Barış dedikçe başsız bedenlerle kendi ölülerimizi darağacında gördük. Artık barıştan korktuk, savaştan kaçar gibi. Gelecek de öldürülüyor diye haykırıyoruz.
Mahir Yılmazkaya’nın derlediği dizimize şehit Hêvî Şanoger’in (Gafur Doğan) günlüğüyle devam ediyoruz.
GERİLLA, ŞAİR, TİYATROCU
Hêvî Şanoger (Gafur Doğan), 27 Ağustos 2004’te Kürt Tiyatro Festivali’ne katılmak için Mexmûr’dan Kerkük’e giderken meydana gelen trafik kazasında şehit düştü. Qoser (Kızıltepe) doğumlu olan ve devrimci sanat mücadelesini İzmir MKM’de tiyatro çalışmalarıyla sürdüren Hêvî Şanoger, kültür ve sanat alanında yaşadığı zenginlik, derinlik sonucu Kürt Özgürlük Hareketi’ne gerilla olarak katıldı. PKK sanatında ve tiyatrosunda çok önemli bir emeğin sahibi olduğu. Dağdaki çalışmalarında devrimci sanatın gelişimine büyük katkılar sunduğu. Dağda birçok oyun yazdı, oynadı ve yönetti. Gerilla yaşamındaki sanatsallığı ve gerilla mücadelesinin değiştirdiği toplumu, gerillayı, gerillanın kendi özgün diliyle anlattı. Olanak buldukça oyunlarıyla bunu halka da sundu. Özgür yaşam felsefesini sanatsal olarak kişiliğinde pratikleştirdi. Sadece kendisini değil onlarca arkadaşını gerilla saflarına katarak sanatın topluma ait olduğunu, bireyciliğin sanatın ve sanatçının ölümü, toplumsallığın ise ölümsüzlük anlamına geldiğini pratiğiyle ortaya koydu. Hem yaşamında hem yazıp sergilediği oyunlarında Kürtçeyi en güzel kullananlardandı. Bu özelliğini yazdığı şiirleriyle de her daim gösterdi.
ÇÖLDE MÜLTECİ KİMLİĞİMİZLE KALDIK
Hêvî Şanoger, Mexmûr Mülteci Kampı’na dikkat çektiği günlüğünde, kendine özgün diliyle gerçekten sakınmadan dokunuyor Kürtlerin yaralı ruhuna: “Her şey ruhumuza yapılan sarkıntılıkla ve düşüncelerimize yapılan tecavüz ile başladı. Önce evlerimiz yıkıldı ve geride dönülmez bir maceranın içinde bulduk kendimizi.
Arkamızda hiçbir şey kalmadı, geleceğe yönelik umutlarımızın dışında. Bir de onurumuz. Ayaklar altında çiğnenmesin diye göğsümüzde taşıyorduk. Gittiğimiz her yerde. Yollara koyulduk, dağlara vurduk kendimizi, beraberimizde geçmişimizi de taşıyarak. Geçmişimiz sırtımızda bir kambur gibiydi, önceleri utanırdık kamburluğumuzdan, kesenlerimiz bile vardı kendi kamburlarını ama hiçbir zaman izi geçmemişti ve durmadan kanıyordu.
Kimliksizdik, artık sürgündeydik, evlerimizi, çadırlarımızı kendimiz yakmıştık Ninova önlerinde, çölün orta yerinde, çırılçıplak bedenimiz ve mülteci kimliğimizle kala kaldık. Utanmıyorduk, çünkü artık kimliksizdik. Kendi topraklarımızda mülteciydik. Nöbetimizi tutan insanlarla aynı dili konuşuyorduk, sadece düşüncelerimiz ve duygularımız farklıydı.
İHANETİN SURATINA TÜKÜREREK
Utanmıyorduk, çünkü utanacak olanlar biz değildik. Geride kalan bir avuç kül ve toprağa süzülen gözyaşlarımız kalmıştı. Bir de bebeklerimizin dudaklarında buruk ve yarım kalan bir gülüş. Geleceğimiz için analarımızın memelerinde süt damlaları ve gençlerimizin yüreğindeki aşk kalmıştı, ihanetin suratına tükürerek.
