HABER MERKEZİ
Sabah olmuş, akşam yapılan uyarılara güneş doğuncaya kadar harfiyen uyulmuştu. Bütün günümüz manga yerleri yapmakla geçmişti. 10 Mart 1997 senesiydi.
Günler günleri kovalıyordu ve bizi en çok yağmurun yağışı veya ondan daha kötüsü adeta bazen yaşamı felç eden dolu yağışı zorluyordu. Newroz bayramı gelip çatmıştı. Genelde Newroz bayramı gerillada coşkuyla kutlanırken, herhangi bir hazırlık imkânımız olmadığından biz sadece ateş yakmakla yetinecektik. Akşama doğru, bir grup arkadaş Şırnak karşısında bizden uzak bir yerde ateş yakmak için gönderilmişti. Bir grup da Kumçatı (Der-güle) tarafında yüksek bir yerde ateş yakmak için gönderilmişti. Kutlama imkânımız olmasa da halkımız için ateş yakacak, onların Newroz bayramını kutlayacaktık. Ateşimizi gördüklerinde sevineceklerdi çünkü biz de onların ateşlerini gördüğümüzde seviniyorduk. Akşama doğru yüksek tepelerde ateşler yanmaya başlamış fakat karanlık olur olmaz başlayan yağmur, arkadaşların yaktığı ateşleri kısa bir sürede söndürmüştü.
Ateş yakmak için giden gruplar geldiklerinde, Mazlum yoldaş oldukça öfkeliydi.
“Kolay gelsin Mazlum yoldaş, görev nasıl geçti?”
“Sağ ol yoldaş, sence iyi desem gerçekten de yerinde mi olacak? Bu akşam içimden özgürlük için daha fazla savaşmak ve mücadele etmek geliyor. Özgürlüğün ne anlama geldiğini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ben bayramımı rahat kutlamıyorum. Dağdayım, elimde silah var ama halkımız silahsız, savunmasız. İçimden dağları yıkmak geliyor yoldaş.”
“Haklısın Mazlum yoldaş öfkene katılıyorum, ama biz de onun için mücadele ediyoruz. Yoksa ne diye günlerce naylon çadırın altında yolda, tepede, karda, en zor koşullarda kalalım. Hepsi özgürlük içindir. İnsan özgürlük uğruna bin defa ölse de azdır Mazlum yoldaş. Şimdi gel bizim mangaya gidelim. Orada elbiselerini kurutursun, bir çay içeriz. Takım komutanımız da oradadır. Hem tekmil verirsin, hem de Gabar yoldaşla geceyi neşelendiririz.”
29 Mart günü öğlen saatlerinde bir arkadaş yanıma gelerek; “Yönetime git, seni çağırıyorlar.”
Manganın kapısına varmıştım. Müsaade istedikten sonra içeriye girdiğimde takım komutanımız dışında, Bedran, Koçer, Aldar, Newroz ve Têkoşîn arkadaşlar da oturmuşlardı. Takım komutanımız Berxwedan arkadaş; “Yoldaşlar toplanmamızın nedeni bir görevdir. Bedran, Kahraman ve Aldar arkadaşlar Besta’ya gidecekler. Garzan eyaletinden gelen bir grubu Besta’ya kadar götüreceksiniz. Oraya kadar grup sizin sorumluluğunuzda olacak. Ondan sonraki göreviniz de Gabar gücü için Haftanin’den gönderilen elbiseleri Beytüşşebap gücünün yanından alıp dönmek olacak. Söylemek istediğiniz bir nokta veya hazır olmayan bir arkadaş var mı? Öyleyse başarılar ve çok dikkatli olun. O yoldaşlar buraya gelene kadar uzun zamandır yoldalar, yorulmuşlar, çok tehlikeler geçirmişler. Buradan oraya kadar da yoldaşlar size emanettir. Eruh-Şırnak yolunu geçerken çok dikkat edin, orası tehlikelidir. Duyarlı olun…”
Grup olarak da aramızda tartışmıştık. Aldar arkadaşla birlikte öncü olacaktık. Özellikle tehlike arz eden yerlerde önde yürüyecektik. Diğer arkadaşlar da bizi takip edeceklerdi. Besta’ya giderken Serxwebun-Çırav arasındaki bu yerden gidilmesi gerekiyordu. Grup gelinceye kadar burada keşif yapacaktık. Arkadaşlar karanlıkta geleceklerdi. Aldar arkadaşla birlikte görüntü vermeden yerimize ulaşmıştık. Keşif yapacağımız esas yerler Eruh-Şırnak yolu yani düşmanın bazen pusu attığı geçiş hattımızdı. Ayrıca Aldar arkadaş suyu da kontrol etmişti. Şimdilik her şey normal görünüyordu.
Karanlık çöktüğünde grup bize yetişmiş ve Besta’ya doğru harekete geçmiştik. Herhangi bir sorunla karşılaşmamış, yolu da kazasız, belasız geçmiştik artık önümüzdeki en önemli zorluk Bestler arazisinin çamurlu yollarıydı. Bir süre, daha önceden dozerle açılmış olan araba yolundan ilerlemiş, sonrasında girdiğimiz patikadan da bir saat yürüdükten sonra kısa bir mola vermiştik. Hava o kadar soğuk ki ayakta uyuyanlar oluyordu.
