HABER MERKEZİ-
Pamuk kadar yumuşak, bıçak kadar keskin… Beyaz kar taneciklerinin gökyüzünden usulca toprağa dokunuşunu izlerken, gelecek günlerden bihaberdim. Ve belki de o an ilk ve son kez hayranlıkla izleyeceğim an olacaktı.
Bu beyaz ufacık kar taneleri. Lice’nin en güzel, en yüksek dağlarından biri olan Maç dağının silsilesindeydik. Bu dağlarda, bu patikalarda, sarp geçitlerde yüzlerce hatta binlerce gerillanın ayak izleri vardı. Ve şimdi ben, benden öncekilerin ayak izlerini takip ediyor ve patikaları arşınlıyordum. Uzaklardan gelen rüzgarın sesi yoldaşlarımın sesini getiriyordu bana. Geçtikleri her yerde iz bırakmışlardı çünkü. Ve yürürken tarihe bırakmışlardı bu izleri. Arkalarından gelecek olan ardılları için. Dolayısıyla dağların her yerinde gerillanın izi vardır. Ağaçların gölgesinde, dağların doruklarında, vadilerin kuytuluklarında. Ve belki de bizim de bizden sonrakiler için bu patikalarda bırakacağımız izler olacaktır.
1999 tarihinde yaşanan geri çekilme süreciydi. Gerillaya yaşamımdaki ilk yılımdı. Yaşayacaklarım ilk kış pratiği, ilk zorlu deneyimlerim olacaktı. Geri çekilme süreci yaklaşık dört aydır başlamıştı. Kış koşulları nedeniyle bir grup arkadaş eyalette kalmak zorundaydık. Arkadaşların kalacağını duyduğumda bu grubun içinde kesinlikle olmam gerektiğine karar verdim. Ancak arkadaşlar beni Güney’e göndermek istiyorlardı. Ben ise kalabilmek için ne gerekiyorsa yapacağıma dair arkadaşlara söz verdim. Sonunda arkadaşlar önerimi kabul ederek beni eyalette bırakmışlardı.
Sıra kış kampı hazırlıklarına gelmişti ve kar iyice bastırmadan yerimizi yapmak zorundaydık. Bir grup arkadaşla birlikte sabah erkenden uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra siyah yün çorabımı ayağıma geçirdim. Ardından kefiyemi başıma taktım. Ve yeni kampımızın yolunu tuttuk. Zirve boyunca durmadan yol aldık. Sağımız solumuz karlı bembeyaz tepelerle doluydu. Her yer bembeyaz, gelin gibi süslenmişti. Bir süre yolumuza devam ettikten sonra bir vadide öğle yemeği için ara verdik. Vadi yüksek tepelere nazaran daha az karlıydı. Bizim konakladığımız dere kenarında ise kar hemen hemen yok denilecek kadar azdı. Arkadaşlar yemek yapıyor ve çayı kaynatıyorlardı.
Sırtımı kayaya dayamış, yağan karı romantik romantik izlerken, bir anda Agîd arkadaşı yanı başımda buldum. “Hayrola Arya heval ne yapıyorsun?” dedi. Büyük bir heyecanla karı izlediğimi ve yağan bu karın çok etkileyici olduğunu söyledim.
Evet, etkileyiciydi. Hem de çok etkileyiciydi. Hayatımda ilk kez kar görüyordum ve bu benim için inanılmaz bir doğa harikasıydı. Ancak Agîd arkadaş “bu kadar harika göründüğüne bakma, bazen ölüm kadar soğuktur. Ne demek istediğimi ilerde yaşattığı bir zorlanma esnasında daha iyi anlarsın” demişti. O an anlamadığım kesindi. Ve sonra birlikte yemek yemeye gitmiştik.
Üstlendiğimiz kış yeri düşmana oldukça uzak ve yüksek bir dağın zirvesiydi. Sadece birkaç yüz metre zirvenin hemen altındaydık. Üslenme hazırlıklarını bitirmiş ve kış kampına geçmiştik. Bir bölüklük güçtük ve karargah olarak üstlenmiştik.
