geliyor’ derken evrenin kendi içindeki çoğalma, çeşitlenme ve farklılaşma şeklinde dile gelen üç temel özelliğinden yola çıkmaktadır. Bu üç özellik evrenin temel özelliği olduğu kadar özgürlüğün de göstergeleri olmaktadır. Öyleyse özgür olduğumuzu söyleyebilmemiz için çoğalmamız, çeşitlenmemiz ve farklılaşmamız gerekir. Aynı zamanda da bu her üç eylemi süreklileştirecek bir yaratıcılığa ulaşmamız gerekir. İnsan türünde bu üç özelliğin en fazla kadında somutlaştığını ve gerçekleşme olasılığına kavuştuğunu bilmekteyiz. Bu durum, kadınların daha fazla özgürlük potansiyeline sahip olduklarını da bize bildirir. Kadınların bu akışkan enerjileri, erkek egemenlikli sistemde başlarına bela olsa da sürekli değişim aramaları, istemeleri, kendileri söylemini yaratamasa da sürekli farklılaşmaları ve hepsinden daha görünür olan da çoğalmanın gerçekleştiği cins olması, kadının cins olarak özgürlüğe yatkınlığını gösterir. Bu belirleme erkeğin özgürlüğe yatkın olmadığı anlamında değildir. Kadının, daha fazla özgürleşme ve özgürleştirme eylemleri gerçekleştirme potansiyelinde olduğuyla ilgilidir.
Kadının doğurganlık salt biyolojik değildir. Çoğalmanın salt biyolojik olması insan ile diğer canlılar arasındaki ortak bir özelliktir. Bundan ötesi ise insanı diğer canlılardan ayıran özellik olmaktadır. Canlılığın alt sınırı biyolojik çoğalmaktır diyebiliriz belki de. Analık durumunun biyolojik olarak yaşanmasının anlamı büyüktür. Ama anlamı salt bu boyutla sınırlamak, anlamdan uzaklıktır.
Kadın cinsinin doğurganlığı salt biyolojik olarak kaldığında kadının iktidara yatkın erkek enerjisiyle maddeleşmesi, kadındaki akışkan enerjinin donması gerçekleşir. Tersi durumda ise, yani kadın doğurganlığının anlamsal olarak de gerçekleşme olanağının olması kadının özgürlüğüyle ilgilidir. Kadındaki doğurganlığa dair erkek egemen sistemin ilk ve en temel yanılgısı biyolojik algılamak olurken ikinci bir yanılgı da doğurganlığı salt doğum yapmış kadınla, yani ana formuyla sınırlandırmaktır.
Oysa genç kızların her an çoğalttıkları anlam, etraflarına yaydıkları yaşam enerjisi, her yerde ve her zaman bulundukları ortamın ilgi odağı olmaları, ortamları etkilemeleri ve daha sayabileceğimiz birçok özellik, doğurganlıkla bağlantılı olarak genç kadındaki çoğalma özelliğinin eylemselleşmesidir. Her kadın her an doğurmaktadır. Her kadın, ki başta genç kadınlar, her an anlamı doğuracak kadar bir sürekli çoğalım duyusu içindedir. Kadın kimliğinin krizliliğinin sürekli doğurmakla ilgisi vardır. Yeniyi yaratmanın sancılarını toplumsal sorunlarla birleşmesi bu krizleri yaratmaktadır. Ki bunu en derinden yaşayan ise genç kadındır. Çünkü genç kadında doğurganlık bugünkü erkek egemen sistemin kadını içine sıkıştırdığı analık formunun çok dışındadır. Aslında kadını çocuk üretme makinesi gibi gören sistemin dışında bir doğurganlık vardır. Erkek egemenliğinin sınırlarına girmemiş ve iktidarın gölgesinde donarak formlaşmaya uğramamış, akışkan ve her an her anlamın yaratıcısı olabilecek bir yepyeni yaşam akışkanlığı vardır. Genç kadının değişimi daha hızlı yaşayabilmesi ondaki donmamış enerjiden kaynağını alır. Erkek egemen sistemin sınırları içinde nesneleşen ve salt çocuk üretmekle sınırları çizilen kadın, biyolojik olarak yaşamak dışında bir anlam yaratmakta zorlanmaktadır. Genç kadın ise ondaki evrenin çoğalma özelliğinin bir izdüşümü olan doğurganlık potansiyelini en yaşamsal anlamda ve yaşamın her alanında hakim sistem sınırları dışında yaşama özgürlüğünü yaşamaktadır.