ARTIK BARIŞTAN KORKTUK
Öyle bir yerdeydik ki ne savaşı destekleyebiliyorduk ne de barışın gelmesini istiyorduk. Her yer kabusa dönüşmüştü. Sınırlarımız ölenlerin cesetleri ile çevrilmişti. Barışı getirmenin yolu insanları öldürmek ise savaşın zararı ne? Barışın yararı kime ne? Biz barış dedikçe, başsız bedenlerle kendi ölülerimizi darağacında gördük. Artık barıştan korktuk, savaştan kaçar gibi. Çocuklarımızın ölümüne üzülmüyoruz, gelecek öldürülüyor diye haykırıyoruz.
Büyük bir insanlık utancıdır 21. yüzyılda küçücük çocukların açlıktan, hastalıktan ölmeleri. İlaç yokluğundan bir yaşamın son buluşu, kuyu suyunun bile reva görülmesi ve yeni doğan bir bebeğin toprağa gömülmesi, 21. yüzyılda utançtır.
YÜK KAMYONUYLA SAHRAYA TAŞINDIK
Bir geceleyin ansızın yük kamyonlarıyla sahraya taşındık. Gözlerimizin görebildiği her yer sis perdesi ve karanlık, uçsuz bucaksız bir sükunet ve gecenin mahmurluğu kulaklarımıza hakimdi. Sanki bir mezarlığa taşınmış gibiydik. Her yer uykudaydı. Gece bile mışıl mışıl uyuyordu. Üzerine bastığımız toprak, bekaretini kaybetmiş bir yatalaktı. Hani hafiften bir rüzgar esse yaşama dair bir şeyler hissedilecekti. Sanki çöl pusuya yatmıştı, bizi orada istemediği her halinden belliydi. Ama biz de çöle, sürgüne gönderilmiştik.
AKREPLER GELECEĞİMİZE SALDIRDI
Çöl uykudaydı. Ama uyumayan birileri vardı. Siyah akrepler. Onlardan habersiz sınırlarına giriş yapmıştık. Kimliğimiz de yoktu. Kendimiz vardık ve geçmişimizi doğrulayan yaşlılarımız, geleceğimizi temsil eden çocuklarımız vardı yanımızda. Akrepler geçmişimize dokunmadılar, geleceğimize saldırdılar. İlk gecede yetmiş (70) kişi akreplerin zehriyle zehirlendi.
İLK İŞİMİZ MEZARDI
Yarın ki ilk işimiz, her şeyden tez Mexmûr Kampı’na bir mezar yapmak oldu. Toprak bastı parasını, bedel vererek ödedik. Gittiğimiz her yerde bedel ödediğimiz gibi. Mezarlıklarımız durmadan büyüyordu. Dokunduğumuz her şey kendi sınırları içinde ölüme dönüyordu, sıcaklığın ve aptallığın çölünde. Ölülerimizle kendi bedenlerimiz arasında bir fark vardı, onlar toprakta biz ise ayaktaydık.
Ta ki çölün ortasında ölümün kapılarını kapatıncaya değin. Ölümü; sıcaklığın çölünde, çocuk parkında çocukların umut dolu gözleri ile vurduk. Fırtınaya tutulan kalbimizin örüklerini çözdük, zamanın infazından. Usulca yaralarımıza dokunduk. Baldırı çıplak çocukların güneşte yanan tenlerine dokunduk sevgiyle, pörsümüş göğüsleriyle çocuklara süt veren annelere baktık, gelecek kokuyordu gülüşleri.
HALKIMLAYIM ÇÖL FIRTINASINDA
Halkımlayım çöl fırtınasında, kimliksiz arayışımla yüreğim hala asidir fırtınada. Rüzgar işitmez sözcüklerimi, zamanı kaybolmuş aşkların randevusunda, gelecek kokan güzel yüzlü insanların sevgisinde.”
Kaynak: ANF/Mahir YILMAZKAYA