HABER MERKEZİ
Yavaş yavaş eriyen karlar baharı müjdeliyor, ağaç dallarındaki tomurcuklar sabırsızca çiçek açmayı bekliyordu. Karda eriyen gülümseyişimiz bahara adeta akıyordu.
Gerillada bahar bir sevda türküsüdür. Geçirilen zorlu kışın ardından yeşile hasret çekmeyen var mı ki bu dağlarda? İşte yine böylesi bir kış mevsiminde Akdağ’ın beyaz gelinliği de çiçek açmak için sabırsızlanıyordu. Eteklerinde yeşil bir örtü canlanmıştı. Bir genç kız edasıyla karşımızda duruyordu. Belli ki o da bahara hazırlanıyordu. Bahar onun içinde yeniden doğmayı ifade ediyordu.
Akdağ, Amed Eyaletinin en güzel ve en nadide alanlarından biridir. Oradan sadece bir kez geçen, bu güzelliğin büyüsüne kapılıp kalır. Esrarengiz güzelliği insanı durmadan kendisine doğru çeker. Bazı yerleri oldukça sarp, yüksek ve engebeli arazi yapısına sahiptir. Yalnızca kış mevsiminde değil, yaz mevsiminde de zirvesi karla örtülüdür. Bir kolu Elazığ-Palu bir kolu Amed ve bir kolu da Bingöl-Genç’e uzanan sıra dağlardan oluşur. Akdağ’ın en yüksek tepesi, İskender adı verilen tepedir. Adını Büyük İskender’den aldığı söylenir. İskender döneminden kalma mevziler geçen onca zamana inat, hala ilk hallerinden ödün vermeden dimdik ayaktadırlar. Birçok savaşa tanıklık eden bu yüce dağın her yamacında savaşın acı dolu çığlıkları yankılanmaktadır.
Bizler Akdağ’a güneşe açılan kapısından göz kırpmıştık. O gün bugündür bağrında yaşamayı öğrenmiş, güzel bir dostluğun tadına vararak birbirimizi sevmiştik. Subay arkadaşımız Akdağ’ın bitimsiz doğasına eşlik eden şafağın kızıllığıyla güne “merhaba” demişti. Tüm arkadaşlar uyanır uyanmaz şafak vaktinin tadını çıkarıyordu. Güneş ışınları henüz çok uzaktaydı. Bir sonraki günle sözleşiyordu. Ona her baktığımızda bir sonraki günün heyecanını yaşıyorduk. Çünkü bizler için her yeni gün, yeni bir umut anlamını taşırdı. Günlük subay olan arkadaşlarımız, her gün bizler adına güneşi tez elden selamlıyordu. Sonra tüm arkadaşlar sırayla güneşe selam duruyorlardı. İşte o gün de böyle bir gündü. Güneşle gelen umudu selamlarken, gözlerimizde üç özge canın resmi canlanıyordu. Zuhat’ın aşk ile bakan gözleri, göklerde asılı kalmıştı, yüreklerimizin en derin köşesinde. Yoldaş canlısı Mehmet’i unutmak mümkün müydü? Peki ya Arya’nın saçlarında esen özgürlük yellerini unutabilir miydik? O güzel sesiyle okuduğu türküler bugün bile yüreğimize çarpıp geçiyor. Tıpkı o türkülü günler gibi capcanlı…
İşlek tepesinin yamacında bulunan kış kampında, kar erimiş olsa da yer yer halen kar vardı. Her sabah olduğu gibi günlük görevli olan arkadaş, karda açılan ince patikadan Mutfağa giderek, yiyecek ihtiyacını karşılayıp geri dönerdi. Kara lastik ayakkabılarımız çamurlandığında mutfak ve mangalar arısındaki ince beyaz çizgi kırmızı renkle lekelenirdi. Bu yüzden mutfağa gidiş gelişlerde çok dikkat ederdik. Her hangi bir hava saldırısına karşı beyazda oluşan lekeler bizim için önemli bir tehdit oluşturuyordu. Bu yüzden patikayı kamufle etmemiz bir zorunluluktu. Havanın ayaz olduğu günlerde küreği tutan ellerimizi, parmak uçlarını ağzımızdan çıkan buharla ısıtıyor ama ayak parmaklarımıza çare bulamıyorduk.