Bu kışın çok çetin bir kış olacağı çok öncesinden belliydi. Hemen hemen her arkadaş aynı fikirdeydi. Yaşadıkları tecrübeler doğayı daha yakından tanımaya vesile olmuştu. Dolayısıyla üstlenme hazırlıklarına sıkı sıkıya sarılıyorduk. Tek amacımız en son yapılacak bir operasyona takılmamaktı. Hazırlıklarımızı bitirdikten sonra rutin kamp planlaması artık başlamıştı. Düzenli eğitim görüyor ve eğitsel çalışmalara yoğunluk veriyorduk.
Ancak kar yağışı aralıksız hiç durmadan devam ediyordu. Aralık ayının sonu ve Ocak ayının başıyla birlikte yağan kar adeta metreleri bulmuştu. Yaklaşık bir hafta boyunca karın sürekli yağması çığın gelme olasılığını fazlasıyla tetikliyordu. Bulunduğumuz dağın zirvesinde kampa bakan yamacın hemen üzerinde çok büyük olmasa da bir kaya parçası vardı. Kar yağdıkça bu kaya parçası üzerinde birikiyor, zaman zaman kayıyordu. Bu durum ilk süreçlerde tehlike oluşturmuyordu. Belki de bize öyle geliyordu. Kar üst üste yağdıkça kayadan kopan kar topları öylece yuvarlanıyordu üzerimize. Her kar yağışıyla birlikte kar topları da gün geçtikçe büyümeye üzerimize gelmeye başlamıştı. Ancak yapacak en ufak bir şey yoktu. O saatten sonra gelecek bir çığ ihtimalini düşünsek de bu kampı bırakıp gitmek demek zaten kendimizi ölüme yatırmak olacaktı. Hem karda iz çıkaramazdık hem de başımızı koyabileceğimiz bir metre kara parçası yoktu. O yüzden hep birlikte sadece karın bir an önce durmasını umut ederek, sürekli kar yağışını takip ediyor ve sürekli yağan karları temizliyorduk.
Günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için sabah alınan planlama ile birlikte ben ve Ronahî arkadaş fırıncı olduk. Aynı zamanda mutfakçıydık. Birkaç arkadaşın dışında diğer arkadaşlar da soba için odun ve benzeri ihtiyaçları karşıladıktan sonra eğitime girmişlerdi. Kampımız tamamen yer altı sistemiydi ve sadece dışarı açılan bir tünelimiz vardı. Biz dışarı açılan tünelin koridorundaki ilk sığınaktaydık. Bu sığınak mutfak ve fırın sığınağıydı. Diğer sığınaklardan hem avantajlı hem de dezavantajlı olan yanları vardı. Avantajı hava alması için şöminenin bacasının olması, dezavantajı ise düşmana ateş ve dumanın görüntü vermemesi için dola yakın olmasıydı. Bu avantajları ve dezavantajları ilerleyen zamanda görecek ve ölümüne hissedecektim.
Sabah görevli olduğumuz için ben ve Ronahî arkadaş fırın hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra ekmeklerimizi yapmaya başladık. Saat 10.15’ti. Bir ara fenerimizin pili bittiği için arkadaşların yanına gitmiş ve lojistikçi olan Dağıstan arkadaştan pil istemiştim. Dağıstan arkadaş ise pillerin bahara kadar yetmesi için daha ihtiyatlı kullanılması gerektiği belirterek, ısıtıp pilleri tekrar kullanmamızı önermişti. Önermesine önermişti, ancak bu görevi bitirene kadar ihtiyacımızı görecek makul bir öneri değildi. Bir şey demeden geri dönmüştüm. Döndükten on, on beş dakika sonra şiddetli bir gürültüyle ne olduğunu anlamadan adeta yerle bir olurcasına sarsıldık. Bu öyle bir gürültüydü ki, kulaklarımızın zarını patlatırcasına kopan bir gürültü. Gözlerimizin önünde adeta yıldırımları, şimşekleri oluşturan bir gürültü. Ne olup bittiğini anlamak için kalkmak istedim. Ancak o zaman sığınağın çöktüğünü anlamıştım. Birkaç saniye önce karşımda oturan Ronahî arkadaş sığınağın içe çökmesi sonucu manganın sütunu arasında kalmıştı. Kıl payı ölümden kurtulmuştu. Sırtına aldığı odun darbesiyle zorlanıyordu. Onu sıkışan sütunun arasından kurtarmak için, birkaç dakika önce elimde olan feneri aramaya koyuldum. El yordamıyla feneri buldum. Bulur bulmaz sesin geldiği yöne doğru ışığı çevirdim. Ve sonra var gücümle Ronahî arkadaşı kendime doğru çekmeye çalıştım. Ve artık yanımdaydı. Manganın eni ve boyu yaklaşık üç-dört metre ya var ya da yoktu. Benim hiçbir yara almadan kurtulabilmem ise büyük bir tesadüftü. Sığınak yer altı olduğu için odunlar manganın içine doğru çökmüştü. Ben ise duvar dibinde olduğum için bu olaydan daha az zarar görmüştüm.
