BEHDİNAN
Bu mektubu sana yazmaya kendimi borçlu hissediyorum. Ne bir şiirde, ne bir öyküde, ne de bir romanda seni dile getirmeye gücümün yetmeyeceğini…
, sözcüklerin yeterli olmayacağını anladığım için bir mektupla ifade etmeye çalışacağım. Böylesi en iyisi olacak. Çünkü romanlarda, hikâyelerde, şiirlerde kahramanlar ölür ve yiterler. Ama mektuplar yaşayan insanlara yazılır ve sen benim için bizim için kesinlikle ölmedin. Hala yaşıyorsun yüreklerimizde, beynimizde, dokularımızda, mücadelemizde ve kısaca yaşamımızla ilintili her zerrenin içinde yaşıyorsun ve yaşayacaksın. Devrim şehitlerimizin ölümsüzlüğü bir gerçektir ve bu gerçeğe sen de kavuşma onuruna eriştin. Ne mutlu sana!
İlk olarak, Parti Merkez Okulunda görmüştüm seni. Uzun, siyah saçların vardı. Parti Önderliğinin hazır bulunduğu bir ders esnasındaydı. Hatırlaman gerekir; güneşli, sıcacık bir yaz günüydü. Siz bir grup arkadaş olarak eğitim ve yeniden partilileşmek üzere, Zelê kampından gelmiştiniz. Parti Önderliği pratiğinizi çözümleyen konuşmalar yapıyor, sorular soruyor, sizleri konuşturup değerlendirmeler yapıyordu. İşte ilk o zaman, ayağa kalkıp konuştuğunuzda sizi gördüm ve hemen dikkatimi çekti. Çok düzgün bir üslupla konuşuyordunuz. Oldukça ölçülü, sakin, sözcükleri ise seçe seçe ve kendinden emin konuşmanız, tüm arkadaşlarda hayranlık uyandırmıştı. Üslubunuz çekiciydi. Ders bitiminde bahçede bir araya gelip o günün çözümlemeleri, Zelê pratiği, kadın özgürleşmesi ve daha birçok konuda tartışmıştık. Mütevazı oluşunuz, açık sözlülüğünüz, hararetli tartışmalarınız hala kulaklarımda yankılanıyor. İnanıyorum ki, çok iyi anımsarsın, o zaman okul bahçesindeki kayısı ağaçları meyve ile dopdoluydu ve her ara verilişinde bahçeye çıkıp kayısı yerdik. İşte bu sohbetimiz esnasında da bol bol kayısı yedik. Sonra birer sigara içerek öğle yemeği için okul salonuna yürüdük. Eğitim devresi bittiğinde siz, Parti Önderliği’nin yakın denetiminde yoğunlaşma sürecine katılmak üzere ayrıldınız. Büyük gelişme umutları vaat ettiğinizden, partinin özel ilgisine mazhar olmuştunuz. Kadın özgürleşmesi ve ordulaşması çabalarında partinin sizden oldukça beklentileri vardı. Bir işçi ailesinin çocuğu olarak İstanbul’da okuduğu yıllarda partiyle tanışan, metropollerin yozlaştırıcı, düzenin hiçleştirici yaşamından koparak, devrim saflarına koşan bir Kürt kızıdır. Oldukça bilinçli, kavrama ve anlama gücü yüksek, kendi ayakları üzerinde durmasını becerebilen, inisiyatifli, sosyal olarak gelişkin, ruhu ve fiziği ile bütünsel bir güzelliğin sahibi olan sizi, daha büyük görevlere hazırlamak isteyen partinin, üzerinizde yoğun durarak, mutlaka militanlaştırması boşuna değildi. Sizdeki özü, cevheri Parti Önderliği hemen görmüş ve bu nedenle yakın denetimindeki eğitime almıştı. Bu nedenle, ayrıldık birbirimizden. Ancak ayrılırken “bir gün, Kürdistan dağlarının doruklarında karşılaşma umudumu hiç yitirmemiştim” o günlerin özlemini belirttiğiniz sözleriniz, hala aklımda duruyor. Kuzey Kürdistan’ı hiç görmediğiniz ve görmek için can attığınızı, büyük sabırsızlık içinde olduğunuzu gıpta ile özlem ile anlatmıştınız ve o zaman gözleriniz dolu dolu uzaklara dalıp gitmişti. Anlaşılan Kürdistan’a kaymıştı bakışlarınız. Hayal etmeye çalışıyordunuz. Nasıl bir yerdi acaba?