Kampımızda sabah keşiflerinden önce dışarı çıkma yasağı vardı. Eğer o saatlerde nöbet değişimi veya mangalar arası gidiş gelişler olacaksa beyaz pançolarımızı giyinip hareket ediyorduk. Çünkü Murat Nehrinin tam karşısındaydık. Murat nehrinin yakınlarındaki karakolların gözcü güçleri hareketimizi fark edebilirdi. Bu yüzden gizlilik kuralını ihlal etmemek hayati önem taşıyordu.
1999 Mart ayını yazıyordu ömürlerimiz. Nihayet o gün bölük yönetimimiz bir araya gelip, tartışma yürüteceklerini söylemişlerdi. Bu duruma sevinen tüm arkadaşlar hemen hazırlığa koyuldular. O yılki kış koşullarının tüm zorluklarına rağmen güçlü bir eğitim görmüştük. Ve bu eğitimlerden aldığımız güçle pratiğe yönelmemiz gerekiyordu. Nokta değişimine yönelik yönetimdeki arkadaşlar kendi aralarında yoğun tartışmalar yürüterek, ulaşılan sonuçlar ve yeni hareket tarzına yönelik, yapıyla toplantı yaparak aktarım yaptılar. Aktarım yapılırken her arkadaşın gözleri parıldıyordu.
Güneş meşe ağaçlarının tam tepesine vurmuştu. Ağacın her iki tarafına o saatlerde güneş ışınları dik vurduğundan gölge olamazdı. Kış kampından çıkmamız için öncelikle fazla olan eşyalarımızı depolamamız gerekmekteydi. Bunun için bir grup çıktı. Ben de depo yapmaya gidecek grubun içindeydim. Depo grubu olarak tüm fazlalıkları alıp deponun kazılacağı yere gittik. Malzemenin gireceği biçimde depoyu kazdıktan sonra eşyalarımızı yerleştirdik. Depo yerini kazarken çamur biraz üzerimizi kirletmişti. Ancak suyumuz olmadığından kimse elini yüzünü karla yıkama cesaretinde bulunmadı. Noktaya vardıklarında yıkayacaklarını söylediler. Ben ise ne olursa olsun yıkayacağımı söyledim. Zaman kaybetmeden yeleğimin sol tarafındaki cebinde bulunan yeşil sabundan çok küçük bir parça alarak, önümdeki kar yığınına eğildim ve elimi-yüzümü yıkamaya başladım. Su o kadar soğuktu ki yüzümdeki köpük bitmeden yüzümü havlu olarak kullandığım kefiyemle sildim. Fakat yüzüm kardan dolayı çok kötü yandı. Başımdaki kefiyeyi hemen yüzüme sarmaladım. Karla yüzümü yıkadıktan sonra yüzüm adeta alev alev yanıyordu. Buna rağmen yüzümü yıkadığım için hiç pişman olmadım. Gideceğim yol iki saatlikte olsa, iki dakikalıkta olsa temiz gitmeliydim.
Kamp noktasına ulaştığımızda bölük düzeni olarak hareket edilmişti. Beni bekleyen Ayten arkadaş mangamızın yanında oturmuştu.
Beni görür görmez, yüksek sesle; “Heval Koçerin! Heval Koçerin!” diye bağırdı.
Ayten arkadaşın sesi o kadar tiz çıkmıştı ki yüzümün kızarıklığı daha da belirginleşmişti. Ona doğru gülümseyerek ilerledim.
-Heval Ayten sen neden bu kadar uzaklara sesleniyorsun. Yoksa benim dışımda başka bir Koçerin daha mı var?
-Hayır yoldaş tabii ki sana sesleniyorum. Haydi, çabuk yükünü al, hızlı bir şekilde yola koyulalım.
-Tamam. Peki, benim yüküm nedir? Şuan karşımda yalnızca şu kara tencere ve sac duruyor. Herhalde bu yükü alacağımı düşünmüyorsundur. Yükümün ve çantamın nerede olduğunu söyle de gidip hemen hazırlanayım.
Ben bu sözcükleri sarf ederken, karşımda duran Ayten arkadaşın yüzünde manalı bir gülümseme belirdi. Ben sözümü bitirir bitirmez; “yükün zaten sac ve tencere; çantanı da ben kaldıracağım” dedi.
-Hıım… Yani hafif olduğu için mi bu yükü bana bıraktınız? Hayır hayır kesinlikle bu yükü taşımıyorum. İstersen sen taşı ben kendi çantamla senin çantanı taşıyacağım. Ama bu yükü almayacağım.