Bu şiddetli ve gürültülü patlamanın olsa olsa ciddi bir savaş uçağı vuruşu olabileceğini düşünmüştük. İkimizin de aklından, bir çığ, bir doğa felaketi olabileceği bir nebze de olsa geçmemişti. Ta ki zifiri karanlığa bürünmüş olan sığınağın içindeki karları hissedene kadar. Tünelin kapısına yönelmek için harekete geçmek istediysek de, tünel de tıpkı manga gibi çökmüştü. Tünelin kapısı dışında diğer çıkış şansı sadece şöminenin bacasıydı, ancak baca da tamamen kapanmıştı. Üzerimize çığ gelmeden önce zaten yaklaşık iki-üç metre kar bacanın üzerinde birikmişti. Biz sürekli bacanın etrafını açarak içeride oluşan dumanı kontrol altına almaya çalıyorduk. Oysa şimdi metrelerce kar yığınıyla birlikte kaç metre karın altında kaldığımızı tahmin etmek mümkün değildi. Birkaç dakika boyunca neler yapabileceğimizi düşündük. Bu daracık, sıkışmış olduğumuz yerden kendimizi nasıl ama nasıl kurtarabilirdik? Bu gerçekten mümkün müydü? Kendimizi gerçekten kurtarabilir miydik? Bakındığımız her yer sonuçsuz kalıyordu ve bu sonuçsuzluk umudumuzu yitirmemize neden oluyordu. Bu en azından benim açımdan böyleydi.
Ronahî arkadaş sürekli bir şeyler yapmak gerektiğini ve bir çıkış yolu bulmamız gerektiğini söylüyordu. Bu konuda girişimci ve inatla yaklaşıyordu. O bana göre oldukça eski ve kadim bir gerillaydı. Dolayısıyla ne yapıp edip buradan kurtulmanın bir yolunu bulma arayışındaydı. Şöminenin içini dolduran kar yanan ateşi söndürmüştü. Ve içerisi yavaş yavaş duman dolmaya başlıyordu. İçeriyi duman kapladıkça, artık nefes alamıyor boğulma tehlikesi geçiriyorduk. Adeta bir güç boğazımıza sarılmış, bizi boğmak istiyordu. Boğazımız yırtılırcasına öksürüyor ve nefes almaya çalışıyorduk. Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum. Çünkü zaman durmuştu, zaman kaybolmuştu sanki. Bir süre böyle devam etti. Ve daha sonra boğazımızdaki yanmanın yavaş yavaş geçtiğini, sığınağın hava aldığını fark ettik. İçerde ki duman artık temizleniyor ve kendimize geliyorduk. Anlaşılan sığınağın içi bir yerlerden hava alıyordu ve bu yer şöminenin bacasıydı.
Ronahî arkadaş, “Arya içinde yemek yaptığımız tava nerede olabilir” diye sordu. Ben de “üzerimize çığ gelmeden önce en son sütunun yanındaki taşın üstündeydi” dedim. Her ikimiz de el yordamıyla tavayı aramaya koyulduk. Tavayı bulduğum gibi büyük bir sevinçle Ronahî arkadaşa uzattım. Şöminenin içine dolan karı boşaltmaya çalışarak buradan kurtulacağımızı söyledi. Şöminenin içindeki karı alarak, sığınağın bir köşesine yığmaya başladık. Ancak şömine o kadar çok dolmuştu ki, şöminedeki bu karı içeri alacak yerimiz dahi yoktu. Karı temizlemeye çalıştıkça kara boğuluyorduk. Hareket sahamız hemen hemen yok denilecek kadar kalmamıştı. Biraz kar temizledikten sonra ellerim donmaya başlamış ve adeta yüreğimi sızlatıyordu. Karla temas içinde olan ellerim artık tutmuyor ve soğuktan dişlerimin gıcırdadığını hissediyordum. Bu öylesine bir acıydı ki, keskin bir bıçağın darbelerini vücudumun her yerinde hissetmek gibiydi. Aralıksız alınan bıçak darbeleri gibi. Bu acıya daha fazla dayanamayıp öylece kalakalmıştım. İçten içe anneme neden beni daha soğuk bir iklimde dünyaya getirmediğine içerleniyordum. Belki o zaman soğuğa karşı vücudum daha dirençli olabilirdi. Bu da benim için gerillada büyük bir avantaja dönüşebilirdi. Elbette ki garipti. Ne alaka da denilebilir. Ancak insan bazen böylesi anlarda olur olmaz her şeyi düşünebiliyor işte. Belki de benim ki canımın acısından duyduğum inceden inceye bir sitemdi. Kim bilir belki de gerçekti.