Noktaya vardığımızda birkaç arkadaş bizi karşılamış ve nerede kalacağımızı söylemişti. Grubumuz gösterilen yerlere manga manga yerleşmiş, oranın yönetiminden bir arkadaşa tekmil verilmişti. Gerillada misafirperverlik deniliyor ama gerçekte yoldaşlık ilişkisi ve saygısı daha geçerli bir kavram. Oraya bağlı yoldaşlar arkadaşların çay, yemek ihtiyaçlarını karşılıyorlar, sıcak yaklaşımlarıyla arkadaşları rahat ettirmeye çalışıyorlardı. Tekmilimizi verdikten sonra da arkadaşlarla uzun uzun sohbet etmiştik.
Ertesi gün, getirdiğimiz grup Cudi’ye doğru yola çıkmıştı. Kurye grubu olarak bir araya gelmiş, yol sürecinin tekmilini aldıktan sonra yeniden düzenleme yapmıştık. Şiyar arkadaşın arkasında tek sıra halinde Avyan köyüne doğru ilerliyorduk. Avyan köyüne 15 dakika kala, son bir kez daha şansımızı denediğimizde bu sefer cihaz bağlantısı kurulmuştu. Seslerini duyunca yorgunluğumuzu biraz olsun unutmuştuk.
“Herhalde size yakınız. Bir kurşun sıkacağız!”
“Tamam, sıkın, o merkezde durun, sizi almak için arkadaşları göndereceğiz.” Konuşan Beytüşşebap gücünün sorumlusuydu. Bir süre bekledikten sonra arkadaşlar bizi almaya gelmişti. İki gün orada kaldıktan sonra elbiseleri iki katıra yükleyerek Besta’ya geri dönmek üzere yola çıktık. Uzun bir yürüyüşten sonra uyumak için bir kapta ara verdik. Sabah olduğunda akşamdan yağan yağmur artık durmuştu. Bedran arkadaş; “Hadi hazırlanın gideceğiz.” demişti. “Neden ne oldu?”
“Buradan bir saat ötede bir grup var, gidip onları alacak ve onları da Gabar’a götüreceğiz. Bu akşam onların yanında kalacak, yarın akşam da yola çıkacağız. Ne grubu olduğunu, nereye gittiklerini bilmiyorum, tek bildiğim Ahmet Rapo arkadaşın da onlarla birlikte olduğudur.”
“Tamam, o zaman hemen gidelim ki, karanlık olmadan noktalarına yetişelim. Bestler’in hava koşulları hiç belli olmaz, bir bakarsın bir anda değişebilir, yağmura yakalanabiliriz.”
Ahmet Rapo arkadaşı 1994 yılından bu yana görmemiştim. Gerçi o zaman da fazla görüşememiştik. Operasyondan sonra Güney’e geçmişti ve görüşmeyeli üç-dört yıl olmuştu. Noktaya vardığımızda grubun 5-6 mangadan oluştuğunu görmüştük. Bu durum, gidiş için bir hayli zorluk yaratabilirdi. Ahmet arkadaşın olduğu mangaya gittiğimizde Ahmet arkadaş Gabar gücü olup olmadığımızı sorduktan sonra her birimizin ismini sormuştu;“Sayımız kırktır, sizlerle birlikte kırk beş kişi oluyoruz. Dikkatli olmazsak kötü olur değil mi?”
“Evet yoldaş.”
Sabah kalktığımızda hava bulutluydu. Öğleden sonra biraz yağan yağmurun ardından kar yağmaya başlamış ve yerleri beyazlattıktan sonra durmuş ve ak-şama doğru, yerini bütün bulutla-rı bir tarafa dağıtan kuzey rüzgârına bırakmıştı. Ahmet arkadaş, yol için dikkat edilmesi gereken konular üzerine biraz konuştuktan sonra, bastıran karanlıkla birlikte bizler de karanlığa karışıyorduk.
Şırnak yolunun yakınına gelmiştik. Geldiğimiz günden bu yana sular kabarmıştı. Mecburen suya vurarak geçtik fakat sudan çıktıktan beş dakika sonra şalvarlarımız soğuktan tahta gibi olmuş. Bu durumda durmak tehlikeli olduğundan hiç durmadan yürümeye devam etmiştik. Kızılsu kenarına geldiğimizde hepimiz durmuş, şaşkın gözlerle suya bakakalmıştık. Kızılsu da en az Dicle suyu kadar olmuştu.
“Ahmet arkadaş ne yapalım?”