Aradan yıllar geçti. Birçok anı yaşandı, savaşımlar gelişti, yeni yeni insanlar saflara katıldı. Birçok arkadaş yaralandı, şehit düştü. Birçok değişiklik yaşandı. Birçok birlik gelip geçti…
Bir gün Haftanin alanından Bestler’e yine bir savaş birliğinin geldiği haberini aldık ve karşılamak için safa dizildik. Gelen arkadaşlarla sırayla tokalaştık, en candan gülümseyişlerle merhabalaştık. Ve işte o an tanıdık bir gülümseyişle karşılaştı gözlerim. Saçlarınız hafiften ağarmış, ama güzelliğinizden hala bir şey yitirmemiştiniz. Ve yine o sevecen, o tatlı gülümseyişiniz üzerinizdeydi. Doğrusu bambaşka bir güzelliğe bürünmüştünüz gerilla giysileri içinde. Oradan Gabar alanına gönderildiğinizi biliyorum. Giderken takım komutanı olarak görevlendirilmiştiniz. Aslında daha üst düzeyde parti sizi görevlendirmeyi istiyordu. Çünkü size çok emek vermişti, sizden büyük beklentileri vardı. Ancak siz pratik sahaya, sıcak savaş ortamına yeni adım atıyordunuz. Bu nedenle “başarabilir miyim?” endişesi taşıyordunuz. Ve takım komutanlığını bile kendinize çok gördüğünüzü belirtmiştiniz. Oldukça mütevazıydiniz. Hemen yetkiye sarılmadınız. Kendi emeğinizle, çabanızla görev almayı yeğlediniz. Bu soylu tutumunuz karşısında, hepimiz saygı duyduk. Ancak örgüte yüksek bağlılığınız nedeniyle görevi kabul etmek durumunda oldunuz. Giderken hala, “bu görevi yapabilir miyim, başarabilir miyim?” diye soruyordunuz. Tecrübesizliğinizi gizlemiyor, kendinizi olduğundan farklı gösterme ihtiyacı duymuyor, tüm sadeliğinizle ortaya koyuyordunuz. Oldukça dürüsttünüz. Arkadaşlar size güvenlerini dile getiriyor ve başarabileceğinizi her fırsatta yineliyorlardı. Endişeniz kendinize güvensizlikten değil, partinin emeklerine, çabalarına layık olup olamama noktasından kaynaklanıyordu. Parti Önderliği’nin özenle üzerinizde durup emek verdiğini, bu emeklerin karşılığını nasıl verebileceğinizi ve buna layık olmak için neler yapmak gerektiğini düşünüyor, araştırıyor ve üzerinde yoğunlaşıyordunuz.