Dinlediğim gerilla hikayelerinde karda uyumanın ölüm uykusu olduğunu söylemişlerdi. O an, o sözler geldi aklıma. Kendi kendime ölüm denen şey bu olsa gerek dedim. Dolayısıyla daha az acı çekerek ölmenin tek çıkış yolu vardı. O da kendini uykuya teslim etmekti. Bu benim içimde yaşadığım bir yoğunlaşmaydı. Ve bunu Ronahî arkadaşla paylaşmaya çekiniyordum. Bir gerilla olarak ölüme bu kadar çabuk teslim olamazdım. Olmamalıydım. Ancak yapacak bir şey yoktu benim için. Soğuk tüm bedenimi esir almıştı. Vücudumun hiçbir yeri hareket etmiyordu. Kıvranarak acısını hissettiğim soğukluk yavaş yavaş vücudumu uyuşturmuştu. Bu uyuşukluk ayaklarımdan, bacaklarıma kadar tırmanmıştı ve birkaç dakikaya kalmaz kalbime ulaşması ile sonuçlanacağının düşüncesi içerisindeydim. Ronahî arkadaş durmadan kar atmaya çalışırken, benden ses çıkmayınca “Arya sakın uyuma, karda uyumak ölümdür. Kar uykusu ölümün habercisidir. Lütfen uyuma ve benimle konuş” diyordu. O beni konuşturmaya çalışsa da ben yoğunlaştığım düşüncenin yoluna adım adım yakınlaşmıştım. Artık istesem de istemesem de engel olamadığım bir uyku gözlerimi git gide ağırlaştırıyordu. Bu durumu Ronahî arkadaş fark etmişti. Bana yerimde hareket etmemi söyledi. O an hatırladığım ayaklarımı uzatmamı istemesiydi. Ayaklarımı uzattıktan sonra kendi ayağından çıkardığı mekapları var gücüyle dizlerime, bacaklarıma vurmaya başladı. Ben her ne kadar bu vuruşları hissetmesem de ölümü yenmeye dönük vuruşlardı. Ronahî arkadaş vurdukça hareket etmemi istiyordu. Bir taraftan beni kollarına alarak “hadi Arya bu kadar çabuk teslim olamayız, biraz daha gayret” diyordu. Ve tüm bedenimi salladıkça sallıyordu. Ne kadar hareket etmeye çalıştıysam da yapamıyordum. Doğrulmaya çalışınca ayaklarıma basamıyor, bedenim tekrar dizlerimin üzerine çöküyordu. Artık git gide Ronahî arkadaşın sesinde bir öfke, bir hırçınlık olduğunu hissediyordum. Ve ses tonunun yavaş yavaş acıya, çaresizliğe dönüştüğünü karanlığın içinde duyumsuyordum. Sığınağın içinde üzerinde durabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Sadece bulduğumuz bir torba bulgurun dışında. Ronahî arkadaş bulgur torbasını çekerek, beni torbanın üzerine oturttu. Amacı karla olan temasımı kesmekti. Daha sonra ellerimi, koltuğunun arasına yerleştirerek kendi vücudunun ısısıyla ısıtmaya çalıştı. Tüm bu çabalarından sonra vücudumun yavaş yavaş ısındıkça karıncalandığını hissettim. Ve sonra inanılmaz bir acı duyduğumu ona söyledim. “Tamam başardık o zaman. Bu acı az sonra geçecek ve her şey yoluna girecek” diyordu.