-Neden?
-Farklı bir nedeni yok. Çıkarttığı ses beni rahatsız ediyor. Eğer sen sesinden rahatsız değilsen alabilirsin. Hem zaten çok hafif fazla zorlanacağını düşünmüyorum.
-Hayır kesinlikle olmaz, senin yükünü ben yaptım, biraz kaba olabilir ama ses çıkartmaz.
Ayten arkadaşın yolla koyulduğunu görünce, yükü ona veremeyeceğimi anladım. İstemeyerekte olsa yükümü sırtlayıp ardından gittim. Onun da benim gibi bu ses çıkartan kap kacaktan rahatsız olduğunu unutmuştum. En ağır yükü sırtıma verseler, hiç itiraz etmeden taşırım. Ama bu ses çıkartan malzemeler yok mu? En hafif olanın bile sesi insanı rahatsız etmeye yetiyor.
On dakikalık bir yolculuktan sonra nihayet bahar kokan toprağa ulaşmıştık. Boğaza açılan patikanın alt tarafında bölük düzeni halinde oturuyorduk. İki arkadaş gideceğimiz yol güzergâhını kontrol etmeye gitti. Gideceğimiz yol güzergâhının güvenli olup olmadığını bilmek zorundaydık. Biz ise bu bekleyiş esnasında, hemen yakınımızda akan Murat nehrini izlemenin tadını çıkarıyorduk. Güneş ışınları suya değdikçe nehirler etrafa masalsı parıltılar saçıyor, adeta kısa bir süreliğine de olsa masalımızın en masum kahramanı oluyordu. Mor dağların yamacında kurulmuş olan köylerin ev sahibiydi Murat!
Nehrin bize bakan yüzünün hemen üst tarafında sıra dağların eteklerinde Egze köyü bulunuyordu. Yıllar önce boşaltılmış bir köydü. Ama köy düşmana inat, hiçbir zaman yalnız kalmamıştı. Gerilla her fırsatta birkaç günde olsa burada kalırdı. Köyler boşaltılarak bir halka köksüzlük dayatılmak istense de, o halkın bağrından gelen gerilla toprağını yalnız bırakmaz ve her zaman sahip çıkardı. Ben Murat suyunun güzelliğine kapılarak, düşlere dalmışken birden bire Mehmet arkadaş o gür sesiyle;
-Haydi, kalkın, gidelim hareket zamanı! Her arkadaş takım ve manga düzenine geçsin.
Tüm arkadaşlar birkaç dakika içinde hazırlandı. Bir süre yürüdükten sonra arkada kaldığımı fark eden Murat arkadaş yanıma yaklaşarak;
-Heval Koçerin yükün çok ağırsa ben alabilirim. Fakat sanırım yükünün ağırlığından çok, yükünün çıkarttığı ses yürümeni engelliyor.
Bunu sözlerken gülüyordu. Anlaşılan hafifte olsa kimse sesinden dolayı bu yükü taşımak istemiyordu.
Yükümün kabalığından rahatsız olsam da Murat arkadaşın takılması beni kızdırmıştı. Bu yüzden yükümü vermedim.
Yavaş yavaş kuru toprağın kokusunu duyuyorduk. Kürdistan’da hele birde Akdağ’da toprağı koklamak kadar insanı mutlu eden başka bir şey olabilir mi? Beyazın soğuğundan sonra yeniden toprağı ayaklarımın dibinde hissedebilmek bana büyük bir heyecan veriyordu. Toprağın üzerinde yeni uyanmış mavi bir çiçeğe takıldı gözlerim. Sırtımdaki yük eğilmeme engel olsa da eğilip onu koparmak için ellerimi uzattım. Bunu fark eden Murat arkadaş çiçeği koparmama engel oldu.
-Nasıl ki her çocuk ana kucağında büyüyorsa, o zaman çiçekler de toprağın kucağında boy versin ancak o zaman maviye anlam biçilir.
Bu söz beni çok etkilemiş, ellerimi kendiliğinden salıvermiştim. Ne garip değil mi? İnsan sevdiği şeylerin hep kendisine ait olmasını istiyor. Oysa o çiçekler gerçekten toprakta daha anlamlı ve daha uzun soluklu bir yaşam gerçekleştiriyorlar.
