HABER MERKEZİ
Evet, gerillada yaşam yoldaşının sıcacık gülümseyişleriyle örülür. Karın en dondurucu soğuğunda yoldaşının sıcacık tebessümü içindeki buzları eritir. Bu sözlerin hakikatini işte o an, o dakika ölümle kol kola gezerken derinden hissediyordum. Bu sözler öylesine söylenmiş sözler değildi. Bu sözler ölümle sınanmış, hayatın ta gerçeğiydi. İçi umut doluydu, inançla ve azimle… Bu dağlarda bizim gibi onlarca bu gibi durumları yaşamış yoldaşların deneyimleriyle sınanmış bir gerçeklikti. Acı ama umutla bakan gözlerdeki gerçekti. En büyük özlemler, hasretler yerini umutlara bırakıyordu. O an zorluklar yıldırmıyordu gerillayı. Zorluklar güçsüz kılmıyordu gerillayı. Deneyimi her ne kadar ölümü sınamaktan geçse de zorluklar daha büyük başarılara, güzelliklere basamak yapılıyordu. Zoru yaşamak, beraberinde güzelliğe daha fazla anlam yüklemeyi getirir. Gerillayı, yoldaşlık sevgisini daha anlamlı kılan, büyüten, olgunlaştıran, zorluklardır.
Özgürlük mücadelesinde gerillanın sorumlulukları büyük olduğu kadar yüreği bu sorumlulukları yüklenecek kadar sağlam, kişiliği azimli, ruhu direngen, sözü pektir. Yanı başındaki yoldaşının yaşam sorumluluğu onun kendisine duyduğu sorumluluktan daha fazla anlam içerir. Çünkü yoldaşıyla arasında kenetlenen bağlar vardır. Bu bağ ki kimi zaman ölümü, kimi zaman yaşamı birbiri uğruna paylaşacak kadar iç içe geçmiş bir maneviyattır.
Ben bu duygular içerisindeyken, belinden çıkardığı kefiyeyi başıma bağladıktan sonra şütüğünün bir ucunu benim ayaklarıma, diğer ucunu kendi ayaklarına dolayarak, az da olsa ısınmamızı sağlamaya çalışıyordu. Zaman biraz daha geçince vücudumun ısındığını hissetmeye başladım. Bir yaşam mücadelesi, hayatta kalma mücadelesi veriyorduk. Bu dağlarda gerilla olarak düşmana karşı verdiğimiz özgürlük mücadelesi yanında doğanın zorlu koşullarına karşı da mücadele vermeliydik. İster düşmana karşı verilen mücadele olsun, ister doğanın zorlu koşullarına karşı olsun bu hiç fark etmezdi. O yüzden düşman karşısında kazanılan yaşam, bu zorlu doğa koşulları karşısında da ne olursa olsun kazanılmalıydı. Ölüm bu kadar rahat olamazdı bizler için. Daha yapacak çok görevimiz ve sorumluluklarımız vardı. Bu ülke ve bu ülkenin yiğit Kürt halkı için. Ölümü tercih etmek en kolay olanıydı. Önemli olan zoru başarmak ve içinde bulunduğumuz koşullarda ölüm denilen rahat tercihi kendimize kabul etmemekti.