Karanlıkta birbirimizi görmüyorduk ancak yine bir şeylerle uğraştığını hissediyordum. Belindeki şütüğün altına bağladığı kefiyeyi bana vermek için çıkarmaya çalışıyordu. Kefiyeyi çıkardıktan sonra başıma sarmak için elleri yüzümde geziniyordu. O kadar acılı bir anda dahi espri anlayışından hiçbir şey kaybetmeden “kafan nerede Arya” diyerek gülmeye başladı. Ve sonra ölüm kokan o karanlık, o soğuk, o mezarı andıran birkaç metre karede gülüşlerimiz önce duvarlara çarpıyor ve sonra içimizi ısıtıyordu.
Evet, gerillada yaşam yoldaşının sıcacık gülümseyişleriyle örülür. Karın en dondurucu soğuğunda yoldaşının sıcacık tebessümü içindeki buzları eritir. Bu sözlerin hakikatini işte o an, o dakika ölümle kol kola gezerken derinden hissediyordum. Bu sözler öylesine söylenmiş sözler değildi. Bu sözler ölümle sınanmış, hayatın ta gerçeğiydi. İçi umut doluydu, inançla ve azimle… Bu dağlarda bizim gibi onlarca bu gibi durumları yaşamış yoldaşların deneyimleriyle sınanmış bir gerçeklikti. Acı ama umutla bakan gözlerdeki gerçekti. En büyük özlemler, hasretler yerini umutlara bırakıyordu. O an zorluklar yıldırmıyordu gerillayı. Zorluklar güçsüz kılmıyordu gerillayı. Deneyimi her ne kadar ölümü sınamaktan geçse de zorluklar daha büyük başarılara, güzelliklere basamak yapılıyordu. Zoru yaşamak, beraberinde güzelliğe daha fazla anlam yüklemeyi getirir. Gerillayı, yoldaşlık sevgisini daha anlamlı kılan, büyüten, olgunlaştıran, zorluklardır.
Özgürlük mücadelesinde gerillanın sorumlulukları büyük olduğu kadar yüreği bu sorumlulukları yüklenecek kadar sağlam, kişiliği azimli, ruhu direngen, sözü pektir. Yanı başındaki yoldaşının yaşam sorumluluğu onun kendisine duyduğu sorumluluktan daha fazla anlam içerir. Çünkü yoldaşıyla arasında kenetlenen bağlar vardır. Bu bağ ki kimi zaman ölümü, kimi zaman yaşamı birbiri uğruna paylaşacak kadar iç içe geçmiş bir maneviyattır.
Ben bu duygular içerisindeyken, belinden çıkardığı kefiyeyi başıma bağladıktan sonra şütüğünün bir ucunu benim ayaklarıma, diğer ucunu kendi ayaklarına dolayarak, az da olsa ısınmamızı sağlamaya çalışıyordu. Zaman biraz daha geçince vücudumun ısındığını hissetmeye başladım. Bir yaşam mücadelesi, hayatta kalma mücadelesi veriyorduk. Bu dağlarda gerilla olarak düşmana karşı verdiğimiz özgürlük mücadelesi yanında doğanın zorlu koşullarına karşı da mücadele vermeliydik. İster düşmana karşı verilen mücadele olsun, ister doğanın zorlu koşullarına karşı olsun bu hiç fark etmezdi. O yüzden düşman karşısında kazanılan yaşam, bu zorlu doğa koşulları karşısında da ne olursa olsun kazanılmalıydı. Ölüm bu kadar rahat olamazdı bizler için. Daha yapacak çok görevimiz ve sorumluluklarımız vardı. Bu ülke ve bu ülkenin yiğit Kürt halkı için. Ölümü tercih etmek en kolay olanıydı. Önemli olan zoru başarmak ve içinde bulunduğumuz koşullarda ölüm denilen rahat tercihi kendimize kabul etmemekti.