Gideceğimiz noktaya dört-beş saatlik bir mesafe kalmıştı. Aslında bir gerilla için bu mesafe pek uzun sayılmazdı. Biraz daha yürüdükten sonra, ani ve hızlı bir talimatla herkes yerine oturdu. Önümüzde bir düzlük vardı. Oturduğumuz yerde kalakalmıştık. Dakikalar geçmiş olmasına rağmen kimseden yeni bir talimat gelmemişti. Bu durum bizleri iyice endişelendiriyordu. Öncülerin bir talimat vermesi gerekirdi ama onlarında hiçbir hareketliliği yoktu. Ne olmuş olabilir diye düşünürken, hareket talimatı verildi. Birkaç adım ilerledikten sonra hareket komutanın pususuna düştüğümüzü anlamıştık.
Noktaya vardığımızda karanlık basmış bu yüzden öncüler ateş yakamamışlardı. Isınan bedenlerimiz terlemiş soğuyan ter içimizi soğutuyordu. Manga yerleri belirlendikten sonra nöbetçiler çıkarıldı. Her manga naylonu çıkarıp uyumak için hazırlandı.
Günler çok hızlı geçiyordu. Bu hıza bizim de ulaşmamız gerekliydi. Aksi takdirde zaman düşmanımız olabilirdi. Bu açıdan yeni bir düzenlemeyle beraber iki takım şeklinde örgütlenecektik. Bir takıma Delil arkadaş, diğer takıma ise Brûsk arkadaş bakacaktı. Eylem hazırlıkları için Brûsk arkadaşın takımı, düşmanı alanında karşılayacaktı. Delil arkadaş ise Genç bölgesine kayacak, düşmanı oradan hedef olacaktı. Düşman hedeflerine koordineli eylem yapılacaktı. Öğlenden sonra her iki takım da harekete geçip ayrılacak ve nokta değiştirilecekti. Birbirimizle vedalaşıp iki ayrı patikadan harekete geçtik. Gideceğimiz yol güzergâhını kontrol ederek ilerliyorduk. Yolculuğumuzun ilk molasını boşaltılmış bir köy kenarında verdik. Karanlık ağır ağır gölgeleniyordu. Yağmur yağıyor, şimşek çakıyor ve sis dumanı dans eder gibi dalgalanıyordu. Yağmurun şiddeti bizi boş köyün kulübesine atmıştı. O gece orada kalıp sabah keşfinden sonra hareket tarzımızı belirleyecektik.
Sabaha kadar uyumuştuk. Erken saatlerde Arya arkadaş uyanıp kahvaltıyı hazırladıktan sonra bize ‘rojbaş’ çekmişti. Bir yandan ateş etrafından ısınıp, çayımızı yudumlarken bir yandan da güne ilişkin planlamayı tartışıyorduk.
Arya arkadaş:
-Hava halen çok kapalı biz bugün nasıl bir hareket tarzını esas alacağız. Bu noktada net bir planlama var mı?
Bölük komutanı:
-Bugünkü planlamamızı arkadaşlarla tartışarak oluşturabiliriz.
Arya arkadaş:
-Olabilir. İnsan tanımadığı arazide kör gibidir. Araziyi tanımadığım için görüş belirtmekte yetersiz kalabilirim.
Bu tartışma yürütülürken, keşfe giden arkadaşlar döndüler. Hava sisli ve yağışlı olduğundan keşif tam anlamıyla amacına ulaşmamıştı. Bunun üzerine bölük komutanı;
“O halde sis ve yağıştan yararlanarak Diyarbakır-Genç yolunu geçebiliriz” dedi.
Tüm arkadaşlar sesiz kalarak onay vermişti. Gözlerim birden Arya arkadaşa takıldı. Çok düşünceli görünüyordu. Sanırım eylem havasına kendisini iyice kaptırmıştı.
Arya arkadaş sesiyle oldukça etkileyici bir kadın gerillaydı. Muş ovası kadar tok bir sese sahipti. O stranları peş peşe dizerken biz oturup onu izlerdik. Sesindeki anlamlı dizeler bazen bizi Dersim’e, bazen Mahabat’a, Hevler’e ve bazen de Derik’e götürür, gezdirirdi. Ama en çok söylediği şarkı, ‘Burası Muş’tur’ şarkısıydı. Arya arkadaşın bu sade duruşunu düşündükçe onu hep yanımızda görmek isterdik, çünkü o insanları hissederek yaşıyordu. Arya arkadaş benim ona bakarak daldığımı görmüş olacak ki; “ne oldu öyle daldın şimdi hareket zamanı haydi gidelim” dedi.