Ronahî arkadaş yaklaşık sekiz yıllık bir gerillaydı. Amed’de, Garzan’da ve çeşitli zorlu alanlarda pratik geçirmişti. Onca ölüm bariyerlerini aşmış, eylemlerde yer almış bir arkadaş olarak bu tarz bir ölümü asla kabullenmiyordu. Onun bu inançlı, kararlı, iddialı duruşu beni kendimden utandırıyor ve yaşam umuduna daha sıkı sarılmam gerektiğini gösteriyordu. Ve sonra bir saat önce düşündüklerim beynimde tuzla buz oluyordu. Evet, kendimi koyvermemeliydim. Mücadele etmeliydim, hem de gereğinden fazla mücadele etmeliydim. Bu düşünceler beni daha fazla kendime getiriyor ve kendimi iyi hissediyordum. Ancak hala hayatta kalma mücadelesini tümüyle kazanmamıştık. Ama ne önemi vardı ki, Ronahî arkadaş o karanlığın dehlizlerinde ruhumu arındırmıştı. İçinde bulunduğumuz enkaz yığınına dönüşmüş sığınak, artık ölüm kokmuyordu. Ölüm saçmıyordu. Onun sıcacık içten sevgisiyle ısınıyor, tüm sınırları aşıyordum. Bedenim her ne kadar tutsak olsa da…
Arada bir sohbetler ediyorduk. Uyumamak için kendimizi koruyor, bazen duygusal, bazen felsefik, bazen komik sohbetlere girişiyorduk. Belki de tartışılacak hiçbir konu bırakmamıştık. Şarkılar söylüyor, kampımızda bulunan tüm arkadaşların bir bir isimlerini haykırıyorduk. Ancak zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Adeta saniyeler aylara, dakikalar yıllara, saatler asırlara dönüşüyordu. Acaba bizim dışımızda kurtulan arkadaş var mıydı? Bizim gibi diğer sığınaklarda mahsur kalan ve kurtarılmayı bekleyen birileri daha var mıydı? Ve ardı arkası kesilmeyen onlarca soru beynimize hücum ediyordu. Acabalarla dolu düşüncelerimizi birbirimize söylemeye dahi cesaret edemeden, içinde bulunduğumuz karanlıkta sessizleşiyorduk. Bazen de birbirimizin yüzünü göremezsek de ses tonlarımız, yaşadığımız duyguların iniş çıkışlarını taşıyordu kulaklarımıza. Ve sonra yüreğimize…
Ve ben bütün bunları ilk defa yaşıyordum. Zaman zaman kendimle, zaman zaman Ronahî arkadaşla konuşarak, dalıp gidiyordum öylece. Bizler güneşin çocuklarıydık. Yüreğimizi onun ısısıyla ısıtıyor ve diri tutmaya çalışıyorduk. Kolumuzdaki saat olmazsa hangi demde olduğumuzu, ne kadar zaman geçtiğini dahi bilemeyecektik. Çünkü fenerimizin de artık pilleri tükenmişti. Öylece karanlıkta kalmıştık. Arada bir saate bakıyor ve saatin kaç olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Ve sonra eğer soğuktan şehit düşmezsek ne kadar süre yaşayabileceğimizin kritiğini yapıyorduk. Karın içinde hamura dönüşen biraz ekmeğimiz, birkaç kutu salçamız ve bir torba dolusu bulgurumuz vardı. Bu iyiye işaretti elbette. En azından açlıktan ölmeyeceğimiz kesindi. Bu erzakların bizi bahara kadar çıkaracağı açıktı. Ve sonra gülüşerek, şanslıyız diyorduk.
Bir ara ayaklarıma dokununca içimin ürperdiğini hissettim. Ayaklarım o kadar şişmişlerdi ki, kocaman olmuşlardı. Eh Ronahî arkadaştan yediğim dayakların etkisi de göz ardı edilemez elbette. Ancak kendime kabul ettirmem gereken daha çok şey vardı. Örneğin yaptığımız planlama dışında gelişebilecek olasılıklara karşı hazırlıklı olmam gerekiyordu. Mesela bu şartlara dayanamayan bedenlerimiz teslim olursa ölüme… Ne olurdu, ya da neler olacaktı. İçten içe düşünmeden edemiyor ve düşüncesinin dahi yüreğimi buza kestiği bu gerçeği aklımdan atmaya çalışıyordum. Kesinlikle bedeni ilk teslim olması gereken biri varsa, o ben olayım diyerek içimdeki gizli güce yalvarıyordum adeta…
Kar yağışının devam edip etmediğini sığınağın içindeki sütunların çıkardığı gıcırdamalarla hissediyorduk. Yağan karın uyguladığı basınç direklerin kendini ayakta tutmasını zorlaştırıyordu. Dolayısıyla her an üzerimize çökecek gibi sesler çıkarıyordu. Bazen nefes alışımız dahi sığınağın havasını etkiliyordu. Enkazın altında kalmak belki de böylesi bir şeydi.
Devam edecek…
https://www.nuceciwan43.com/2020/03/04/gerilladan-bir-gun-i/