Sizleri Gabar’a yolculadık. Gabar’ın Kürdistan’ın bir cennet parçası olduğunu görmek sizin de hakkınızdı. Kürdistan’ı Gabar’da tanımak sizin için büyük şans ve fırsattı. Çünkü Kürdistan’ın güzelliklerinin toplamını Gabar’da görmek mümkündü. İnsan emeğinin binyıllar süren birikimini de Gabar’da gördünüz ve hayranlığınızı dile getirdiniz. Gabar sizin için yeni bir yaşamın başlangıcı oldu. Oradan her adım atışınızda, Agit yoldaşın anılarına tanık oldunuz. Mücadeleye daha bir bağlanıp ısındınız. Kürdistan’ı daha çok sevip beğenmeye, tanımaya başladınız. Yıllardır ülkenizi görememenin hasretini burada doyasıya giderdiniz. Gabar’da hareketli birlik içinde, takım komutanı olarak görev yürüttünüz. Orada birlik olarak zozanlara istendiğinizde ne hissettiğinizi bilemiyorum. Ancak zozanlara vardığınızda, Kürdistan’ın apayrı bir güzelliğiyle karşılaşıp, şaşkınlık ve hayranlığınızı gizleyememiştiniz. Diz boyu uzanan çayırlar, bin bir renkte ve tatta otlar, yeşilin her tonu ve çimenler… Doruklardaki apak kardan süzülen berrak sular, eteklerdeki doyumsuz yeşillik… Hep soğuk akan pırıl pırıl pınarlar, balık dolu nehirler ve daha nice nice güzellikler. Sizi hayran bırakmış, ikinci bir cennet köşesine geldiğinizi sevinerek belirtmiştiniz. Sonradan Faraşin zozanlarına gittiğinizde, cennetin de cenneti varmış dercesine sevinmiş ve bu güzelim vatan parçasına âşık olmuştunuz. Bunca yıldır metropollerin boğucu beton duvarları arasın da yaşayıp bu cennet ülkeyi görememiş olmanın büyük iç sıkıntısını yaşadığınızı, arkadaşlarınıza belirtmiş ve Faraşin’in doyumsuz pınarlarının sularından doyasıya içmek için her pınar başında durup avuçlamıştınız. Şiirlere, destanlara, türkülere konu olan “ölürsem mezarımı Faraşin’de yapın” diye ozanların methiye dizdiği Faraşin’e oldukça bağlanmanız boşuna değildi. Bu çok güzel cennet parçasında, nedense hep insanın aklına ölünce buraya gömülmesi gelir. İnsan ölümünden sonra da, nedense çok güzel bir yerde olmak ister. Ve bu güzel yer Faraşin’dir… Sen ölmedin kendine Faraşin’de yer ayırdın. Kutsal Faraşin toprağına kan, can verdin. Yaşamını yaşamına kattın. Özgürlük ağacını yeşerttin. Zozanların bu serin esintisini kollarına, ruhuna bıraktın. Güzel bedenini, Faraşin’in görkemli güzelliğiyle bütünleştirdin. Ruhunun berrak temizliğini Faraşin’in berrak sularına kattın ve tüm Kürdistan’a, tüm insanlığa hayat verecek bir sonsuzluğa kavuşturdun. Ne mutlu sana Zınarin yoldaş; seni asla unutmayacağız. Bu kısacık mektubu sana yazarken hep hayalin gözlerimin önünde duruyor. Yanı başımda oturuyor, ayakta duruyor, konuşuyor, gülümsüyorsun. Sakın ölümden söz etme bana. Sen yaşıyorsun. Sömürgeciliğe sıkılan her kurşunda sen varsın. Gerillanın attığı her adımda sen varsın. Faraşin’de akan her damla suda, esen her esintide sen varsın. Ve zozanların her serin esintisi bedenimi sardığında seni görüyor, seni anıyor, seni hissediyorum. Şehitlerin ölümsüzlüğü bir gerçektir. Sen bu gerçekliğe ulaştın. Ne mutlu sana. Ve sana bir sır vereyim; çok yiğitçe davrandın, ta İstanbul’dan gelip Kürdistan’ın en güzel köşesinde, hem de zozanların baharın en doruğunu yaşadığı bir dönemde şehit oldun. Şahadetinle kendini ebedileştirdin. Halkının ve ülkenin solmaz gülü kıldın. Ne mutlu sana. Soylu anılarınıza bağlı kalacağımızı belirterek tekrar selamlar…