Hiçbir şey diyemeden, ardından yürüdüm. Kulübeye girdiğimizde tüm arkadaşlar hareket için hazırlanmışlardı. Arya arkadaşla birlikte silah ve çantamızı alıp yola koyulduk. Adımlarımızı art arda vermiş ilerliyorduk. Yağan yağmur sonrası çamurlanan toprak yürüyüşümüzü ağırlaştırıyor çamura bata çıka ilerliyorduk. Diyarbakır-Genç yoluna yetişmemize bir tepe kalmıştı. Tam anlamıyla çamur banyosu yapmıştık. Yürüyüş esnasında Mehmet arkadaş yanıma yaklaşarak:
-Koçerin arkadaş senden bir şey isteyeceğim. Ama söz ver vereceksin.
-İstediğin şeye bağlı.
-İstediğim şeyi veremeyeceğini düşünüyorum. Anlayacağın istediğimin imkansız olduğunu bilsem istemem. Ama sen de iyi bilirsin ki istemlerim hep imkan dahilindedir.
-Madem öyle düşünüyorsun, o zaman ne istediğini söyle.
-Başına taktığın şapkayı istiyorum.
Bunu duyunca gülümsedim. İstediği şey yalnızca çok beğendiği bir şapkaydı. Elbette verecektim, ama bu genç yoldaşa biraz takılmak istedim.
-Tamam vereceğim. Çünkü ben yoldaşımın bir isteğini yerine getirdiğimde mutluluk duyarım. Ama bir şartım var eylem sonrası tekrar geri alacağım.
-Tamam, kabulümdür sonrasında sana iade edeceğim.
…
Nihayet tepeye ulaşmıştık. Diğer arkadaşlar bizden önce tepeye ulaşmış yolu kontrol ediyorlardı. Diyarbakır’dan Gence doğru giden panzer ve konvoy bize doğru ilerliyordu. Birazdan silahımızdan çıkacak olan mermiler yağmur gibi düşmanın araçları üzerine yağacaktı. Dürbünü iki eli arasında tutan bölük komutanı yavaşça indirdi. Ve arka tarafında oturan arkadaşlara dönerek;
“Bu hazır hedefi kaçırmamalıyız. Hava bizim için avantaj. Düşman bizim bu saate buraya pusu atacağımızı düşünemez” dedi.
Aslında böylesi bir kararın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini tam olarak kestiremiyorduk fakat bu bizim için bir fırsat olabilir diye de düşünüyorduk. Bu yüzden bölük komutanı olan arkadaşın bu önerisine kimse itirazda bulunmadı. Oturduğumuz yer tepe rolünü oynadığı için savunma grubu tepe yerine mevzilenecekti. Diğer kalan arkadaşlar ise yol hattına mevzilenmek için hazırlandılar. Yolun en yakın saldırı mevzisi Delil ve Aziz arkadaşların mevzisiydi. Gruplar dağılmadan önce Arya arkadaşla birbirimize sımsıkı sarıldık. Arya arkadaş, ona sarıldığımda kulağıma yavaşça; “Bana inan yoldaşım, İskender tepesi güneşi yolcularken biz ay ışığında kucaklayacağız bir birimizi” dedi.
Tüm gruplar mevzi yerine ulaşmış sessizce hedefi bekliyordu. Mevzilerimizde diz üstü oturmuş şarjör kılıflarını açıp silah emniyetlerini açık tutarak hazırda bekliyorduk. Her zamanki gibi silahlarımızın hazırlığı kadar yüreklerimiz de hazırdı. Artık her şey panzerin geleceği ana bağlıydı. Bir ara kolumdaki saate baktığımda yedi 07.45’i gösteriyordu. Panzer tahmin ettiğimiz zamanda gelmemiş zaman durmadan ilerlemişti. Bu defa da bize ait olmayan zamanın çatışmasındaydık. Hepimizin gözleri uzak mesafeye değil hemen on dakika uzağımızda olan aralığa kilitlenmişti. Tüm bedenimizle o kadar sesiz bekliyorduk ki en ufak bir yaprak sesinden etkilenip sağımıza solumuza bakıyor, etrafı kontrol ediyorduk. Benim bulunduğum grupta Bölük komutanımız da vardı. Bu nedenle cihazı dinleyebiliyorduk. Bir ara cihazdan “Akdağ Akdağ” diye çağrı yapıldı. O çağrı beni birden bire ürpertti. Çünkü bu tür durumlarda cihaz zorunlu olmadıkça kullanılmazdı. Çağrı yapıldığına göre ters giden bir şeyler olmalıydı. Bölük komutanımız hemen yan taraftarımızdaki küçük kayanın üzerine çıkıp diz üstü oturarak kısık bir ses tonuyla çağırıya cevap verdi.