Ronahî arkadaş yaklaşık sekiz yıllık bir gerillaydı. Amed’de, Garzan’da ve çeşitli zorlu alanlarda pratik geçirmişti. Onca ölüm bariyerlerini aşmış, eylemlerde yer almış bir arkadaş olarak bu tarz bir ölümü asla kabullenmiyordu. Onun bu inançlı, kararlı, iddialı duruşu beni kendimden utandırıyor ve yaşam umuduna daha sıkı sarılmam gerektiğini gösteriyordu. Ve sonra bir saat önce düşündüklerim beynimde tuzla buz oluyordu. Evet, kendimi koyvermemeliydim. Mücadele etmeliydim, hem de gereğinden fazla mücadele etmeliydim. Bu düşünceler beni daha fazla kendime getiriyor ve kendimi iyi hissediyordum. Ancak hala hayatta kalma mücadelesini tümüyle kazanmamıştık. Ama ne önemi vardı ki, Ronahî arkadaş o karanlığın dehlizlerinde ruhumu arındırmıştı. İçinde bulunduğumuz enkaz yığınına dönüşmüş sığınak, artık ölüm kokmuyordu. Ölüm saçmıyordu. Onun sıcacık içten sevgisiyle ısınıyor, tüm sınırları aşıyordum. Bedenim her ne kadar tutsak olsa da…
Arada bir sohbetler ediyorduk. Uyumamak için kendimizi koruyor, bazen duygusal, bazen felsefik, bazen komik sohbetlere girişiyorduk. Belki de tartışılacak hiçbir konu bırakmamıştık. Şarkılar söylüyor, kampımızda bulunan tüm arkadaşların bir bir isimlerini haykırıyorduk. Ancak zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Adeta saniyeler aylara, dakikalar yıllara, saatler asırlara dönüşüyordu. Acaba bizim dışımızda kurtulan arkadaş var mıydı? Bizim gibi diğer sığınaklarda mahsur kalan ve kurtarılmayı bekleyen birileri daha var mıydı? Ve ardı arkası kesilmeyen onlarca soru beynimize hücum ediyordu. Acabalarla dolu düşüncelerimizi birbirimize söylemeye dahi cesaret edemeden, içinde bulunduğumuz karanlıkta sessizleşiyorduk. Bazen de birbirimizin yüzünü göremezsek de ses tonlarımız, yaşadığımız duyguların iniş çıkışlarını taşıyordu kulaklarımıza. Ve sonra yüreğimize…
Ve ben bütün bunları ilk defa yaşıyordum. Zaman zaman kendimle, zaman zaman Ronahî arkadaşla konuşarak, dalıp gidiyordum öylece. Bizler güneşin çocuklarıydık. Yüreğimizi onun ısısıyla ısıtıyor ve diri tutmaya çalışıyorduk. Kolumuzdaki saat olmazsa hangi demde olduğumuzu, ne kadar zaman geçtiğini dahi bilemeyecektik. Çünkü fenerimizin de artık pilleri tükenmişti. Öylece karanlıkta kalmıştık. Arada bir saate bakıyor ve saatin kaç olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Ve sonra eğer soğuktan şehit düşmezsek ne kadar süre yaşayabileceğimizin kritiğini yapıyorduk. Karın içinde hamura dönüşen biraz ekmeğimiz, birkaç kutu salçamız ve bir torba dolusu bulgurumuz vardı. Bu iyiye işaretti elbette. En azından açlıktan ölmeyeceğimiz kesindi. Bu erzakların bizi bahara kadar çıkaracağı açıktı. Ve sonra gülüşerek, şanslıyız diyorduk.
Bir ara ayaklarıma dokununca içimin ürperdiğini hissettim. Ayaklarım o kadar şişmişlerdi ki, kocaman olmuşlardı. Eh Ronahî arkadaştan yediğim dayakların etkisi de göz ardı edilemez elbette. Ancak kendime kabul ettirmem gereken daha çok şey vardı. Örneğin yaptığımız planlama dışında gelişebilecek olasılıklara karşı hazırlıklı olmam gerekiyordu. Mesela bu şartlara dayanamayan bedenlerimiz teslim olursa ölüme… Ne olurdu, ya da neler olacaktı. İçten içe düşünmeden edemiyor ve düşüncesinin dahi yüreğimi buza kestiği bu gerçeği aklımdan atmaya çalışıyordum. Kesinlikle bedeni ilk teslim olması gereken biri varsa, o ben olayım diyerek içimdeki gizli güce yalvarıyordum adeta…
Kar yağışının devam edip etmediğini sığınağın içindeki sütunların çıkardığı gıcırdamalarla hissediyorduk. Yağan karın uyguladığı basınç direklerin kendini ayakta tutmasını zorlaştırıyordu. Dolayısıyla her an üzerimize çökecek gibi sesler çıkarıyordu. Bazen nefes alışımız dahi sığınağın havasını etkiliyordu. Enkazın altında kalmak belki de böylesi bir şeydi.
Devam edecek…