Doğum yapmayan kadının doğum yapmadığı için tamamlanmamış sayılması erkek egemen bir yaklaşımdır. Bu, genç kadınlara karşı yapılmış bir erkek egemen zihniyet saldırısıdır. Analığı yüceltmekle başlayan, genç kadınlığı yarımlıkla suçlayarak devam eden ve özünde kadının verili karı-koca ilişkileri içinde yaşamasını kutsal saymaya kadar giden klasik ve geri bir yaklaşımdır. Kadının felsefi ve anlamsal çoğalışını esas almayan, kadındaki bu yanı görmeyen ve gerçek doğumlar olarak kabul etmeyen yaklaşımlar, hiyerarşik sistemin etkisinden çıkmamış yaklaşımlardır ve özgürlük hanesinde yeri bulamazlar.
Oysa evren doğurgan olduğu için dişidir. Her şeyi doğurabildiği ve her şeye potansiyel olduğu için dişidir. Aynı zamanda doğa, toprak, su, hava, ateş ve doğadaki tüm elementlerin ve doğadaki her şeyin dişi olduğu sonucunu da çıkarabiliriz buradan. Her şey bir şeyler yarattığı için ve yaratmaya devam ettiği için dişidir. Evrendeki her şeyin sürekli ve her koşulda değişimi yaşaması, sürekli bir akışkanlık içinde olması, her şeyin sürekli başka şeylere evrilmesi evrenin dişiliğindendir. Tüm bu özellikler aynı zamanda kadının temel özellikleri de olmaktadır. Tabi ki tüm canlılarda bu özellikler vardır ve insanda erkek cinsinde de bu yanlar evrensel varoluşun gereği olarak mevcuttur.
İnsan erkeğinin de bu kendindeki kadın yanı, dişi yanı göremediği ve kendindeki dişi yanla barışamadığı için kendisi olamadığı, enerjisini katı formlaşarak maddeleştirmeye, dolayısıyla iktidara yatkınlaştırdığı için, özgürleşme sorunlarının sürdüğünü ve giderek karmaşıklaştığı kadar krizden çıkma olasılığını daha fazla yaşadığını belirtebiliriz. Tabi bunun ilk şartı, kadını, kadın somutunda evrendeki dişi yanı tanımak, bunu yapmanın kendini tanımanın ilk koşulu olduğunu bilmek ve bu bilinçle hareket etmektir.
Evrendeki her şey hiçbir şey yokken küçücük bir noktanın patlamasıyla, yani hiçbir şeyden oluşmuşsa, o hiçbir şey de dişi olsa gerek. Küçücük bir nokta kadar iken potansiyel olan ama patlamayla potansiyel olmaktan çıkan bir dişi varoluş da diyebiliriz buna. Bu bilgi, her insanın kendi varoluşunu anlamlandırması için gereklidir. Nerden geldik sorusu çok gerilere götürmek isteniyorsa, bir varsayıma göre, o küçücük noktaya kadar gidilebilir. Bundan ötesi insanın kendi varlığına verdiği anlamla ilgilidir. İnsan türünün kendi varlığına vereceği anlam, varlığındaki dişi yanı tanımasıyla bağlantılıdır. Çünkü bu yanı keşfetmeyen insan, anlamı doğuramaz. Doğurganlık salt kadının biyolojik doğurganlığıyla sınırlandırılırsa, insanın bugünkü anlam ve zihniyet dünyasına haksızlık edilir.
Dilzar Dîlok