-Akdağ çağrısı dinliyorum.
-Savunma yerine düşman ilerliyor haberiniz olsun.
-Düşman size doğrumu geliyor?
-Evet yoldaş, bizim bulunduğumuz hatta doğru geliyorlar. Bizim için bir şey söylüyor musunuz?
-Hayır, siz gereken tedbirleri alın, biz de hemen tepeye çıkacağız.
-Anlaşıldı.
-Selamlar saygılar.
-Selamlar.
Bu kısa konuşmadan sonra bölük komutanı tüm mevzilere çıkma talimatını verdi. O an zifiri karanlıklarda yol alıyor gibiydim. Hiç zaman kaybetmeden tepeye çıkmaya başlamıştı ki yer gök mermilerin sesiyle yankılandı. Bu sesi duydukça Arya arkadaşın son sözleri kulaklarımda hiç durmadan çınlıyordu. “İskender tepesi güneşi yolcularken biz ay ışığında kucaklayacağız birbirimizi.” Bedenim korkusuzca ilerliyor ama içimde korkulur durmadan yüreğime akın ediyordu. O güzel yoldaşlara bir şey olmasından çok korkuyordum.
Tepeye ulaştığımızda savunma grubu temasa girmişti bile. Bu temas anında karanlık ve aydınlık çatışır gibiydi. Bizi başka zamanlara sürükleyen neydi? O an zaman bizi peşinden sürükleyen sis dansımıydı ya da tüm şiddetiyle yağan yağmurun taneleri miydi? Ne olduğunu bilmiyorum ama zamanı yenmeliydik. Her şey zamanın içinde yer değiştirmişti. Savunmadaki arkadaşlar da bu değişimin dışında değildi. Bu değişim esnasında zamanın onlara verdiği yer ağırdı. Artık savunma değil aktif saldırı pozisyonuna geçmişlerdi. Etrafımızda silah seslerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Düşmanın silah atışları özelikle savunma grubu üzerinde yoğunlaşmıştı.
Tepede mevzilenen her arkadaş, savunma grubu üzerinde yoğunlaşan düşman dikkatini dağıtmak amacıyla dikkati kendi üzerine çekmeye çalışıyordu. Önümüzdeki kaya doğal bir mevzi görevini görüyordu. Karakol çevresinde, kırmızı parkeli bir koruyucuyu gördüm ve hedefe aldım. Bu esnada Delil arkadaşa seslenerek:
-Heval Delil, karakoldaki kırmızı parkeliyi görebiliyor musun?
-Doğru görüyorum.
Daha sözlerini bitirmeden gösterdiğim noktayı hedefe alarak, ateş açtı.
Bir süre çatıştıktan sonra gelen talimat üzerine geri çekildik. Geri çekilmeyi kayıp vermeden tamamlamıştık. Uygun bir noktaya ulaşır ulaşmaz odun toplayıp ateş yaktık. Ateşe o kadar sokulmuştum ki yanacağımdan korkuyordum. Ama o sadece tenimi yakıyordu. Arya arkadaşı düşünüyordum. Eylem çoktan bitmişti ama o hala gelmemişti. Ateş sadece oturduğumuz yeri aydınlatıyordu. Onun dışındaki her şey karanlığa aitti. Ateşin aydınlığında karanlığa yüz çevirmiştim. O kadar karanlıktı ki tüm acımasızlığıyla sesiz, sinsi; “ben kazandım” dercesine gizliydi. O gece sabaha kadar uyumamıştım. Gece boyunca ateşi seyretmiştim.
Ateşin alevleri azalmış köz kızıl rengini almıştı. Ateşin dilini okumak ve köz başındaki muhabbetle yıldızların bir bir kaymasını izlemeyi Arya arkadaş bana öğretmişti. Ama şimdi üç yıldız daha sonsuzluğa kaymıştı. Çatışmada öncülük yapan kırmızı parkeliyi hatırladım. Onun da bir Kürt olduğunu bilmek, beni hem acıtıyor, hem de öfkelendiriyordu.
