HABER MERKEZİ – Ronî Med’in kaleminden…
Toplumsal yapılar, içsel çelişkileriyle varlıklarını sürdürürken, bu çelişkiler çoğu zaman gerilim ve çatışmalara yol açar. İnsanlık, tarihsel olarak bu tür krizlerle yüzleşmiş ve çoğu kez dönüşüm için derin travmalar yaşamıştır. Ancak bu krizler, bir toplumun ilerlemesinin ya da geri çekilmesinin de habercisi olabilir. 21. yüzyılın yaşanan büyük çalkantıları, insanlığın tarihsel mirasına ve mevcut sistemin çürümeye yüz tutmuş yapısına dair önemli dersler barındırmaktadır.
Devrimler, büyük toplumsal değişim hareketleri, ideolojik çatışmalar… Hepsi büyük bir umut vaat etmiş olsa da sonuçlar her zaman hayal edilenin çok ötesinde olmuştur. İnsanlık, yaşanan büyük felaketlerin ardından yeni bir dünyaya adım atma isteğiyle dolu olsa da sistemlerin ne kadar kırılgan olduğu bir o kadar netleşmiştir. Peki, asıl soru şu olmalıdır: Ne yanlış gitti?
Albert Camus’un “yaşamak, anlamak için var olmaktır” sözünü hatırlayalım. Gerçekten de yaşamın anlamını keşfetmek, her bireyin kendi varoluşsal yolculuğunun temel amacıdır. Ancak anlam, yalnızca bireysel bir arayıştan ibaret değildir; toplumsal anlamda da bir sorgulama süreci gerektirir. Bütün bu büyük trajedilere rağmen, hâlâ yaşanmaya değer bir gerçeklik yaratmak mümkündür. Hayat, yalnızca var olmakla değil, doğru ve anlamlı bir şekilde var olmakla anlam kazanır. Bu noktada, eski düşünsel sistemlerin, ideolojilerin ve yapısal anlayışların sorgulanması kaçınılmazdır.
Kapitalizmin en büyük tehlikesi insanın özünden koparmasıdır
Örneğin, 20. yüzyılın başlarında, Franz Kafka’nın toplum ve birey arasındaki ilişkiyi derinlemesine sorgulayan eserleri, insanın kendi kimliğini bulma yolundaki içsel çatışmalarını gözler önüne serer. Kafka, bireyi; dış dünyaya karşı hem kaybolmuş hem de yabancılaşmış bir varlık olarak gösterir. Toplumsal yapının birey üzerinde yarattığı baskı, özgürlüğünü bulmaya çalışan insanın yalnızlığını derinleştirir. Bu bağlamda, Kafka’nın eserleri, devletin ve toplumun insan üzerindeki egemenliğine karşı bir çağrıdır. Çünkü toplumsal yapılar, bireyin özgürleşmesini engelleyen, onu bir tür makineye dönüştüren sistemlerdir.
Bir başka önemli örnek ise Max Weber’in toplumda modernitenin yarattığı bürokratik düzenin insanları nasıl “yabancılaştırdığına” dair analizleridir. Weber, modern kapitalist toplumlarda bürokratik yapılar aracılığıyla bireylerin giderek daha pasif ve öngörülebilir hale geldiğini savunur. Toplum, özgür bireylerin yerini, kurallara ve normlara uyum sağlamak zorunda olan bireylere bırakmaktadır. Bu durumu aşmak için, Weber’in vurguladığı gibi, insanın, bireysel ve toplumsal olarak yeniden anlam arayışına girmesi gerekir.
Fakat bu anlam arayışı sadece bireysel bir meselesi değildir; toplumsal yapılarla ilişkili olarak yeniden şekillenmelidir. Çünkü toplumsal değişim, yalnızca ideolojik bir devrimle değil, toplumun her kesiminde derinlemesine bir dönüşümle mümkündür. Bu dönüşüm, yalnızca devletin dışlanması ya da gözden geçirilmesiyle değil, insanların kendi içindeki özgürlük, eşitlik ve dayanışma anlayışlarını yeniden kurmasıyla sağlanabilir. Kapitalizmin ve devletin hâkim olduğu toplumsal yapılar, insanları birbirine yabancılaştırarak, toplumsal dayanışmayı zayıflatır. Bu noktada, kapitalizmin ve devletin en büyük tehlikesi, insanları kendi içsel gücünden, özünden ve doğasından koparmasıdır.