“Hele bir dakika durun. Suya dayanıklı dört güçlü arkadaş çıksın.” Arkadaşlar çıkınca “Şutiklerinizi açın, on-yirmi metre yeterlidir fakat sağlam olsun. Biraz çabuk olun. Soğuktan şehit vermek iyi olmaz. Şutiğin başını alarak karşıya geçin.” Dört arkadaş el ele tutuşarak suya indiklerinde su göğüslerine kadar geliyordu. Ahmet yoldaş sürekli oradan oraya koşuyor, bizlere de “Hadi yerinizde durmayın, suyu geçen durmasın, spor yapın, zıplayın!” diyordu. Şutiğe tutuna tutuna tek tek sudan geçiliyor ve her arkadaşın sudan geçişi üç-dört dakikayı buluyordu. Karşıya geçenler ıslanıyor ve kuzey rüzgârı da buna eklenince arkadaşları bir hayli zorluyordu. Öyle ki diğer tarafa geçen arkadaşlardan bir iki tanesi soğuktan bayılmıştı. Herkes geçtikten sonra Ahmet yoldaş; “Kahraman! Bedran! Yoldaş hiç durmadan yürüyün, duran olursa, donar. Zaten sabah oluyor, üç saatte ne kadar sağlam bir yere ulaşabileceğimiz de belli değil ama yine de mümkün olduğunca hızlı yürüyün.”
Hiç durmadan yürüyorduk. Bazen grup koptuğunda arkadan gelen “Durun!” talimatıyla durduğumuzda her ne kadar karşı koymaya çalışsak da ölüm uykusu bastırıyordu. Sabah olmak üzereydi ve biz halen Şırnak ve Dergule taburlarının karşısındaydık. Ahmet arkadaş bir öne bir arkaya gidip geliyor ve bütün arkadaşların yürümesini sağlamaya çalışıyordu. Bir ara öne geldiğinde Ahmet arkadaşla sohbete başlamıştık. İlk başlarda beni tanımamasına rağmen eski ismimi söyleyince hatırlamıştı. Onunla birlikte kaldığımız taburda yaşadıklarımızdan bahsederken yolun nasıl gittiğini anlamamış ve hiç farkına varmadan tehlikeli yeri aşmıştık. Artık güneş doğsa da fazla bir şey değişmezdi. Öğlene kadar orada kaldıktan sonra öğlen saatlerinde birliğe ulaşmak için hareket etmiştik. İki saatlik bir yürüyüşün sonunda, Zıvıngo köyüne gelmiş olan birliğimize ulaşmıştık. Geceyi bizim birliğimizde geçiren Ahmet arkadaşın grubu sabah erkenden bölge komutanımızın da yanlarında olduğu Gabar’daki diğer birliğin yanına gitmişti. Sadece bu grubu sağlam bir şekilde Gabar’a ulaştırmak için gelen Ahmet arkadaş, grubu teslim ettikten sonra tekrar yerine dönecekti.
Ahmet arkadaş öğlen saatlerinde beraberindeki dört yeni savaşçı ve iki de eski arkadaşla Gabar’dan geri dönmüştü. Hep beraber çimenlik bir yerde oturmuştuk. Ahmet arkadaşla sohbet etmek başlı başına bir moral ve eğitimdi. Akşama kadar sohbet ettikten sonra, birlikte Kızılsu kenarına giderek biraz aşağıya, suyun ikiye bölündüğü yere gittiğimizde Ahmet arkadaş buranın uygun olduğunu söylemişti. Hawar ve Rıfat arkadaşlar da bizimle beraberdi. Ahmet arkadaş; “Hadi şutiklerinizi açarak birbirine bağlayın. Buranın genişliği otuz metre kadar var.” Ahmet arkadaşla birlikte olan eski arkadaşlar şutiğin bir başından tutarak karşıya geçtikten sonra biri orada kalırken, diğeri tekrar bizim yanımıza dönmüştü. Yeni olan arkadaşları tek tek karşıya geçirdikten sonra onlarla da vedalaşmıştık.
Sudan en son Ahmet arkadaş geçmişti, “Kendinize iyi bakın, dikkatli olun, hoşça kalın!”
“Başarılar yoldaş!” Ahmet arkadaş suyu geçtikten sonra diğer taraftan bize tekrar seslenmişti; “Kendinize iyi bakın, arkadaşlara selam söyleyin!”
Grup karanlığın içinde ilerlemeye başladıktan sonra gözden kayboluncaya kadar yerimizde kalmıştık. Agit yoldaşı görememiş olsak da, onun savaşçısı olan Ahmet arkadaşı gördükçe insanın Agit yoldaşı hatırlamaması elde değildi.
Ahmet arkadaş grubuyla birlikte o gece Besta’yı geçmesine rağmen sağlam yere ulaşamadan gündüz olunca Şırnak’ın üst tepesi olan Çele le Mejê tepesi onları fark etmiş ve tank atışlarına hedef olmuşlardı. Tank atışlarıyla birlikte yeni savaşçıların paniğe girmesi sonucu Ahmet yoldaş onları kurtarmak istemiş ve o esnada tank atışları ona da isabet etmişti. Olaydan iki gün sonra olanları öğrendiğimizde hiçbirimiz böyle bir şeyi duymak bile istememiş, inanamamıştık. Böyle bir durum karşısında bize kalan tek yapacak şey, onların anılarını yaşatmak ve onlara layık olabilmekti. Onların ışıklı yolunun yolcusu olan bizler için onlara layık olabilmek, üzüntüyü gelecek için zafer coşkusu haline getirmekle olacaktır.
Gerillanın Kaleminden