Güneş ülkesinin çocuklarıydık biz ama tarih sayfalarını çevirdikçe karanlıklardan ürküyordum. Çünkü beynim Mezopotamya’nın dört bin yıllık tarihine takılıyordu. Bazen tarihin bir paragrafında insanlığın aradıklarını ve özlemlerini bulabiliyorduk. Mavi gökyüzünün tanrıçaları bizleri kucaklıyordu. Bir sonraki paragrafta ise kendimizi tarihe kara çalan rahiplerin tapınaklarında, kara bulutlar biçerken buluyorduk. Hem de gökyüzünün maviliğine kara çalarken; mavi artık siyaha bürünmüştür, mavi artık kirlidir. Ama tarihin bu karanlığına inat, aydınlığı sahiplenendi Arya, Mehmet ve Zuhat arkadaşlar… O üç yoldaş şehit düşerken de kır çiçekleri kadar temiz ve sadeydiler. Çünkü onlar güneşin ve doğanın yegane sadık dostuydular. Ay ve yıldız buluşmasının kutsal izleyicisiydiler.
Ertesi sabah şehit düşen yoldaşları almak üzere çatışmaya girdiğimiz tüm tepeleri kontrol amaçlı gitmiştik. Çatışma yerinde savunma grubunun geri çekilme yaptığı dar bir vadiye kendimizi bıraktık. Yavaş yavaş gezinirken, çamurun içinde bir şeylerin olduğunu gördük. Çamura yaklaştığımızda onları bulmayı umarken sadece elbiselerine ulaşmıştık; yoldaşlarımızdan geriye kalan elbiseler…
Öfke ve hüzün yüreğimizi büsbütün sarmıştı. Gözlerimiz elbise ve çamuru delip geçiyor Zuhat’ı Arya’yı ve Mehmet’i arıyordu. Mehmet arkadaşa verdiğim şapka, en son Arya arkadaşın o güzel saçlarında dolandırdığım tarak orada öylece duruyorlardı. Onlara ait eşyaları yanımıza alarak en yakın köye doğru yol aldık. Köye yaklaştıkça ışıklar titrekliğini geride bırakıp daha da belirginleşiyordu. Muhtarın evine doğru uzanan patikaya girdik. Eve yetiştiğimizde içeriye geçip biraz oturup kalkmayı düşünüyorduk. Ben içeriye geçmeden önce kefiyeme sardığım kana bulanmış elbiseleri çıkarıp çeşmede yıkadım. Arkadaşlar sobanın önünde elbiselerini kurulamaya çalışıyordu. Ahmet arkadaş ise nöbet için dışarıda kalmıştı. Sobanın önünde biraz ısındıktan sonra nöbet değişimi için dışarı çıktım.
Akşam yavaş yavaş kapımızı çalıyordu. Sanki gökyüzünde kanat çırpan kuşlar bir mevsimden bir mevsime kanat çırpıyorlardı. O kadar ses çıkartıyorlardı ki bakamadan duramadım. Kuşlar çatışmaya girdiğimiz tepenin ardında kalmışlardı. Fakat karşımızdaki ani karartının ne olduğuna anlam veremedim. Çünkü o tepeden az önce inmiştik. Karartı gözüme o kadar büyük geldi ki, ‘ayı olabilir mi?’ diyecekken, gelen karartının bir asker olduğunu fark ettim. Hızlı adımlarla içeri koştum ve arkadaşlara haber verdim. Bu sefer zamanı yenmeli ve hızlı bir şekilde oradan ayrılmalıydık. Kendimizi çok hızlı bir şekilde köye yakın bir vadiye verdik. Sağlam bir yere ulaştığımızda, bir arkadaş; “acaba ihbar mı edildik?” diye sordu. Bu soruya cevap ararken düşüncelerimiz daha da geriye, bir gün öncesine kayıyordu. Çatışmaya girmemizin nedeni üç arkadaşın şahadeti… Bunların tümü benzer bir ihbardan olabilirdi. İhanet kokan bir gecede, haklılığımızı onaylarcasına zifiri karanlıkta yüreğimizin aydınlığıyla ilerlemeye devam ettik.
Daha sonra alacağımız bilgiler o gece düşüncelerimizi haklı çıkaracaktı. Gittiğimiz köy ajan köyüymüş. Çatışma günü de muhtarın bizi düşmana ihbar ettiği gelen bilgiler arasındaydı.
Rojbin Dilan