Bununla birlikte, toplumsal sistemler değiştiğinde, halkların direnişi ve alternatif yaşam biçimleri de güçlenir. Gerçek bir toplumsal dönüşüm için, halkların örgütlenmesi ve kendi yaşam alanlarını kurması şarttır. Bu, tıpkı bir nehrin akışına karşı durmak gibi, sistemin karşısında durmak ve onun mevcut düzenini sorgulamak anlamına gelir. Nehrin önünü almak mümkün olmayabilir, ancak onu yönlendirebilmek ve kendi mecrasına sokabilmek mümkündür.
Bu, sadece siyasal bir mücadele değil, kültürel ve toplumsal bir devrimdir
Özellikle, gençlik tarihsel süreçlerde her zaman değişimin öncüsü olmuştur. Bu, 1968 gençliğiyle çok belirgin bir şekilde görülmüştür. O dönemin gençliği, yalnızca toplumsal düzenin değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik yapılarının da sorgulanması gerektiğini savunmuştur.
Bugün, bu gençlik hareketlerinin etkisi, hâlâ birçok toplumsal yapıda ve kültürel pratikte devam etmektedir. Kapitalizme ve devletin ideolojik hegemonyasına karşı gösterilen bu direniş, toplumların kendi haklarını ve özgürlüklerini yeniden inşa etme çabasıdır.
Fakat bu direniş yalnızca bir tepki olarak değil, aynı zamanda alternatif bir yaşam biçimi kurma çabası olarak da görülmelidir. Toplumsal yapılar, sadece devlete ve mevcut sisteme karşı bir mücadeleyle değişmez; aynı zamanda halkların kendilerini yeniden tanımlamaları, kendi yaşam biçimlerini oluşturabilmeleri için de yeni yollar açılmalıdır. Bu, sadece siyasal bir mücadele değil, kültürel ve toplumsal bir devrimdir.
Bugün, halklar arasındaki farkların zenginlik olarak kabul edilmesi gerektiği bir dönemdeyiz. Farklılıklar, yalnızca etnik ya da dinsel farklılıklar değil, aynı zamanda yaşam biçimlerinden, değerler sistemlerine kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Bu farklılıkları bir arada tutabilen bir toplumsal düzen, daha özgür, daha eşit ve daha adil bir dünyanın kapılarını aralayacaktır.
Özgürlüğe doğru atılacak her adım, bir devrimdir
Sonuç olarak, bu dönüşüm, gençliğin ve halkların kendi özgürlükleri için verdikleri mücadelede somutlaşacaktır. Çünkü özgürlük, yalnızca bir hayal değil, ulaşılabilir bir gerçeklik olmalıdır. Bu yolu yürümek için, yalnızca devletin değil, her türlü baskı mekanizmasının aşılması gerekir.
Toplumsal dönüşüm ve adalet arayışı, gençliğin en güçlü dinamizmiyle şekillenir. Gençlik, içinde yetiştiği toplumsal yapının sınırlamalarını aşma çabasında, her zaman sistemin karşısında durmayı başarır. Gençlerin asıl mücadelesi, yalnızca bireysel özgürlüklerini kazanmak değil, aynı zamanda toplumsal yapıları sorgulamak ve yeniden inşa etmektir. Devletin dayattığı otoriter yapılar, onların özgün kimliklerini bulmalarına ve ifade etmelerine engel olurken, gençlik bu baskılara karşı bir direnç ve özgürleşme arayışı içinde sürekli olarak yeni yollar arar. Bu arayış, her zaman içsel bir gerilim ve patlama potansiyeli taşır. Çünkü özgürlüğe doğru atılacak her adım, bir devrimdir; devrim ise sadece dışsal bir değişim değil, içsel bir uyanışa, bilincin yükselmesine dayanır. Gençlik, bu uyanışı gerçekleştirerek, bir toplumun değişiminin öncüsü olur.