BEHDİNAN
Soğuk bir kış günün de yola koyulduğumuzda gençtik. Hiç bir şey umurumuzda değildi, dağ başları karla kaplıydı, çığların kayma durumları her yanıyla tehlikesini, tehdidini yayıyordu, ama bizim de başka çaremiz yoktu, ne olursa olsun gitmek zorundaydık. Ya gidecektik ya da orada kalıp kendimizi ölüme yatıracaktık. Vadilerin korkunç ve dipsiz görünümleri bilmeyenlerin gözünü müthiş korkutuyordu. Sis, tipi, bembeyaz yeni düşen kar esen rüzgarla beraber kalkıp tipi halin de yüzümüze bir jilet gibi çarpıyordu. Kefyeyle kafamızı, yüzümüzü sımsıkı sarmış, sade gözlerimizle önümüzü görmek için azıcık açık bırakmıştık. Kaşlarımız, kirpiklerimiz tipiden her biri tel şiş gibi dimdik hem durmuş hem donmuştu. Rüzgarın yerden kaldırdığı koru kar taneleri havada yağan kar taneleriyle birleşip yerden birkaç metre kalkıp dönüp dönüp kurşun gibi gelip yüzümüze çarpıyordu. Bazen öyle anlar oluyordu ki bu sert rüzgardan nefes almamız bile zorlaşıyordu. Yukarılara çıktıkça kar daha da fazlalaşıyordu. Sırtlarda rüzgarın esintisiyle ve yağan kar sonucu metrelerce kar birikmişti. Bazen küçük dar dereciklerde geçip yamaçlara vuruyorduk. İnip çıkıyor sonra tekrar iniyor, sonrada o dereciklerde öyle bir yoruluyorduk ki canımızdan bıkıyor beziyorduk. Bitmek tükenmez bu derecikler insanın ayağına takılan çakıl taşları gibi ayağımıza takılıyordu. Kar gittikçe yağıyordu. İşimiz gittikçe zorlaşıyordu. Öncü olan arkadaşımız yoğun yağan kardan ve o bitmek bilmez dereciklerden, sırtlardan bitap düşmüştü. Ama o hiç bu yorgunluğu dinlemeden inatla sabırla öncülüğünü yapıyordu. Yolu sadece o biliyordu bu yüzden hep öndeydi. Çevremiz yoğun sislerle kaplıydı. Yakın tepeler, uzakta olan dağlar vadiler sisten dolayı görünmüyordu. Öncümüz tahminen yön belirleyip öyle yol alıyordu. Yola koyulalı bir kaç saat oluyordu. Her birimiz o her yönüyle yoğun olan karlardan dolayı artık ne bacaklarımız ne vücudumuz bu zorluğu kaldırabiliyordu.
Evet ayaklarımız, ellerimiz, yüzümüz buz tutmuştu ama yüreğimiz, umutlarımız, sımsıcaktı. Bu umut ve sıcaklık önümüzde ki tüm soğukları, buzları, karları adeta erim erim eritiyordu. Gençtik heyecanlıydık hiçbir şey umrumuz da değildi. Önümüzde duran bembeyaz karları jilet gibi yarıp ilerliyorduk hedefimize doğru. Bazen böyle geriye dönüp baktığımızda çok uzakta görünen izlerimiz sanki bir su kanalıymış gibi görünüyordu, bu bakışla da biraz da dinlenmiş de oluyorduk. Bu dinlenme geçici bir dinlenmeydi, bu geçici dinleme yürümeye faydası yoktu. Ama bu kısa soluk alış gerçekten de insana biraz da olsa tatlı bir dinlendirme veriyordu.
Terimiz ve yürüyüşten dolayı ısınan ve ateş gibi olan vücudumuz o kısa duruşta buz kesiliyordu. Onun için biraz daha beklesek buzdan ve kardan adam olabilirdik. Hava sisli puslu, karın yoğun bir soğuğun altından yağmasından dolayı yürüyüşümüz yavaş oluyor ve az ilerliyorduk. Düşmanın nerede olduğunu bilmiyorduk, görmüyorduk. Nasıl biz düşmanı görmüyor, bilmiyor, duymuyor idiysek, aynısı da düşmana da oluyor. Onlar için bu durum daha güç oluyordu. Avantajımız onlardan daha çoktu. Araziyi biz biliyoruz, biz coğrafyanın her yanına hakimdik, yüksek tepeleri, kayalıkları, tepecikleri, uzun derin vadileri, kısa yolları, ormanlık yerleri, neresi sık ormanlıktır ,neresi seyrektir, yine küçük büyük mağaraları, taş altları, akar suları,biz biliyorduk. Her yanına hakimdik. Her ne kadar biz gerilla ahlakına göre tam da kullanmasak da, ama yine de arazinin engebeli oluşu ve az da olsa gerilla adabına göre kullandığımız için kurtuluyorduk. Şu an çatışmamız mümkün değildi. Ama eğer bir çatışma durumu yaşansa bunda ilk başta kazançlı çıkacağımız kesin, ama sonra eğer dikkatli olunmazsa işte o zaman darbe yememiz mümkün olabilir. Biz gerillalar dağların dilini anlıyor, taşıyla konuşuyor, ağacıyla şarkı söylüyor, nehriyle halaya duruyor, pınarı çeşmesiyle melodi söyleyip ve onlarla bir olup aynı doğanın bir paçası oluyorduk. Rüzgarla beraber ruhumuz kokumuz uçup gidiyordu başka alemlere. Bazen karla, tipiyle ve jilet gibi keskin rüzgarla durmadan konuşup dururuz, biz rüzgarın ruhunu ve rüzgar bizim ruhumuzu anlayıp öylece anlaşıp beraber dağları, tepeleri, dereleri, nehirleri, pınarları, ormanları, ovaları, bayırları, köyleri, şehirleri, her bir insanın ruhunun içinde ve üstünde uçup gideriz evrenin bilinmezliğine. Beyaz tuz gibi karın içindeki her bir adımımız bir kavga bir isyandır zorbalığa, haksızlığa, yobazlığa, çirkinliğe, yersiz zenginliğe, doğa yıkımına, gerekli olmayan savaşa, günahsız bebek, kadın katliamına, tarih yıkımına, koskocaman baraj yapılışlarına bir büyük kavgadır bu dava.
FIRAT ŞEMZİNAN